Siyasal gelişmelerin hız kazandığı, toplumsal yaşamı etkileyen gündemlerin üst üste düştüğü bir süreçten geçiyoruz. Ekonomik-mali kriz, iktidarın artan baskı ve zorbalığı, Kürt sorunu üzerinden yaşanan gelişmeler, ülkeyi çevreleyen bölgelerde tırmandırılan savaş politikaları son dönemin öne çıkan gündemlerini oluşturuyor. Haliyle bu tablo, toplumsal mücadele güçlerinin önüne kritik sorumluluklar çıkarıyor.
Toplumsal ve siyasal gelişmelerin yönü
Türkiye kapitalizmi uzunca bir süredir ağır bir ekonomik-mali kriz sarmalında. Kısa vadede bu tablonun değişmesi mümkün görünmüyor. Tersine, krizin etkileri üretim birimleri üzerinde de giderek artıyor. Vestel’de olduğu gibi toplu işten çıkarmaların gündeme gelmesi ya da esnek çalışma modellerinin yaygınlaşması, bu olguyu sonuçları üzerinden doğruluyor. Gelişmelerin bu yöndeki seyri; düşük ücretlerle, ağır çalışma koşullarıyla, katmerleşen sömürüyle krizin faturasını sırtlamış bulunan işçi ve emekçilerin yaşamında çok daha ağır sonuçlar yaratacağı ise açık.
Kapitalistler ve gerici-faşist rejim, tüm bu ağır koşullara rağmen toplumu “yönetebilme” başarısını iki şeye borçlu. Bunlardan ilki ve belirleyici olanı işçi sınıfının örgütsüz ve edilgen tablosudur. Sınıf hareketi uzunca bir süredir lokal direniş ve eylemlerin ötesine geçerek kendisine dayatılan kölelik koşullarına karşı birleşik ve güçlü bir “itiraz” örgütleyememektedir. Mevzilerde gelişen eylem ve direnişler ise (kimi zaman kısmi kazanımlarla sonuçlansa da) sınıf hareketinin genelini etkileyecek bir düzeye ulaşamadan sönümlenmektedir.
İkincisi; krizin tüm ağır sonuçlarına rağmen topluma döne döne yeni faturalar dayatan sermaye düzeni, gelişebilecek sınıf ve kitle hareketlerinin önünü almak için faşist baskı ve zorbalığı da günbegün tırmandırıyor. Toplumsal mücadelenin geneline yönelik ağır bir kuşatma oluşturan sermaye düzeni, sınıf hareketini de zorbalıkla baskılayıp, edilgen konumda tutmaya çalışıyor. Bu tutum gelinen yerde “kriz yönetiminin” temel eğilimi haline gelmiş durumda. Grev yasaklarının rutine binmesi ve Erdoğan’ın deyimiyle “grev hakkının rasyonel zemine kavuşturulması”, sendikal düzeyde bile olsa işçi sınıfının örgütlenme eğiliminin keyfi ve zorba yöntemlerle ezilmesi, Antep örneğinde olduğu gibi, gelişen işçi eylemlerinin baskıyla, yasaklamalarla ve yargı terörüyle ezilmek istenmesi, kapitalistlerin ve onlar adına devleti yöneten gerici-faşist iktidarın “kriz yönetimi” bağlamında temel eğiliminin ne olduğunu açıkça gösteriyor.
Bu durum, aynı çıplaklıkta siyasal yaşamda da kendisini ortaya koyuyor. Faşist tek adam diktatörlüğünü kalıcılaştırmak için vites arttıran Erdoğan yönetimi, sadece sınıf mücadelesini ve sokak hareketini değil, gelinen yerde düzen muhalefetini de ağır bir kuşatma altına almış bulunuyor. İmamoğlu örneğinde olduğu gibi, gerici-faşist iktidar karşısında düzen içi alternatif olarak beliren güçleri dahi kriminalize edip yargı terörüyle bertaraf etme hamleleri, AKP-MHP bloğunun oturtmak istediği düzen hakkında açık bir fikir veriyor. Hem sınıf hareketini hem de toplumsal mücadele güçlerini ve düzen muhalefetini hedef alan saldırılar, özünde bütün bir toplumu koyu bir baskı rejimine mahkum etmeyi amaçlıyor. Dolayısıyla bu kapsamlı saldırganlığın hedefinde esasen toplumun emekçi kesimleri yer alıyor.
Kürt sorunu üzerinden gündeme getirilen “yeni süreç” ise, bölgesel boyutları olmakla birlikte iktidarın içeride yaptığı hesapları doğrudan kesen bir mahiyete sahip. Muhalefet cephesinin bölünüp paralize edilmesi, ekonomik-sosyal saldırılar yoğunlaşmışken ve faşist zorbalık dizginlerinden boşalmışken Kürt halkının ve hareketinin edilgen bir konumda tutulması, bu yolla gerici-faşist rejimin başını ağrıtabilecek gelişmelerin önünün alınması iktidarın “süreç” politikasının önemli bir ayağını oluşturuyor.
Öte yandan, silahlı Kürt direnişinin tasfiye edilmesi yolunda elde edeceği başarılar ise, Erdoğan yönetimi açısından içeride ve bölgesel planda büyük bir siyasi kazanım anlamına gelecektir. “Süreç” politikası daha en başından itibaren esas olarak bu hedefe odaklıdır. Öyle ya, günün sonunda “terör sorununu” ortadan kaldırmış “muzaffer bir iktidar” olarak toplumun ve uluslararası kamuoyunun karşısına çıkmak, bu yolla içeride zayıflayan toplumsal desteğini yeniden güçlendirmek ve mobilize etmek, sistematik olarak saldırı altında tuttuğu düzen muhalefetini bir de bu alanda köşeye sıkıştırmak, kalıcılaştırmak istedikleri faşist tek adam diktatörlüğü yolunda daha cüretli adımlar atmaları için uygun iklimi yaratacaktır. Bunlara elbette bölgesel planda ajandasında yer alan diğer hesapları eklemek gerekiyor. Rejimin tüm bu kirli ve karanlık hesaplarının tutup tutmayacağını ise içeride ve dışarıda yaşanacak gelişmelerin seyri belirleyecektir.
