ABD emperyalizminin açık desteği ve yönlendirmesiyle 13 Haziran’da başlayan ve bir yerden sonra ABD’nin doğrudan (askeri olarak) dahil olduğu İsrail-İran savaşında şimdilik “sular durulmuş” görünüyor.
Fakat bu eğreti durum, ABD emperyalizminin ve siyonist İsrail’in, bütün bir Ortadoğu’yu savaş batağına doğru sürüklemekte olduğu gerçeğini değiştirmiyor. Zira, 12 günlük çatışmaların taraflar payına ortaya çıkaracağı politik sonuçlar, gelişmelerin ve dolayısıyla İran’a ve Ortadoğu’ya dönük emperyalist müdahalelerin de yönünü tayin edecektir. Dahası, İsrail-İran savaşı henüz mevcut dengeleri temelinden değiştiren sonuçlar yaratmadığı gibi, emperyalist-siyonist güçler İran üzerindeki nihai hedeflerine de ulaşabilmiş değiller.
Bu tablo, her an yeni çatışmalı süreçlerin ve savaşların başlamasına potansiyel olarak kapı aralamaktadır. Zira, ABD emperyalizmi ve siyonistler için sorun dar anlamda İran’ın sürdürdüğü “nükleer faaliyetler” değil, stratejik olarak Ortadoğu üzerinde tam bir hegemonya kurmaktır.
11 Eylül’den bugüne ABD’nin Ortadoğu macerası
1989 yılında Sovyetler Birliği’nin dağılması, emperyalist güçler arasındaki çelişki ve mücadeleleri dizginleyen belirleyici bir faktörün ortadan kalkmasına, emperyalist dünyada yeni bir dönemin kapılarının aralanmasına yol açtı. “Çok kutuplu” dünya düzenine geçişin önünü düzleyen bu gelişme, bölgesel ve küresel ölçekte yeni paylaşım ve hegemonya mücadelelerini tetikleyen bir rol oynadı. Emperyalist dünyanın efendisi ABD, daha ilk anda potansiyel rakiplerine kendi hegemonyasını dayatmak için siyasi ve askeri gücünü sahaya sürerek, 90’lı yıllar boyunca Ortadoğu’dan Balkanlara uzanan geniş bir coğrafyaya savaş ateşini taşıdı.
Körfez Savaşı’yla başlayan bu süreç, 2001 yılına gelindiğinde ise “11 Eylül konseptiyle” birlikte yeni bir boyut kazandı. Zira ABD emperyalizmi, bu “yeni konsept” kapsamında Ortadoğu ve Orta Asya’yı hedef alan ve “on yıllarca” süreceğini ilan ettiği savaşlar dizisinin startını verdi. Hegemonya mücadelesini saldırgan bir konum üzerinden sürdüren Batılı emperyalistlerin ajandasında ise Ortadoğu’yu uçtan uca ABD eksenine bağlamak; bu yolla bölgeye siyasi ve askeri açıdan yeni bir düzeyde yerleşmek ve en nihayetinde bütün bir Ortadoğu’nun kontrolünü ele geçirerek zengin enerji kaynaklarını tümüyle denetim altına almak hesabı yer alıyordu.
Bu hedef ve strateji üzerinden sırasıyla Afganistan’a, Irak’a ve Libya’ya dönük emperyalist müdahaleler devreye sokuldu. Afganistan ve Irak doğrudan işgal edilirken, Libya ise yıllara yayılan ve hala da devam eden yıkıcı bir iç savaşın içerisine sürüklendi. “Büyük balık” İran ve İran eksenli güçler ise, daha ilk andan itibaren Batılı emperyalist koalisyonun stratejik hedefi konumunda yer alıyordu. Öyle ya, İran düşürülmeden ya da Batı eksenine bağlanmadan Ortadoğu’nun emperyalist politikalar doğrultusunda “yeniden dizayn” edilmesi, dolayısıyla dünyanın bu kritik bölgesi üzerinde tam bir hegemonya sağlanması mümkün değildi.
“11 Eylül konseptinin” ikinci 10 yılı (2011-2021) ise, bugün İran’ı hedef alan emperyalist-siyonist saldırıların önünü düzleyen gelişmelere sahne oldu. Özellikle Suriye’de emperyalistlerin bizzat kundakladığı iç savaş (2011), Yemen’e dönük emperyalist müdahaleler ve Filistin direnişini yalnızlaştırmaya/tasfiye etmeye dönük hamleler gelinen aşamada İran merkezli “direniş eksenini” zayıflatan, dolayısıyla emperyalist-siyonist güçlerin İran’ı kendi sınırları üzerinden çevrelemesine imkan sağlayan sonuçlar yarattı.
Bu ara dönemde Batılı emperyalistlerin hesaplarını ertelemesine yol açan gelişme ise 2015 yılında Rusya’nın Suriye iç savaşına dahil olması oldu. Rusya’nın askeri bir güç olarak Suriye’ye yerleşmesi, ABD-İsrail ikilisinin Esad yönetimini devirerek Suriye’de Amerikancı bir rejim kurma politikasını geçici de olsa sekteye uğrattı. İran açısından bu konjonktür, savunma hattını Suriye üzerinden kurabilme, Lübnan Hizbullah’ı ve Filistin direnişiyle dolaysız olarak ilişkilenme imkanının devam etmesi anlamına geliyordu. Fakat, küresel ölçekte tırmanan emperyalist hegemonya mücadelelerinin ortaya çıkardığı bu türden gelişmeler, daha temelli ve stratejik hesaplar söz konusu olduğunda elbette geçici olmaya mahkumdu. Nitekim öyle de oldu. Rusya’nın 2024 yılının son aylarında kendi emperyalist hesapları ve öncelikleri üzerinden Suriye’den “çekilmesi”, buna paralel olarak Esad rejiminin çöküşü emperyalist-siyonist güçlerin İran’a dönük saldırgan politikalarının önünü açan önemli bir gelişme oldu. Öte yandan, siyonist İsrail’in Gazze’de başlattığı soykırım savaşı boyunca hem Filistin hem Lübnan hem de Suriye’deki direniş odaklarına geçekleştirdiği etkili saldırılar, ABD-İsrail ikilisinin yüzünü doğrudan İran’a dönme ve savaş ateşini İran’a taşıma imkanını güçlendiren sonuçlar yarattı.
