Bugün sınıf hareketi büyük oranda ekonomik haklar mücadelesi ve bununla bağlantılı olarak sendikal mücadele alanına sıkışmış durumda. Ne yazık ki, halen bu eşiği aşarak politik mücadele sahnesine çıkmış bir sınıf hareketinden söz edemiyoruz. Bununla birlikte, bu iki mücadele alanının birbirinden kopuk olmadığını da vurgulamak gerekiyor. Tam tersine, bu alanlar birbirini besleyen, güçlendiren özellikler taşıyor. Kendi ekonomik haklarına sahip çıkmayan bir sınıfın politik sorunlarda taraf olması zor olduğu gibi, tutarlı bir sınıf perspektifi ve buna dayalı politik tutumu olmayan bir sınıfın da kendi ekonomik-demokratik haklarını gereğince savunması mümkün olmuyor.
Sendikal bürokrasi gerçeği ise yıllardır işçi sınıfının örgütlenme ve mücadelesinin önünde, bu iki alanda birden özel bir engele dönüşmüş durumda. Hem uzlaşmacı çizgisi ile sendikal mücadelenin kararlı bir biçimde gelişmesine engel oluyor, hem de burjuvazinin kendisine biçtiği özel misyonla birlikte işçi sınıfının politik mücadeleden uzak durmasında belirleyici bir rol oynuyor. Onun bu uğursuz roldeki başarısı ise sadece sendikaların yönetim kademelerini işgal eden ağa takımının yeteneklerinden kaynaklanmıyor. Burjuvazi, elindeki tüm imkân ve araçlarla birlikte sendikal mücadelenin etkisizleşmesi için özel bir çaba harcıyor.
***
Tarihsel deneyim bize sendikaların işçi sınıfının ekonomik-demokratik mücadelesi için en uygun örgütsel biçim olduğunu gösteriyor. Sınıf içinde hiçbir ayrım gözetmeksizin işçi sınıfının tamamını kucaklama işlevini taşıyan bu yığınsal örgütlenmeler, işçi sınıfının birleşmesinde, örgütlenmesinde, eğitiminde ve sınıf bilincinin gelişiminde özel bir rol oynuyor.
Sendikal mücadelenin bu özellikleri burjuvazinin bu mücadeleye yönelik düşmanlığının ve onu etkisizleştirmek için harcadığı çabaların da kaynağıdır. Ortaya çıktıkları ilk dönemde sendikaları baskı, şiddet ve yasaklarla yok etme çabasına giren burjuvazi bu yolla amacına ulaşamadı. Ardından ise işçilerin bir kesimini yaşam ve düşünüş alışkanlıkları ile sınıftan kopartarak bunlar üzerinden sınıfı denetim altına alma yoluna gitti. 20. yüzyılda başta ABD olmak üzere gelişmiş kapitalist ülkelerde sendikalar yaratılan ayrıcalıklı bürokratik kast üzerinden denetim altına alındı ve sendikal mücadele güçten düşürüldü. “Sarı sendikacılık” burjuvazinin etki alanında şekillenen bu sendikal anlayışın adı oldu.
Türkiye’de ise sendikal bürokrasinin oluşum ve gelişim süreci daha en baştan devlet güdümlü sendikacılık anlayışı üzerinden şekillendi. Burjuva cumhuriyet, kuruluşundan itibaren “sınıfsız, imtiyazsız toplum” yaratma efsanesi ile paralel olarak sendikal mücadelelere karşı düşmanca bir tutum içinde oldu. “Sınıf esasına dayalı örgütlenme yasağı”na işçi sınıfını denetim altında tutmak için CHP tarafından oluşturulan “işçi büroları” eşlik etti. Ne var ki kapitalist ilişkiler geliştikçe sendikal mücadeleyi yasal engellerle yok sayma imkânı da ortadan kalktı. Türk-İş, bu koşullarda “siyaset üstü sendikacılık” anlayışı ile 1952 yılında kuruldu. Onun “siyaset üstü sendikacılık” dediği şey, işçi sınıfının bağımsız politik kimliğinin şekillenmesini engelleyecek, sınıfı burjuva ideolojisine ve değer yargılarına mahkûm edecek bir aracılık rolünü tarif etmekten başka bir şey değildi.
