Almanya, Avrupa Birliği ve ABD tarafından desteklenen Suriye’deki Heyet Tahrir el Şam rejimi, pogrom benzeri kitlesel şiddet nedeniyle bir kez daha sarsılıyor. Batı ise yapılanları görmezden gelerek HTŞ yardımıyla Rusya’yı Suriye’den çıkarmaya çalışıyor. German Foreign Policy’den seçtiğimiz makalede, cihatçı rejimin yıllardır nasıl desteklendiğine dikkat çekilerek ve “Batı, Suriye’de planlı hareket ediyor” yorumu yapılıyor.
Fransa’da Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron’ın eylül ayında Filistin devletini tanıyacaklarını ilan etmesi büyük yankı uyandırdı. Ancak Gazze’de yaşanan soykırıma karşı Paris Belediye Meclisinde alınan sembolik bir anma kararı bile haftalardır uygulamaya konulmuyor. 3 Temmuz’da kabul edilen ve Eyfel Kulesi’nin ışıklarının Filistinli kurbanlar anısına söndürülmesini öngören öneri, hâlâ hayata geçirilmedi. Kararın uygulanmasında başı çekmesi beklenen Belediye Başkanı Anne Hidalgo’nun liderliğindeki Sosyalist Parti ise süreci susarak geçiştiriyor.
İngiltere’de ise asistan doktorlar 25 Temmuz sabah 7’de greve çıktılar. Grev 30 Temmuz sabah 7’ye kadar, yani beş gün boyunca sürecek. Asistan Doktor Michael Akadiri, The Guardian için yazdığı yazısında şöyle soruyor: “Bazıları, doktorların hayati rolümüz nedeniyle grev yapmasına izin verilmemesi gerektiğini savunuyor. Yani grev yapmak için çok değerliyiz, ama uygun şekilde ücret almak için yeterince değerli değil miyiz?”
Şam’a kadar uzanan emir zinciri
German Foreign Policy
Berlin ve AB tarafından desteklenen yeni rejimi altındaki Suriye, bir azınlığa yönelik pogrom benzeri kitlesel şiddet nedeniyle bir kez daha sarsılıyor. Son günlerde, ülkenin güneyindeki Dürzi azınlığa yönelik İslamcı çetelerin saldırılarında sayısız sivil de dahil olmak üzere en az 350 kişi öldürüldü. Mart ayında ise Alevi azınlığın 1500’den fazla üyesi pogrom benzeri kitlesel şiddet olaylarında katledildi. Gözlemciler, aralık ayında Cumhurbaşkanı Beşar Esad’ın devrilmesiyle iktidara gelen ve uzun süredir reform yaptığı iddia edilen cihatçı Ahmed Şara rejiminin, Suriye’yi güçlü bir İslamcı rotaya sokma sürecinde olduğuna ve bu rotaya karşı direnişi ortadan kaldırmak için “Alevilerin, Dürzilerin” ve diğer azınlıkların şeytanlaştırılmasına kasıtlı olarak göz yumduğuna inanıyor. Onlara göre, azınlıklara yönelik katliamlar sistematik. Alman hükümeti, 2017-2024 yılları arasında Şera ve cihatçılarının İdlib’de hayatta kalmasını kolaylaştırmakla kalmadı; diğer Batılı devletlerle iş birliği yaparak Suriye’yi Batı’ya bağlamayı ve Rusya’nın yerini almayı hedefliyor.
Suriye’de otoriter bir İslamcı rejim, Ahmed Şara’nın yönetimi altında giderek daha da kökleşiyor. Mart ayında yürürlüğe giren yeni Suriye geçici anayasası, tüm gücü uzun süredir cihatçı olan Cumhurbaşkanı Şara’nın elinde topluyor. Parlamento üyelerinin üçte biri Cumhurbaşkanı tarafından, üçte ikisi ise Cumhurbaşkanı tarafından atanan bir komite tarafından atanıyor. Geçici yönetimde İslam hukuku artık “merkezi bir yasama kaynağı” olarak anılıyor. Gözlemciler, İslamcı normların uygulanmasının bir ölçütü olarak görüldükleri için kadın haklarına özellikle dikkat ediyorlar. Büyük bir dış baskı altında, Şara, 23 üyeli hükümetine Batılı ülkelerde iyi bağlantıları olan bir Hristiyan olan tek bir kadını dahil etti. Hükümet, bir ay önce kadınlar için kıyafet yönetmelikleri çıkarmaya başladı. Bu yönetmeliklere göre, kadınlar plajlara veya yüzme havuzlarına girerken burkini giymek zorunda. Şara’nın kuzeybatı Suriye vilayetindeki İdlib’i yönettiği yıllarda, kamusal alanda daha katı kıyafet kuralları ve katı cinsiyet ayrımcılığı uygulanıyordu.
