Kapitalist dünya ekonomisinin içine düştüğü yapısal kriz, ulus devletlerin çılgınca gümrük duvarları örmesine, içe kapanmasına ve kendi emekçi sınıflarına yeni bir “kurtuluş” masalı satmasına vesile oluyor.
Ancak bu, kapitalistlerin çaresizliğini ve sınıflar mücadelesinde sermayenin yeni manevra biçimlerini ifşa etmekten başka bir işe yaramıyor.
Brexit süreciyle Avrupa'nın en güçlü emperyalist merkezlerinden biri olan İngiltere’nin yaşadığı iktisadi çöküş ile Trump’ın ABD’sinin gümrük tarifeleri yoluyla küresel ticareti yönlendirme çabası, kapitalizmin krizini çözmek bir yana daha da derinleştiriyor.
2016'daki Brexit referandumu, Britanya egemen sınıflarının kendi içinde parçalanmasının ve krizin faturasını emekçi sınıflara ödetmeye yönelik hamlesinin dışavurumuydu.
Avrupa Birliği'nden kopuş, sözde ulusal egemenliğin yeniden tesisi olarak lanse edildiyse de gerçekte neo-liberalizmin ve finans kapitalin ihtiyaçları doğrultusunda şekillenen bir tasfiyenin parçasıydı.
Birleşik Krallık, kendi tarihsel pazar bağlarını keserek Avrupa sermayesiyle bütünleşmek yerine Atlantik’in öte yakasındaki Amerikan emperyalizminin “serbest ticaret” vaatlerine bel bağladı.
Bu yönelim Londra’ya pahalıya mal oldu. Bazı ekonomistlere göre, Britanya’nın toplam ticaret hacmi Avrupa Birliği içinde kalmış olsaydı %15 daha yüksek olacaktı. Verimlilikteki %4’lük düşüş, yatırımlardaki %11’lik gerileme, doğrudan sermaye akışlarının yavaşlaması ve sanayide gerilemenin derinleşmesine neden oldu.
İngiltere’nin emekçi sınıfları, Brexit’in ardından daha pahalı bir yaşama, daha güvencesiz bir çalışma rejimine, daha yoksul bir toplumsal düzene ve daha baskıcı bir siyasal yönetime mahkum edildi.
Benzer bir “içe kapanma” pratiğini ABD'de hayata geçiren Trump ise, emperyalizmin krizi karşısında tekellerin en gerici kesimlerinin çözüm arayışını temsil ediyor.
Gümrük tarifeleri, Çin ile girişilen ticaret savaşları, üretimin ulusal sınırlar içine çekilmesi yönündeki tehditler; Amerikan sermayesinin küresel ölçekteki hegemonya kaybını durdurmaya yönelik çabalardı.
Ancak bunların hiçbirisi kapitalizmin yapısal krizini çözmeye yetmedi. Brexit örneğinde görüldüğü gibi, küresel tedarik zincirlerine yapılan her müdahale, sermayenin kendi dolaşım ve üretim ağlarını da tahrip ediyor.
Örneğin ABD ya da Almanya menşeli bir otomobilin üretimi onlarca ülkeye yayılmış durumdayken, ithalata uygulanan her yeni vergi yalnızca maliyetleri artırmakla kalmıyor, aynı zamanda üretimin sürekliliğini de tehdit ediyor.
Gümrük duvarları, sınırlar ötesi kapitalist üretim ilişkilerinin iç içeliği karşısında bir hayalden ibarettir.
Bu iç içelik öyle bir düzeye ulaşmıştır ki, korumacı ekonomi politikaları bırakın “bağımsızlığı” tesis etmeyi, kapitalizmin çarklarının işleyişini belli açılardan zorlaştırıyor.
Sermaye yalnızca dolaşmak değil, ucuz işgücüne, enerjiye ve hammaddelere sınırsızca erişmek zorundadır. Gümrük vergileri bu erişimi sekteye uğrattığında fiyatlar artar, ücretler düşürülür, işsizlik büyür ve bu fatura doğrudan emekçi sınıflara kesilir.
Nitekim Trump'ın gümrük tarifeleri de yalnızca Çin ekonomisini değil, Amerikan tüketicisini de vurdu. İngiltere’nin Brexit sonrası artan ithalat maliyetleri, yükselen ipotekli konut kredileri (mortgage) ve çöken kamu hizmetleri, işçi sınıfına kesilen bu faturanın diğer örnekleridir.
Kapitalist sistemin “serbest piyasa” ideolojisiyle neo-liberalizmin “sınırsız sermaye hareketi” efsanesi çökerken, burjuvazi bu çöküşü ideolojik olarak da yönetmeye çalışıyor. İngiltere’de Burjuvazinin sol maskeli lideri Starmer, seleflerinin neo-liberal politikalarından farklı bir çizgide olamadığı için, Truss’un çöküşünü gerekçe göstererek kemer sıkma politikalarını sürdürüyor.
Yani kapitalist devlet aygıtı hangi klik tarafından yönetilirse yönetilsin, krizin bedelini emeğe ve emekçilere ödetmek esastır. İşçi sınıfıyla emekçiler mücadeleyi yükseltemediği her durumda kapitalist krizin faturasını ödemek zorunda kalıyor.
Amerika’da da aynısı yaşanıyor. Trump’ın siyasal hattı ekonomik milliyetçilik kisvesiyle sermayeyi korurken, işçilere-emekçilere yalnızca daha düşük ücretler, daha fazla borç ve daha kötü bir yaşam düşüyor.
Trump’ın NATO’dan “uzaklaşma” hamleleri, İngiltere’yi yeniden Avrupa’ya yakınlaştırmaya zorlasa da Brexit’in yarattığı deformasyon bu süreci sekteye uğratıyor.
Fransa, Brexit müzakereleri sırasında elde ettiği balıkçılık haklarının korunmasını isteyerek, İngiltere'den bu konuda taviz talep ettiği için süreç gecikiyor.
Bu çekişmelerin hiçbirinde halkların çıkarı yoktur. Emperyalist devletlerin kendi aralarındaki ve sermayenin farklı fraksiyonları arasındaki bu gerilimler, işçi emekçilere fatura ediliyor. Kapitalizmin yeni birikim rejimi arayışı bağlamında “korumacılık”, “içe kapanma” ve “milliyetçilik” bir arada seferber ediliyor.
Ancak tarihsel deneyimler, bu yolların krizden çıkış değil, yalnızca yeni krizlerin habercisi olduğunu gösterdi.
1930'ların korumacı dalgası nasıl büyük buhranı derinleştirip ardından emperyalist paylaşım savaşına yol açtıysa, bugün de aynı eğilimler küresel çapta otoriterleşme, faşizm ve militarizmi körüklüyor.
Brexit ya da Trumpizm gibi çözümler, yalnızca sermayenin çelişkilerini halklara fatura etmeye yarar. Nitekim bu politikaların bedelini yine işçi sınıfı ve ezilen halklar savaşlar, göçler, işsizlik ve yoksullukla ödüyor.
Gerçek çözüm, üretimin ihtiyaçlar doğrultusunda planlandığı, emeğin egemen olduğu sosyalist bir dünya düzeninin inşasıdır.
Bugün yapılması gereken, ulus-devletler içinde mücadeleyi geliştirmek ve enternasyonal dayanışma ile mücadeleyi uluslararası boyuta taşımak ısrar etmektir.
Kapitalizmin duvarları yükseliyor, ama bu duvarlar işçilerin değil, sermayenin mezar taşları olacaktır.