Türkiye işçi sınıfının bu işbirlikçi sendikal anlayışa karşı tepki ve öfkesi çok hızlı bir şekilde gelişti. 1960’lı yıllar boyunca gelişen hak arama mücadelelerinin bir ürünü olarak 1967 yılında DİSK kuruldu. DİSK, işçi sınıfının sermaye düzeninden ve devletten bağımsız bir örgütlenme arayışının ürünüydü. 12 Eylül askeri faşist darbesi ise toplumun tüm ilerici-devrimci birikimini yok etme hedefine paralel olarak işçi sınıfının bu mücadele birikimini de hedef aldı. Dünya kapitalizmi ile bütünleşme çabasında 12 Eylül’le birlikte yaratılan yeni sendikal düzen belirleyici bir rol oynadı.
12 Eylül ile kurulan bu yeni sendikal düzende temelde iki hâkim sendikal anlayış yer alıyor. Bunlardan birincisi, geçmişin bir devamı olarak doğrudan sermaye sınıfının politikaları doğrultusunda şekillenen “devlet güdümlü sendikacılık” anlayışıdır. Türk-İş’in ana gövdesinde temsil edilen bu anlayışta, ilerleyen yıllarda, AKP’nin parti devleti inşa etme çabası ile paralel olarak Hak-İş’in de önemli bir aktör haline geldiğini söyleyebiliriz. Diğer bir anlayış ise işçi sınıfının fiili-meşru mücadelesine güvenini yitirmiş, uzlaşmacılığı ve teslimiyeti ana eksen haline getirmiş, bunu ise “çağdaş sendikacılık” adı altında pazarlayan bir liberal-reformist sendikacılık anlayışıdır. Bu anlayış bugün büyük oranda 12 Eylül öncesi mücadele birikimini ortada bırakan DİSK yöneticileri ile birlikte halen Türk-İş bünyesinde yer alan kimi sendikalarda temsil edilmektedir. Bu iki anlayış da ton farkları ile birlikte burjuvaziye ve sermaye düzenine hizmet etmektedir.
Bu tablonun nedenlerini anlamakta zorlansa da, bugün işçi sınıfının geniş kesimlerinin bu iki anlayışa karşı da derin bir güvensizlik beslediğini biliyoruz. “Sendikal bürokrasi”, “sendikal ihanet” gerçeği neredeyse son 30 yıldır sınıf hareketinin ve işçi sınıfının en çok tartıştığı sorunlardan birini oluşturuyor. Hatta, çoğu durumda başlamadan biten sendikal örgütlenme girişimlerinde sendika yöneticilerine duyulan güvensizlik belirleyici bir rol oynuyor. İşçiler için sendikalar birleşme ve mücadele merkezleri olarak değil, aidat kesmekten başka bir işe yaramayan işbirlikçi yapılar olarak algılanabiliyor.
Bununla birlikte, özellikle 2010 yılında yaşanan Tekel Direnişi’nden beri sendikal bürokrasiye ve sendika yöneticilerinin ihanetçi tutumlarına karşı seslerin yükselmeye başladığı, yer yer bu yükselen seslerin eylemli tepkilere de dönüştüğünü söyleyebiliriz. Bu eylemli tepkilerin en önemli örneğini ise 2015 yılında yaşanan “Metal Fırtına” oluşturuyor. Ne var ki “Metal Fırtına”da ve diğer örneklerde Türkiye işçi sınıfı, halen sendikal bürokrasi engelini aşacak, mücadele ve örgütlenme düzeyini sıçratacak bir birikim yaratabilmiş değil. Bu tablo içinde sendikalara ve sendikal mücadeleye güvensizlik sınıf hareketinin gelişiminin önünde temel bir engel olarak varlığını sürdürmeye devam ediyor.
