19 Mart’tan 1 Mayıs’a...

“Genel grev, genel direniş”ten Taksim’e(?)

Sınıf mücadelesinin hiçbir biçim ve yöntemi bir diğerini dışlamaz. Hatta sınıf mücadelesi ancak bu biçimler arasında diyalektik bağlar kurulabildiğinde doğru bir rotada yol almaya başlar. Dolayısıyla, hazırlandığımız 1 Mayıs’a ve onunla birlikte bir kez daha alevlenen Taksim tartışmalarına bu diyalektik bağ içinde bakmak tarihsel bir zorunluluktur.

  • Kızıl Bayrak yazıları
  • |
  • Sınıf
  • |
  • 27 Nisan 2025
  • 16:40

Başlarken söyleyelim, sınıf mücadelesinin hiçbir biçim ve yöntemi bir diğerini dışlamaz. Hatta sınıf mücadelesi ancak bu biçimler arasında diyalektik bağlar kurulabildiğinde doğru bir rotada yol almaya başlar. Dolayısıyla, hazırlandığımız 1 Mayıs’a ve onunla birlikte bir kez daha alevlenen Taksim tartışmalarına bu diyalektik bağ içinde bakmak tarihsel bir zorunluluktur.

Söz konusu olan 1 Mayıs olduğunda Taksim’in tarihsel ve güncel anlamına, önemine ilişkin zaten bir tartışma bulunmuyor. Sınıf mücadelesinin geliştirilmesi konusunda samimi kaygı taşıyan herkes için bu konuda gayet net bir bilinç açıklığı var. Ne var ki, Taksim’in nasıl kazanılacağına ilişkin yaklaşımlar yıllardır 1 Mayıs gündeminin temel tartışmalarından biri oluyor. Bu yıl ise 19 Mart’ta başlayan eylem dalgası ile birlikte bu tartışmalar doğal olarak daha da “sertleşmiş” durumda. Tartışmaların odağında ise son bir buçuk ayın hareketli sürecinin en dinamik kesimi olan gençlik hareketi, daha doğru bir ifade ile ileri-politik gençlik güçleri var. Dolayısıyla 1 Mayıs ve Taksim üzerine devam eden tartışmaları gelişen hareketli sürecin dinamikleri ve zayıflıkları ile birlikte ele almak gerekiyor.

Bu hareketli süreçte öne çıkan iki slogan, yapılacak tartışma için önemli birer çıkış noktası oluşturuyor. Bu sloganların ilki “Mitinge değil eyleme geldik!” Bu slogan üzerinden, ileri-politik gençlik güçlerinin, özellikle 12 Eylül sonrasında gelişen toplumsal mücadele süreçlerinde “mitinglerin” oynadığı “uğursuz” role dönük gayet haklı bir tepki gösterdiği açık. 19 Mart’ta polis barikatını yıkarak hareketi tetikleyen gençlik, bu sloganda simgeleşen politik refleksi ile hareketin gelişim seyrinde de önemli bir rol oynadı. Sadece CHP’nin bilinen sınırlarını zorlamakla kalmadı, örneğin ODTÜ gibi gençlik hareketinin önemli bir merkezinde kimi reformist gençlik çevrelerinin yıllardan beri ördükleri düşünsel barikatları da aştı.

Bu slogan bugün “Gençlik Taksim’i istiyor!” sloganına evrilerek 1 Mayıs ve Taksim tartışmalarının odağına yerleşti. Gençliğin eylemli mücadelesini, en ileri ve politik kesimleri üzerinden “Taksim’i isteme” noktasına taşımak, abartısız bir şekilde “Gençlik devrim istiyor!” demekle eşdeğer. Geleceksizliğe mahkûm edilen gençliğin toplumsal bir devrim istemesinden daha haklı ve meşru bir talebi ise zaten olamaz.

