Saldırganlığın “meşruiyeti”

Artık bütün dünyada ezilen halklar ve emekçiler için İsrail, Holokost’un hatırası değil, Gazze’de öldürülen çocukların, bombalanan hastanelerin ve açık hava hapishanesine çevrilen bir halkın sembolüdür. Bu, yalnızca ahlaki çöküşün değil, fiziksel sonun da başlangıcıdır.

  • Kızıl Bayrak yazıları
  • |
  • Güncel
  • |
  • 22 Haziran 2025
  • 16:00

Kendini kurban olarak tanıtmanın gücü, suçlunun kendisini masum gösterebilmesine olanak tanır. (Edward Said)

İsrail’in İran’a savaş açması, yalnızca Orta Doğu’daki güç dengesini değil, Batı’nın çifte standartlarla örülmüş riyakar ahlakını da bir kez daha gözler önüne serdi. İran’ın askeri tesisleri, nükleer altyapısı ve hatta üst düzey bilim insanlarının konutları hedef alınırken, saldırının zamansal, lojistik ve teknik boyutları dikkatle incelendiğinde, İsrail’in bu eylemi tek başına gerçekleştirmediği net biçimde görülmektedir.

Bu savaşın sözde “meşru müdafaa” doktrini üzerinden gerekçelendirilmeye çalışılması, “uluslararası hukuk” açısından tutarsız, politik olarak ise ikiyüzlü bir girişimdir. Uluslararası hukuku, Birleşmiş Milletler kararlarını ayaklar altına alan İsrail, nükleer silah sahibi bir ülke olarak Nükleer Silahların Yayılmasını Önleme Anlaşmasına taraf bile değildir. İran’ı nükleer silah geliştirmekle suçlaması, Batı kamuoyunda bile sorgulanır hale gelmiştir.

Saldırının teknik altyapısına bakıldığında, ABD ve Almanyanın doğrudan dahil olduğu lojistik destek ağı öne çıkıyor. Irak hava sahası üzerinden İsrail savaş uçaklarının geçişine izin verilmesi, ABD’nin bölgede bulunan askeri üslerinden hedef istihbaratı sağlanması ve havada yakıt ikmali yapılması, operasyonun İsrail ile sınırlı olmadığını ortaya koyuyor. Özellikle Alman ordusuna ait A400M Atlas tanker uçağının Ürdün semalarında İsrail jetlerine yakıt sağladığı iddiaları, Berlin yönetiminin bu saldırının doğrudan suç ortağı olduğunu göstermektedir.

Bu, yalnızca İsrail’in değil, Batılı emperyalistlerin de doğrudan müdahil olduğu bir savaştır. Ve bu savaşın uluslararası hukuku ayaklar altına alan niteliği, geriye yalnızca güç politikasının ve çıkar şebekelerinin çıplak izlerini bırakmaktadır.

İsrail’in son dönemdeki saldırganlığı, askeri güç gösterisinden çok, stratejik zafiyetin bir dışavurumu olarak da okunabilir. İran’ın kendini savunmak için gerçekleştirdiği hipersonik füze saldırıları ve insansız hava araçlarıyla yürüttüğü karşı operasyonlar, İsrail savunmasının özellikle “Demir Kubbe” sisteminin tılsımını bozmuştur. İran tarafından fırlatılan yüzlerce füzenin ciddi yapısal hasarlara yol açması, İsrail halkı arasında alışık olunmayan bir güvensizlik hissini tetiklemiştir. Yıllardır ABD desteğiyle tesis edilen “mutlak güvenlik” illüzyonunu yerle bir etmiştir. Havayolunun savaş mühimmatının taşınması dışındaki uçuşlara kapatıldığı İsrail’inden deniz yoluyla Güney Kıbrıs’a kaçışların artması da bu gelişmelerle bağlantılıdır.

Bu bağlamda İsrail’in saldırganlığı, mevcut güvenlik paradigmasının artık işlemeyeceğinin fark edilmesinin yarattığı panikle de bağlantılı olabilir. Anlaşılan o ki İran, on yıllardır beklediği bu çatışmanın başlangıcına hazırlıksız yakalanmış, fakat savaşa hazırlıklı girmiştir. Cephanelikleri yeraltına inşa edilmiş, füze sistemleri çeşitlendirilmiş, sivil ve askeri altyapısı dağınık olsa da koordineli hareket etme kabiliyetini yitirmemiştir. Buna karşılık İsrail’in sanayi altyapısı küçüktür, “hinterlandı” sınırlıdır, yüksek vasıflı iş gücü göç riski altındadır ve kamuoyu uzun süreli çatışmalara psikolojik olarak hazır değil.

İsrail’i yöneten soykırımcı Netanyahu çetesi, içte artan muhalefet, dışta ise irtifa kaybeden bir destekle karşı karşıya bulunuyor. Netanyahu rejimi, Filistin’de yürüttüğü soykırım politikaları ve İran karşısında tırmanan çatışma nedeniyle kendi toplumundan bile yoğun tepkiler almaktadır. ABD ve Batı kamuoyunda da artık İsrail’e yönelik “koşulsuz destek” sorgulanmaktadır. Özellikle Gazze’deki sivil ölümlerin ve çocuk katliamlarının belgelenmesi, bu desteği ahlaken savunulamaz hale getirdi. Almanya gibi ülkeler için de tarihsel yükümlülük üzerinden kurulan İsrail “sempatisi”, yerini artık “utanç verici bir suç ortaklığı” hissine bırakmaya başlamıştır.

Bugün yaşanan çatışma, teknik anlamda İsrail ile İran arasında geçiyor gibi görünse de stratejik olarak bir ABD–İran savaşıdır. Rusya, Çin ve Kuzey Kore gibi aktörler, İran’ın yanında yer alarak Batı’nın bölgesel hakimiyetini sorgulayan bir ekseni güçlendiriyorlar. İsrail’in saldırılarıyla başlayan sürecin, bölgede bir sıcak savaşa dönüşme ihtimali, sadece Tel Aviv’i değil, Washington’u da istikrarsızlaştıracak boyuttadır. ABD, Ukrayna’da sürdürdüğü pahalı vekalet savaşının ardından, bir yenisini daha finanse edebilecek güçten hızla uzaklaşmaktadır.

İran’ın amacı, içine çekildiği bu savaşı hızla kazanmak değil; İsrailin askeri, sanayi ve toplumsal dayanıklılığını uzun vadeli bir aşınmaya zorlamak gibi görünüyor. Bu da -ABD emperyalizmi doğrudan savaşa katılmazsa- çatışmanın kısa vadede değil, orta-uzun vadede büyük bir hesaplaşmaya dönüşebileceği anlamına geliyor.

Zulümle sürdürülen hiçbir düzen, uzun vadede adaletle barış içinde yaşayamaz. (Albert Camus)

İsrail gibi zorbalık, gasp ve katliamlarla kurulan bir haydut devletin meşru olması mümkün olmadığı gibi varlığını sürdürmesi de tarihsel bir çelişkidir. Haydutlukta meşruiyet aramak, ancak aynı ölçüde suçlu rejimlerin oyunudur ve bu sistemler tarihte hep kendi pislikleri içinde boğulmuştur. Artık bütün dünyada ezilen halklar ve emekçiler için İsrail, Holokost’un hatırası değil, Gazze’de öldürülen çocukların, bombalanan hastanelerin ve açık hava hapishanesine çevrilen bir halkın sembolüdür. Bu, yalnızca ahlaki çöküşün değil, fiziksel sonun da başlangıcıdır.