Bu engelin can yakıcı varlığı yer yer sendikal mücadeleye ilişkin farklı tartışma ve arayışları da beraberinde getiriyor. İşkolu esasına dayalı örgütlenme sorunun kaynağı olarak görülebiliyor, yer yer sendikal mücadelenin tarihsel olarak ömrünü doldurduğu iddia edilebiliyor, ya da konfederasyonları tekelinde tutan sendikal bürokrasiye karşı bağımsız sendikaların kurulması önerilebiliyor. Ne var ki bu tartışmaların hiçbiri örgütlenme modeline ilişkin soyut tartışmalar olmanın ötesine geçmiyor. Çoğu durumda ise ortaya çıkardığı sonuçlar yeni birer bürokratik kastlaşmanın ötesinde olmuyor.
Oysa, söz konusu olan örgütlenme modelleri olduğunda, işçi sınıfının oldukça yaratıcı bir mirası var. İşçi sınıfı, mücadele etmeye bir kez karar verdiğinde dayanışma sandıklarından işyeri komitelerine, sovyetlerden konseylere çok farklı örgütsel biçimleri mücadelenin düzeyi ile birlikte ortaya çıkarabiliyor. Bu tarihsel deneyimler içinde sendikaların ve sendikal mücadelenin neredeyse 200 yıldır kesintisiz bir şekilde varlığını sürdürmesinin geirisinde ise onun sınıf mücadelesinde taşıdığı özel rol bulunuyor. Yani sorun ve aynı zamanda çözüm, örgütlenme modeline ilişkin tartışmalarda değil, mücadele anlayışı ve pratiğinde... Sınıfın tarihsel devrimci misyonundan beslenen, bu misyonu kavrayarak sınıfın fiili-meşru ve militan mücadelesini örgütleyen bir sendikal mücadele anlayışının sınıf hareketine hâkim kılınmasında... Sendikal örgütlenmenin özüne uygun bir şekilde demokratik bir biçime kavuşturulması ve sendikal mücadelenin ruhuna uygun bir şekilde “sınıfa karşı sınıf” perspektifi ile hayata geçirilmesinde...
Bu çerçevede her şeyden önce sendikal mücadele ile siyasal mücadele arasındaki bağ doğru ve güçlü bir şekilde kurulmak zorundadır. “Siyaset üstü sendikacılık” anlayışı ile sendikaları kimi burjuva partilerinin birer basit eklentisi haline getiren anlayışların hak ettiği yer tarihin çöplüğüdür. İşçi sınıfı, zihnini bu işbirlikçi burjuva anlayışlardan arındıramadığı, sınıf örgütlerinden bu anlayışları söküp atamadığı sürece sendikalar ne gerçek birer sınıf örgütü haline gelebilir, ne de burjuva politikasının etki alanı dışına çıkabilir.
Diğer yandan sendikal örgütlenme ve mücadele işyerlerinden başlayan demokratik bir işleyiş mekanizmasını esas almak zorundadır. Bölüm ve vardiya komiteleri ile işçilerin tamamını özneleştirmeyi başaramayan, temsilcilerin ve yöneticilerin tepeden alınan kararlarla dayatıldığı, görevlerini yerine getirmeyen temsilci ve yöneticileri geri çağırma hakkının olmadığı bir sendika, sendika değildir. Sendikalar işçi sınıfının öz örgütleridir ve her düzeyde bunun gereğine uygun bir örgütlenme biçimine sahip olmak zorundadır.
Sendikal barajlar gibi yasal engelleri, grev yasakları gibi fiili zorbalıkları ve burjuvazinin işçi sınıfı içindeki ajanları olan sendika bürokratlarını aşacak olan işçi sınıfının güçlü işyeri örgütlenmelerine yaslanan birleşik ve militan mücadelesidir. İşçi sınıfı günün ihtiyacı olan sendikal mücadele anlayış ve pratiğini yaşadığı deneyimler ışığında mutlaka yaratacaktır. Devrimci sınıf sendikacılığı anlayışı ile kenetlenmek, işçi sınıfının kendi geleceğine sahip çıkmasının ve insanlığın geleceğine ilişkin taşıdığı tarihsel sorumluluğun gereğidir.
Emeğin Kurtuluşu’nun 59. sayısından alınmıştır…