Bununla birlikte, bu talebin ileri-politik gençlik güçlerinin ötesinde, ne ölçüde gençlik hareketinin temel talebine dönüştüğü ya da dönüştürülebileceği ise sorulması gereken önemli bir sorudur. Kuşkusuz gençlik hareketi kendi dinamikleri ile bu tartışmayı yapıyordur/yapacaktır. Ancak dışsal zorlukları bir kenara koyduğumuzda bile, gençlik hareketinin içsel zaaflarının bu tutumun genelleşmesini halen zora soktuğunu tespit etmek güç değil.

Bu tespiti yapabilmek için, hareketli süreçte alınan “akademik boykot” tutumunun seyri önemli bir veri oluşturuyor. Gençlik, polis barikatını aşan gözüpekliği kadar “akademik boykot” çıkışıyla da hareketin gelişim seyrinde önemli bir rol oynadı. Eğer o tutum geniş gençlik kesimleri tarafından benimsenmeseydi, açık ki, ne uzun yıllardır göremediğimiz kitlesellikte gençlik eylemleri olabilirdi ne de gelişen hareket üzerine bugün yaptığımız tartışmaları yapabilirdik. Süreç liselilerin eylemleri ve farklı biçimlerde devam etse de gençlik hareketinin halen birleşik bir karakterden uzak olduğu görüldü. Siyasal iktidarın kimi manevralarının da etkisiyle ne yazık ki bu önemli dinamik zayıfladı ve büyük ölçüde sönümlendi.

Dolayısıyla, hareketin dinamiklerini 1 Mayıs’a taşımak üzerinden yapılan Taksim tartışması, hele hele bu tartışmanın gençlik üzerinden yapılması ancak “öncü bir çıkış” kapsamında değerlendirilebilir. Ve o öncü çıkışın sınıf hareketine ve toplumsal mücadeleye olası etkilerinin hesaba katılması da zorunludur.

“Öncü savaş stratejisi” Türkiye Devrimci Hareketi’nin 50 yılı aşan tarihinin önemli tartışmalarından biridir. Bugün ileri-politik gençlik güçlerinin dinamizmine yaslanarak Taksim tartışmasında taraf olan çevrelerin önemli bir bölümünün bu anlayışın temsilcisi olan Mahir Çayan geleneğinin devamcısı olmaları bu yanıyla şaşırtıcı ve tesadüfi değil. “Öncü savaş stratejisi” teorik bir tartışmadır ve bu yazıda yapmak istediğimiz temel tartışmayı aşan bir kapsama sahip. Bununla birlikte, bugün o geleneği sürdürme iddiası ile Taksim tartışmasında taraf olan siyasal çevrelerin bu anlayışı reformist, popülist bir süzgeçten geçirerek devam ettirdiğini ifade etmek, var olan tartışmayı yerli yerine oturtmak bakımından önem taşımaktadır.

Dahası, ‘68 geleneği sahiplenilmesi gereken ama aynı zamanda aşılmış bir mirastır. Gençlik hareketi, 1968’de Türkiye Sol Hareketi’nin devrimcileşmesinde önemli bir rol oynadı. O günün dersleriyle, aradan geçen 50 yılı aşkın zamandan sonra ona tekrar o misyonu yüklemek için ise geçerli hiçbir neden bulunmuyor.

Bu gerçek bizi hareket içinde öne çıkan ikinci temel slogana götürüyor. “Genel grev, genel direniş” sloganına…

İleri, politik gençlik güçleri direngenlikleriyle hareketli sürece ivme kazandırmakla kalmadılar, birçok kritik dönemeçte hareketin ihtiyaçlarını da doğru bir şekilde tanımladılar, sloganlaştırdılar. Kuşku yok ki, bunun en önemlisi “Genel grev, genel direniş!” sloganı idi. Gelişen hareket, ancak işçi sınıfının aktif taraf olmasıyla, genel grevle genel direnişe dönüşebilir, toplumsal direniş bu şekilde ivmelenebilir ve hareket sonuç alıcı bir içerik ve biçim kazanabilirdi.