Uzmanlar, Şara’nın İslamcı bir rejim kurma sürecinde, Aleviler ve Dürziler gibi Sünni olmayan azınlıklara da baskıyı artırdığına ikna olmuş durumda. Örneğin, Oklahoma Üniversitesi Ortadoğu Çalışmaları Merkezinden Suriye Uzmanı Joshua Landis, Şara’nın “Alevilerin, Dürzilerin ve diğer azınlıkların kamusal alanda şeytanlaştırılmasına” kasıtlı olarak izin verdiğini ve “Onları disiplin altına almak ve başlarını kaldırmamaları için içlerinde korku uyandırmak” amacını taşıdığını savunuyor. Yılın başından bu yana, Alevilere karşı tutum giderek daha da kızışıyor. Cinayetler de dahil olmak üzere saldırılar, mart ayı başına kadar arttı. Bu tarihte, cihatçılar da dahil olmak üzere Sünni milisler, silahlı çeteler ve resmi güvenlik güçlerine bağlı unsurlar, birkaç gün süren bir pogromda binden fazla Alevi sivili öldürdü. Reuters haber ajansının araştırmasına göre, ölü sayısı yaklaşık 1500; düzinelerce Alevi de kayıp. Reuters, emir komuta zincirinin Suriye kıyısındaki Alevi yerleşim bölgelerindeki katil milislerden, Şam’daki yeni yöneticilerin yakın çevresinde Şara’ya kadar uzandığını gösterdi...
Almanya, Suriye’deki gelişmelerden ortak sorumludur. Örneğin, 2017 ile 2024 yılları arasında Berlin, yardım fonlarıyla Suriye’nin kuzeybatısındaki İdlib vilayetinde Şara liderliğindeki cihatçı milis grubu Heyet Tahrir el Şam’ın (HTŞ) yönetiminin istikrarına katkıda bulundu. Şara’ya aralık 2024’te Şam’da iktidarı ele geçirdiğinde, dönemin Kalkınma Bakanı Svenja Schulze (SPD) şöyle demişti: “İrtibatlarımız var, şu anda önemli olan birçok aktörü tanıyoruz.” Dahası, Alman hükümeti, Devlet Başkanı Beşar Esad döneminde son derece sert yaptırımlarla Suriye ekonomisini çökertmeye yönelik çabalara aktif olarak katıldı. Yoksul nüfusla ilgili olarak, kamu yayın kuruluşu Tagesschau 2020’de şöyle demişti: “Yoksulluk ve zorluk Suriyelileri cesur kılıyor.” Bu, Almanya’nın Suriye halkını Esad’a karşı açlık isyanına sürükleme girişimine atıfta bulunuyordu. Bütün bunlar, cihatçı milis örgütü HTŞ’nin İdlib’deki yönetim yöntemlerinin hiçbir şüpheye yer bırakmadığı bir dönemde yaşandı: Orada, Aleviler de Dürziler de Sünni İslamcılar da IŞİD’e ait olarak görülüyordu.
