Thyssenkrupp’ta yapısal dönüşüm ve sınıf mücadelesi

Thyssenkrupp’taki dönüşüm süreci, kapitalist sistemin krizler karşısında ne kadar sertleştiğini açıkça ortaya koymaktadır. Bu sertleşme, her ne kadar “dijitalleşme”, “yeşil sanayi” gibi ideolojik söylemlerle maskelense de, özünde sermayenin emek üzerindeki tahakkümünü artırmasından başka bir anlama gelmemektedir.

  • Haber
  • |
  • Dünya
  • |
  • 10 Temmuz 2025
  • 08:00

Almanya’nın en köklü sanayi devlerinden biri olan Thyssenkrupp, kapitalizmin yaşadığı yapısal krizler ortamında kapsamlı bir “yeniden yapılandırma” sürecine girmiş bulunuyor. Bu dönüşüm kapsamında, şirketin 11.000 çalışanı işten çıkaracağı, bu sayının “sosyal plan”la 20.000’e kadar çıkabileceği ifade ediliyor.

Şirket tarafından duyurulan “dönüşüm programı”, yalnızca kitlesel işten çıkarmaları değil; aynı zamanda çelik bölümünün bağımsız bir yapıya kavuşturulmasını ve yeni yatırımcıların (örneğin Çek milyarder Daniel Křetínský’nin) şirket sermayesine ortak edilmesini de içeriyor.

Bu gelişmeler, yalnızca ekonomik bir dönüşüm değil. Aynı zamanda kapitalist üretim ilişkilerinin krizlerini ve sınıf mücadelesinin yeni biçimlerini de gözler önüne sermektedir. Thyssenkrupp’taki “dönüşümün” sonuçlarını, kapitalizmin içinde bulunduğu kriz ve emek-sermaye çelişkisi temelinde tartışmak bir ihtiyaçtır.

Sermaye birikimi ve kriz dinamikleri

Kapitalist üretim tarzı, sermayenin sürekli genişleyen yeniden üretimine dayanır. Ancak bu genişleme süreci, dönemsel ekonomik krizleri, sermayenin merkezileşmesini ve yoğunlaşmasını da beraberinde getirir.

Thyssenkrupp’un yaşadığı sorun, basit bir “verimsizlik krizi” değil. Sorun kâr oranlarının düşme eğilimi, piyasa baskıları, yeşil dönüşüm maliyetleri ve devlet teşviklerinin paylaşımı gibi çok katmanlı yapısal çelişkilerden kaynaklanmaktadır. Holding, kârlılığı düşük çelik ve ağır sanayi bölümlerinden çekilip, sermaye yoğun ve teknolojiye dayalı alanlara (örneğin dekarbonizasyon teknolojileri, savunma sanayi vb.) yönelerek sermayenin değerlenme oranını yükseltmeye çalışmaktadır.

Aynı zamanda, çelik ve otomotiv gibi görece daha düşük kârlılıkta ve yüksek emek yoğunluklu sektörlerdeki yeniden yapılandırmalar kapsamında, “emek maliyetlerini” azaltmak amacıyla makineler ve dijital yönetim sistemleri devreye alınmakta, işgücü ise tasfiye edilmektedir.

Emek-sermaye çatışması: işten çıkarmalar ve işçinin denetimli tasfiyesi

Thyssenkrupp’un planladığı süreç, bir yeniden yapılandırmadan ziyade açık bir işçi kıyımıdır. Kapitalist sınıf, düşen kâr oranlarını işgücünü ucuzlatarak ve “fazla emek gücünü” tasfiye ederek telafi etme yoluna gitmektedir.

Buna karşılık IG Metall ve işçi temsilcileri karar alma süreçlerinden dışlanmış, yalnızca “bilgilendirilenler” konumuna düşürülmüştür. Bu durum, kapitalist üretim sürecinde işçilerin hiçbir gerçek söz hakkına sahip olmadığını bir kez daha ortaya koymaktadır.

Yaklaşık 20.000 çalışanın doğrudan ya da dolaylı olarak iş kaybı riskiyle karşı karşıya olduğu bu süreç, sert bir sınıf mücadelesine gebedir. Ancak IG Metall gibi büyük sendikaların varlığına rağmen, sürece karşı gelişen direnç oldukça sınırlı kalmaktadır. Sendikanın temel yaklaşımı, “zorunlu işten çıkarma olmasın, gönüllü olsun” şeklindedir. Bu tutum, “uzlaştırmacı” sendikacılığın, yani işçi sınıfının çıkarlarını sermaye düzeninin sınırları içinde çözmeye çalışan anlayışın tipik bir örneğidir.