Görüldüğü üzere, gerici-faşist rejimin “süreç” politikasının Kürt halkının ulusal-demokratik hakları ile bir alakası bulunmamaktadır. Söz konusu politikanın “terörsüz Türkiye” söylemi üzerinden tanımlanması; “çözüm”, “barış” ya da “müzakere” söylemlerinin dahi iktidar cephesinden katı bir şekilde reddedilmesi bunu açıkça ortaya koymaktadır. “Pazarlık yok” tutumu ile Kürt halkına ve hareketine koşulsuz teslimiyet dayatılmaktadır. Dolayısıyla, tamamen kendi bekasına ve sermaye düzeninin içerde ve bölgesel plandaki çıkarlarına odaklanmış bulunan, faşist tek adam diktatörlüğünü kalıcılaştırmak yolunda gemi azıya alan ve topluma koyu bir karanlık dayatan Erdoğan yönetiminin “barış” getireceğine, toplumsal yaşamı ve kurulu siyasal düzeni “demokratikleştireceğine” inanmak en hafifinden ham hayaller peşine koşmaktır.
Siyasal hak ve özgürlükler mücadelesini büyütelim!
Toplumsal, siyasal ve iktisadi alanda yaşanan gelişmeler küresel ölçekte işçi sınıfını, emekçileri ve ezilen halkları zorlu ve sert günlerin beklediğini gösteriyor. Zira, kapitalist-emperyalist sistemi belirleyen ekonomik, sosyal ve siyasal krizler her geçen gün derinleşiyor. Emperyalist burjuvazi dünya çapında işçi sınıfı üzerindeki sömürü yoğunlaştırarak, savaş ve yağma politikalarına hız vererek, bunlara karşı gelişebilecek sınıf-kitle hareketlerini polis devleti uygulamalarıyla ezerek sistemin tekleyen çarklarını döndürmeye çalışıyor.
Türkiye’de hüküm süren kapitalist sömürü düzeninin tablosu ve eğilimleri de bu genel durumdan farklı değil. Dolayısıyla, çoklu krizlerin pençesinde boğuşan sermaye düzeninin gündeminde kimilerinin umut ettiği gibi “ekonomik refah”, “demokrasi”, “barış” ya da “özgürlükler” değil, tersine sömürüyü yoğunlaştırmayı hedefleyen politikalar, baskı ve zorbalığı tırmandıran uygulamalar, emperyalistler arası hegemonya mücadelesinde üstlenilecek görevler yer alıyor.
***
Bütünlüklü olarak bu tablo ve içerisinden geçmekte olduğumuz dönem; başta sosyal-iktisadi yıkım saldırıları ve artan faşist baskı ve zorbalık olmak üzere, siyasal sınıf mücadelesinin farklı gündemlerini bir arada ele almayı zorunlu kılıyor. Bunun kendisi, ekonomik krizin yarattığı yıkıma karşı öfke biriktiren ve yer yer mevzilerde dar iktisadi talepler üzerinden tepkisini ortaya koyan işçi sınıfını, demokratik hak ve özgürlükler mücadelesine, temelde sermaye düzenini hedef alan politik mücadeleye kazanmak açısından ayrı bir önem taşıyor.
Hem 12. yılını geride bırakan Haziran Direnişi hem de faşist baskı ve zorbalığa karşı gelişen 2025 Mart Direnişi, işçi sınıfını siyasal hak ve özgürlükler mücadelesine kazanmanın yakıcı önemini tüm açıklığı ile gözler önüne serdi. Bu iki önemli deneyim gösterdi ki, işçiler grev, söz, eylem, örgütlenme vb. demokratik haklarına sahip çıkmadığı, sermayeye ve gerici-faşist rejime karşı kendi siyasal hak ve özgürlükleri için harekete geçemediği koşullarda toplumsal mücadelelerle de bir sınıf olarak bağ kuramıyor. Dahası, iktisadi-sosyal temelli talepler için verdiği mücadeleler de kendi başına kalıcı sonuçlar/mevziler yaratmadan geri çekiliyor. Elde edilen kısmi ekonomik kazanımlar ise kriz koşullarında gerisin geri eriyip kayboluyor.
İşçi sınıfının ve sınıf hareketinin bu tablosu; sınıf devrimcileri ve toplumsal mücadele güçlerinin önüne işçi sınıfını farklı toplumsal kesimlerin (gençlik hareketi, kadın hareketi vb.) kesişme noktası olarak giderek öne çıkan siyasal hak ve özgürlükler mücadelesine kendi talep ve istemleri üzerinden kazanma görevini koyuyor. Toplumsal-siyasal gelişmelerin seyrini ve yönünü değiştirmenin yolu da bu görevi başarıyla yerine getirmekten geçiyor. Dolayısıyla, içerisinden geçmekte olduğumuz süreçte sınıf devrimcileri ve emek eksenli toplumsal mücadele güçleri bir yandan krizin biriktirdiği tepkiyi örgütlemeye ve harekete geçirmeye, öte yandan politik bir işçi hareketi yaratma hedefiyle işçi sınıfını siyasal hak ve özgürlükler mücadelesine kazanmaya odaklanmalıdır. İşçi sınıfını faşist baskı, zorbalık ve sömürü düzenine karşı direnişin temel öznesi haline getirmenin yolu buradan geçmektedir.