Alman hükümeti, jeostratejik nedenlerle Batılı devletlerin Şara’ya yönetimindeki Suriye’yi Batı’ya sıkı sıkıya bağlama çabalarına katılıyor. Örneğin, ABD Başkanı Trump, mayıs ayı ortasında Suudi Arabistan’ın başkenti Riyad’da Suriye lideriyle yaptığı bir toplantıda, ülkeye yönelik ABD yaptırımlarını kaldıracağını duyurdu. Şimdi de bunu yaptı. Trump ayrıca, İsrail’in Birleşik Arap Emirlikleri, Bahreyn, Fas ve Sudan ile imzaladığı İbrahim Anlaşmalarını örnek alan bir anlaşma için Suriye’ye baskı yapmaya çalışıyor. Batı’nın güçlü baskısı altındaki Şara, görünüşe göre İsrail ile resmi bir iş birliğine girmeye hazır. AB de mayıs ayında Suriye’ye yönelik yaptırımlarını büyük ölçüde kaldırdı. Bu aynı zamanda Suriye’deki Rus etkisini nihai olarak ortadan kaldırmayı amaçlıyor. Rus silahlı kuvvetleri, Lazkiye yakınlarındaki Tartus Deniz Üssünü ve Hmeymim Hava Üssünü kullanmaya devam ediyor. Brüksel ve Berlin, Şam’a Rusya ile kalan bağlarını kesmesi için güçlü baskı uyguluyor. İran’ın Suriye’deki etkisi, Batı’nın ısrarı üzerine büyük ölçüde azaldı.
Suriye’de azınlıklara yönelik tekrarlanan pogromlar ve katliamlar, yeni bir iç savaşı artık gerçekçi bir ihtimal gibi gösteriyor. Ayrıca Batı’nın jeostratejik planlarını da tehlikeye atıyor. Bu nedenle Trump yönetimi, Dürzilere karşı yürütülen mücadeleyi durdurması için Şam’a büyük baskı uyguladı. Bu, en azından şimdilik başarılı oldu. Ancak ateşkesin devam edip etmeyeceği hâlâ belirsizliğini koruyor. İsrail’in uzun süredir Suriye’ye askeri müdahalede bulunması göz önüne alındığında, bu durum daha da belirsiz. İsrail, uluslararası hukuku ihlal ederek ilhak ettiği Golan Tepelerini işgal etmeye devam etmekle kalmıyor, aynı zamanda bitişiğindeki bir tampon bölgeyi de işgal ediyor ve Dürzilerin koruyucusu olma bahanesiyle Suriye’deki hedeflere düzenli olarak saldırılar düzenliyor. Son günlerde İsrail silahlı kuvvetleri, Şam’dan Süveyda’ya giden Suriye tanklarını bombaladı; daha sonra ikinci kez Şam’daki cumhurbaşkanlığı sarayının hemen yakınındaki bir hedefe saldırdılar ve sadece ordu karargahını değil aynı zamanda Savunma Bakanlığını da bombaladılar. İsrail’in Diaspora Bakanı Amichai Chikli, Şara’nın “Derhal ortadan kaldırılmasını” talep etti. İsrail hükümeti bununla Suriye’yi çöküşe bir adım daha yaklaştırıyor. Batı planlı hareket ediyor.
Çeviren: Semra Çelik
Filistinliler için sembolik anma: Paris Belediyesinin sessizliği
Agence Média Palestine
Paris Belediye Meclisinde, Yeşiller’in Filistin’le dayanışma amacıyla sunduğu bu yedinci öneri 3 Temmuz’da nihayet kabul edildi. Karara göre Paris kenti, hem öldürülen Filistinli ve İsrailli sivilleri anmak hem de Filistinli kurbanlara fahri hemşehrilik ünvanı vermek amacıyla Eyfel Kulesi’ni karartacaktı. (7 Ekim sonrası Hamas tarafından rehin alınan İsraillilere 2024 yılında aynı ünvan verilmişti.)
Kararın oy birliğiyle kabul edilmesinden üç hafta sonra, Paris Belediye Meclisindeki Yeşiller ve komünist grupların üyeleri hâlâ Eyfel Kulesi’nin ne zaman karartılacağına dair bir bilgi bekliyor. Oysa 4 Temmuz’da, oylamanın hemen ertesi günü, Yeşiller Grubu Başkanı Fatoumata Konaté, Paris Belediye Başkanı Anne Hidalgo’ya (Sosyalist Parti) bir mektup göndermişti.