Emekçilerin “gönüllü” olarak sermayenin sunduğu programlara yönlendirilmesi, aslında sistemin rızaya dayalı tahakküm biçimini güçlendirir. Tazminatlar, erken emeklilik teşvikleri ve “Transfergesellschaft” gibi mekanizmalar, işten çıkarmayı sosyal olarak görünmez kılar. Bu düzen, sendikacılığın nasıl sermaye düzenine entegre olduğunu da açık biçimde ortaya koyar.

Thyssenkrupp aynı zamanda çeşitli holding yapılarına bölünmek istenmektedir. Bu bölünme, her birimde çalışan işçilerin farklı çalışma ve sosyal koruma koşullarına tabi olması anlamına gelmekte ve sınıfın bütünsel bilincinin zayıflamasına yol açmaktadır. Protestolar ve grev çağrıları yapılsa da bu eylemler kısır ve sınırlı kalmakta, doğrudan sermaye düzenine meydan okuyan bir boyut kazanmamaktadır. Egemen sınıf, kendi krizinin faturasını işçi sınıfına çıkararak çözmeye çalışmaktadır.

Devlet ve sermaye ittifakı

Almanya devletinin olası müdahalesi, onun tarafsız bir hakem değil, sermayenin stratejik fraksiyonlarını koruyan bir aygıt olduğunu bir kez daha ortaya koymaktadır. Devletin savunma sanayine gösterdiği özel ilgi yalnız stratejik önceliklerle değil, bu alanın yüksek artı-değer taşıyan yapısıyla doğrudan bağlantılıdır. Bu durum, devletin yalnızca düzenleyici değil, aynı zamanda sermaye birikim sürecine doğrudan müdahil olduğunu göstermektedir. Kapitalist devlet, sermayenin uzun vadeli çıkarlarını korumakla yükümlüdür. Bu nedenle kamu kaynakları, işçilerin değil, şirket hissedarlarının riskini azaltmak için kullanılmaktadır. Çelik sektörünün “yeşil dönüşümü” için Almanya devleti tarafından sağlanan 2 milyar euroluk kamu desteği, sermaye lehine işleyen devlet-sınıf ittifakının somut bir göstergesidir.

IG Metall’in önerdiği “kamusal model”, çelik üretiminin kamusal mülkiyet altında toplumsal amaçlarla sürdürülmesini öngörmektedir. Ancak bu öneri, mevcut kapitalist çerçeve içinde yalnızca sınırlı bir reform niteliğindedir. Devletin kapitalist üretim tarzı içindeki konumu dikkate alındığında, “kamusal mülkiyet” üretim araçlarının özel ellerde toplanmasına karşı belli ölçülerde bir tampon işlevi görebilir. Ancak işçi sınıfının karşı karşıya olduğu sömürü açısından bu durum esaslı bir değişiklik yaratmaz. Üretim araçlarının özel mülkiyeti ve buna dayalı kapitalist sömürü sürdüğü sürece, anarşik üretim biçimi ve artı-değer sömürüsü de devam edecektir.

Kapitalist dönüşüm sosyalist alternatif

Thyssenkrupp’taki dönüşüm süreci, kapitalist sistemin krizler karşısında ne kadar sertleştiğini açıkça ortaya koymaktadır. Bu sertleşme, her ne kadar “dijitalleşme”, “yeşil sanayi” gibi ideolojik söylemlerle maskelense de, özünde sermayenin emek üzerindeki tahakkümünü artırmasından başka bir anlama gelmemektedir.

Sınıf mücadelesinin yeniden politikleşmesi, yalnızca ücret ve tazminat talepleriyle sınırlı kalmamalı, üretim araçları üzerindeki kapitalist mülkiyetin ortadan kaldırılması talebine dayanmalıdır. Bu da ancak sosyalist bir iktidar altında mümkündür.

Thyssenkrupp işçileri dönüşüme rıza göstermemeli, onu teşhir ederek karşı çıkmalı ve alternatif bir toplumsal düzen olan sosyalizm için örgütlenmelidir. Bu süreç, işçi sınıfının örgütsel ve politik olarak yeniden konumlanmasını zorunlu kılmaktadır.

Çözüm yalnızca işten çıkarmalara karşı durmakla değil, kapitalist üretim ve mülkiyet ilişkilerine karşı örgütlü bir karşı çıkışı örmekle mümkün olacaktır. Thyssenkrupp örneği bir kez daha şunu göstermektedir:

Kapitalizmin krizi işçi sınıfı için yıkım, sermaye sınıfı için fırsattır.

Stuttgart’tan bir emekçi