İsrail-İran savaşı ve Türkiye
İşbirlikçi Türk sermaye devleti, Körfez Savaşı’ndan bugüne ABD emperyalizminin Ortadoğu’ya dönük müdahale süreçlerinde çok özel bir rol oynadı. Ülkeyi bir uçtan bir uca ABD-NATO üsleriyle donatan sermaye düzeni, bu toprakları emperyalizmin savaş ve saldırganlık üssü haline getirdi. Emperyalistlerin hizmetinde Afganistan’da, Irak’ta, Libya’da, Suriye’de ve daha birçok ülkede doğrudan işgalci bir güç olarak konumlandı. Daha ilk anda bir savaş hükümeti olarak kurulan ve yıllar içerisinde devlet gücünü bütünüyle elinde toplayan AKP iktidarı ise, “11 Eylül konseptinin” ve emperyalist saldırganlığın etkin taşeronu ve “gözde” işbirlikçisi olarak öne çıktı. Öyle ki, Tayyip Erdoğan bir yerden sonra emperyalizmle olan kirli ve karanlık ilişkilerini gizlemeye dahi ihtiyaç duymadan kendisini “BOP Eşbaşkanı” olarak ilan etti.
Hal böyleyken iktidarın, bugün ABD-İsrail ikilisinin İran’a dönük müdahalesine sözde “karşı” bir konumda olduğunu propaganda etmesi, bilindik ikiyüzlü tutumun güncellenmesinden öteye bir anlam taşımıyor. Bu riyakâr propaganda ve söylemlerin asıl muhatabını ise haliyle iç kamuoyu oluşturuyor. Zira, sermaye devletinin İran’a dönük emperyalist müdahale sürecindeki stratejik konumu tam olarak ABD-İsrail ikilisinin yanıdır. ABD emperyalizminin Ortadoğu’ya dönük müdahalelerinden parsa kapma hesabı ve kendi çıkarları üzerinden yer yer siyonistlerle gerilimler yaşasa da, gerici-faşist iktidar Suriye örneğinde olduğu gibi bölgede üslendiği rol üzerinden ABD-İsrail ikilisine büyük hizmetler sunmaktadır. Öte yandan, bu topraklardaki ABD-NATO üsleri Ortadoğu halklarını hedef alan savaş ve saldırganlık süreçlerinde hem ABD-İsrail ikilisinin güvenliğini sağlamakta hem de birer saldırı merkezi olarak kullanılmaktadır. Yine emperyalist-siyonist güçlerle var olan askeri, siyasi ve ekonomik ilişkilerin seyrinde esasa dönük herhangi bir değişiklik söz konusu değildir vb… Son NATO zirvesinde emperyalistlerin kendisine vereceği hizmetleri yerine getirme konusunda son derece hevesli davranması ise, mevcut çizgi ve konumunu pekiştirmeye hazır olduğunu göstermektedir.
Özetlemek gerekirse, vitrinde ve söylemde İsrail’in İran’a dönük saldırılarını “kabul etmeyen” AKP iktidarı, gerçek düzlemde işbirlikçi-Amerikancı konumu üzerinden ABD-İsrail ikilisine hizmette kusur etmemektedir.
Emperyalist savaş ve saldırganlığa karşı mücadeleye!
İran’dan Ukrayna’ya, Suriye’den Filistin’e, Lübnan’dan Yemen’e uzanan geniş bir coğrafyada devam eden ve günbegün tırmandırılan çatışma ve savaşların gerisinde, dünyanın yeniden paylaşımına dayalı emperyalist hegemonya mücadeleleri yer alıyor. Tüm bu gelişmeler açıkça göstermektedir ki, emperyalist güçler ve işbirlikçileri insanlığı büyük felaketlerin eşiğine doğru sürüklüyorlar. Zira, hegemonya mücadelesi zemininde bölgesel ve giderek küresel ölçekte karşı karşıya gelen emperyalistler, yeni ve yıkımı bakımından çok daha kapsamlı bir dünya savaşına adeta davetiye çıkarıyorlar.
Bu gidişat elbette durdurulabilir, dahası durdurulmalıdır! Bunun yolu, küresel ölçekte işçi sınıfının, emekçilerin ve ezilen halkların emperyalist barbarlığa karşı örgütlü, kitlesel ve militan mücadeleleri büyütmesinden geçiyor. Bu gerçeklik, devrimci ve ilerici güçlerin önüne geniş emekçi kitleler içerisinde antiemperyalist bilinci geliştirme, emekçileri emperyalistlere ve kendi ülkelerindeki işbirlikçi iktidarlara karşı mücadeleye sevk etme; bu yolla enternasyonal dayanışmayı güçlendirme sorumluluğunu koyuyor.