Konaté, bu mektubunda Eyfel Kulesi’nin karartılacağı tarihin belirlenmesini ve Filistinli sivillere fahri hemşehrilik ünvanı verilmesinin Paris Belediye Meclisi gündemine alınmasını talep etmişti. Ancak bu çağrı yanıtsız kaldı. Filistin Medya Ajansına konuşan Yeşiller Grubu Başkan Yardımcısı Jérôme Gleizes durumu şöyle özetledi: “Karara karşı çıkmadılar ama sessizlik her şeyin önüne geçti”
Çifte standart iddiası güçleniyor
Bu sessizlik, Paris Belediyesinin daha önce benzer durumlarda gösterdiği hassasiyetle karşılaştırıldığında dikkat çekiyor. Örneğin 2023 yılında Dağlık Karabağ halkıyla dayanışma amacıyla alınan karar oy birliğiyle geçmiş, 2025 şubatında ise Eyfel Kulesi Ukrayna bayrağının renkleriyle aydınlatılmıştı. Bu nedenle bazı çevreler, Filistin konusunda sergilenen tutumu “çifte standart” olarak nitelendiriyor...
Gazze’deki soykırım derinleştikçe, belediye çoğunluğu içindeki dengeler de değişmeye başladı. Daha önce çekimser kalan bazı siyasetçiler artık inisiyatif alıyor. İsrail ablukası altında bir halkın açlığa mahkum edilmesi, artan sivil ölümleri ve uluslararası kuruluşlardan ardı ardına gelen soykırım suçlamaları, başlangıçta çekingen davranan bazı üyeleri tutumlarını değiştirmeye zorladı.
Bu süreci etkileyen bir başka unsur da 2026 belediye seçimlerinde Sosyalist Partinin adayı olarak Emmanuel Grégoire’ın belirlenmesi oldu. Gleizes’e göre, “Grégoire’a destek verenlerin çoğu bizimle aynı fikirdeydi”, bu nedenle bazı üyeler artık Filistinli sivillerle dayanışma için sembolik adımları daha rahat destekliyor.
Ay başında kabul edilen karar bağlayıcı olmasa da Gleizes kararlı: “Bence er ya da geç bu Eyfel Kulesi karartması gerçekleşecek.” Ancak o zamana dek, Paris Belediyesinin sembolik bir karartma konusunda tereddütleri sürerken, Gazze’de Filistinlilerin katliamı ve açlığa mahkum edilmesi devam ediyor.
Çeviren: Ali Rıza Yıldırım
Benim neslimdeki doktorlar bu grevi destekliyor: Bunun nedenini anlamak için tıp diplomasına gerek yok
Michael Akadiri
The Guardian
İngiltere’deki asistan doktorlar 25 Temmuz sabah 7’den 30 Temmuz sabah 7’ye kadar, tam beş gün boyunca grevde olacaklar.
Ben de dayanışma içinde onlara katılacağım. Sınıf olarak asistan doktor olmama rağmen, şu anda NHS (ulusal sağlık sistemi) İngiltere’de serbest olarak çalışıyorum, bu nedenle “geliştirilmiş grev oranları” gibi cazip tekliflere rağmen, söz konusu günlerde çalışmamayı seçerek meslektaşlarımı destekleyeceğim.
Doktorlar kamu sektöründe ücret anlaşmazlığı yaşadıklarında, “kahraman” statümüz, sorumluluktan kaçma ve kişisel çıkar peşinde koşma suçlamalarıyla kaybolur. Bu tutumlar, farklı nesil doktorlar arasında bile görülür.
Bu sektörde para konusunu tartışmak tarihsel olarak tabu olmuştur. 2011 ile 2016 yılları arasında tıp fakültesinde okuduğum dönemde, öğrencilerin “Para kazanmak için” tıp okumak istediklerini ima ettikleri için deneyimli doktorlar tarafından azarlandıklarını hatırlıyorum. “Gözlerinde para işareti olan” öğrencilere ise şehirde bir kariyer aramaları tavsiye ediliyordu. Finansal konuları tartışmaya gerek yoktu, çünkü doktorluğun zorlu ve asil bir meslek olduğu, sizi zengin yapmayabilir ama finansal açıdan güvende olmanızı sağlayacağı anlaşılıyordu.
Bu tür bir mali güvencenin örneği olarak danışmanları gösterebiliriz. Yıllarca süren zorlu bir eğitimin ardından, mesleğinin zirvesine, en üst noktasına ulaştıkları söylenebilir. Birçoğu, hafta sonları asistan doktor meslektaşlarının yerini dolduruyor, böylece asistanlar güvenli bir şekilde grev yapabiliyor. Bildirildiğine göre, bir vardiya için 6 bin sterlin talep etmeleri tavsiye ediliyor. Bazıları bu ücretlere itiraz edebilir, ancak en iyi avukatlar mesai saatleri dışında çalışmak için ne kadar ücret talep ederler?