Ne yazık ki, sınıf hareketinin verili gerçekliği, kendi dinamikleri ile bu tutumu örgütleyebilecek kapasitenin çok uzağında bulunuyor. Dahası, bu tutumun örgütlenmesinde kritik bir role sahip olan sendikal yönetim merkezlerinin de böyle bir niyeti ve bakışı yok. Bu yanıyla bugün Taksim tartışmaları üzerinden haklı olarak eleştirilen DİSK bürokratlarının oynadığı uğursuz rol, tam da bu konuda belirginleşiyor.

Ne var ki bu tablo, gelişen hareketi ileri bir aşamaya taşıma kaygısı olanların asli sorumluluğunu değiştirmiyor. Gelişen hareketi ileri taşıyıp sıçratmak halen işçi sınıfının politik bir taraf olarak sürece dahil olmasını zorunlu kılıyor. Bu ise girişilecek seferberliğin bir “genel grev, genel direniş” seferberliği olması gerektiği anlamına geliyor.

Eğer bu seferberliğin gereği bugüne kadar layıkıyla örgütlenebilmiş olsaydı, en azından bu konuda görünür bir çaba ve enerji harcanabilseydi 1 Mayıs’ı “genel grev, genel direniş” ile örgütlemek pekâlâ mümkün olabilirdi. Genel grev, genel direnişle örgütlenen bir 1 Mayıs’ın adresi ise tartışmasız bir şekilde Taksim olurdu.

Ne var ki bugün genel grev, genel direnişle 1 Mayıs’ı örgütleme imkanını kaçırdığımızı açık yüreklilikle ortaya koymak gerekiyor. Bu durumda ise 1 Mayıs’ı “genel grev, genel direniş”i örgütlemenin bir imkanı haline dönüştürebilmek gerekiyor. Dolayısıyla, ileri-politik gençlik güçlerinin ve sol hareketin önünde, sınırlı güçleri ile sergileyeceği bir irade gösterisinin ötesinde bir sorumluluk bulunuyor. Bu sorumluluk, sanayi havzalarında ve 1 Mayıs alanlarında işçi sınıfına “genel grev, genel direniş”in neden gerekli ve mümkün olduğunun anlatılmasıdır. Bu sorumluluk “genel grev, genel direniş” için sorumluluk alması gereken sendika yönetimlerinin oturdukları koltuklarda ve meydanlardaki kürsülerde rahat bırakılmamasıdır. Yakın geçmişe ilişkin bir hafıza tazelemesi olarak, 2007 yılından itibaren yeniden güçlenen Taksim iradesi tam da bu şekilde bir çabanın ürünü olarak gerçeklik kazanmıştır.

“Şimdi değilse ne zaman?” diyerek “cesaret” kisvesiyle devrimcilik yarıştırmak, “Taksim’e gitmiyorsanız Kadıköy’e de gitmeyin, evde oturun” çiğliklerine düşmek, apolitik bir popülizmin ifadesidir. Bu apolitizm Taksim’e, ama daha da önemlisi “genel grev, genel direniş” şiarına/çağrısına sırtını dönen sendika bürokratlarının acizlikleri kadar tehlikelidir. Bu tutumun karşılığı ise elbette sendika yönetimlerinin gösterdiği adreste sıraya girmek ya da “işçi sınıfı neredeyse orada olacağız” demek değildir. Sorun, işçi sınıfının sendikal çarkların denetiminden de koparılarak doğru politikaya nasıl kazanılacağıdır.

Başlarken de söylemiştik: Sınıf mücadelesinin hiçbir biçim ya da yöntemi bir diğerini temelden dışlamaz. Bazen buzu kırıp yolu açmak gerekir. Ki, o adımı atarken o sonucu doğuracağını bilmese de gençlik hareketi 19 Mart’ta tam da bunu yapmış, korku duvarlarını yıkmıştır. Bazen ise gelişen hareketi bir ileri aşamaya taşımak için safları sıklaştırmak, güçleri yeniden düzenlemek ve hepsinden önemlisi örgütlü emekçileri doğru politikaya kazanmak ve uygun bir şekilde konumlandırmak gerekir. 2025 1 Mayıs’ının esas görevi de tam da bu noktada belirginleşiyor.