Danışman olmak hiçbir şekilde bir garanti olmadığı için, 100 bin sterlinin üzerinde borçları ve acımasız bir çalışma programı olan asistan doktorların koşulları zorludur. Buna bir de maaşları ekleyin; 2008’deki bir doktora kıyasla reel olarak yüzde 20 daha az. O zaman, asistan doktorların morallerinin neden düşük olduğunu anlayabilirsiniz.
Geçen yıl yapılan bir araştırma, İngiliz halkının en az yarısının, o zamanlar hâlâ yeni genç doktorlar olarak bilinenlerin maaşlarının çok düşük olduğunu düşündüğünü ortaya koydu. Ancak halkın desteği şu anda düşüşte, yüzde 49 greve karşı çıkıyor ve grevlerin açıklanmasından bu yana ana akım gazetelerin manşetleri, bizi sadece banka hesaplarımıza daha fazla para eklemek için NHS’yi kasten engellediğimiz şeklinde resmediyor.
Bu tür endişeler, İngiliz Tabipler Birliğinin (BMA) gündeminde öncelikli bir yer tutmaz, çünkü birliğin görevi üyelerine en iyi anlaşmayı sağlamak ve oy kullanan asistan doktorların yüzde 90’ı grevi destekledi. Son genel seçimlerde mevcut hükümet bile bu kadar destek almadı.
Bir arkadaşım “Z kuşağı BMA” terimini icat etti. BMA’nın asistan üyelerinin nesil dağılımı hakkında elimde veri olmasa da, yaklaşımları açısından Z kuşağı olduklarını söyleyebilirim: Hedefleri konusunda korkusuz ve kararlılar ve para konusunu tartışmanın tabu olduğu günler geride kaldı. BMA’nın şu anki hali muhtemelen şöyle diyecektir: “Biz X kadar maaş alıyoruz ve kesinlikle Y kadar maaş alan geçmişteki meslektaşlarımızdan daha az değerli değiliz.”
Bu tutum, bazı yaşlı üyelerin tutumuyla çelişmektedir. Emekli doktorlar, asistan doktorların yaklaşımına katılmadıkları için BMA üyeliklerini kamuoyuna açık bir şekilde bırakmışlardır. Elbette, asistan meslektaşlarını destekleyen danışman ve kıdemli meslektaşlar da vardır, ancak bu nesil çatışmalarının daha geniş toplumsal anlaşmazlıklarla paralellik gösterdiğini düşünüyorum.
Z kuşağı ve bir dereceye kadar Y kuşağı, genellikle çalışmaktan kaçınan ve geçmişteki meslektaşlarının yaptığı fedakarlıkları yapmaya veya emek harcamaya istekli olmadıkları için suçlanıyor. Ancak, bu genç nesillerin kendi değerlerinin farkında oldukları ve sadece “işlerini yapmaya” istekli olmadıkları da söylenebilir. İnandıkları şeyleri savunmaya hazırlar. Bu övgüye değer bir şey değil mi?
Halkın bazı kesimleri kesinlikle böyle düşünmüyor. İnternette yapılan hızlı bir araştırma, birçok eleştiriye rastlanıyor: Peki ya diğer kamu görevlileri? Hemşireler, öğretmenler veya itfaiyeciler ne olacak? Onlar maaş zammını hak etmiyor mu?
Saygıyla belirtmek isterim ki, bu mesleklere ve ilgili sendikalara ait bir konudur. Sendikalar, üyelerini temsil etmek ve onların çıkarlarını korumak için vardır. BMA neden hemşirelerin, öğretmenlerin veya itfaiyecilerin çıkarlarını gözetsin ki? Bununla birlikte, kamu görevlileri arasında dayanışma olmalı, bir yarışma olmamalı.
Grev eylemi, işleri aksatmak içindir. Ancak, araştırmalar grev eyleminin hastanedeki hasta ölüm oranları üzerinde önemli bir etkisi olduğuna dair hiçbir kanıt bulamamıştır. Hastalar, grev olmayan günlerde olduğundan daha fazla zarar görmemektedir.
Bazıları, doktorların hayati rolümüz nedeniyle grev yapmasına izin verilmemesi gerektiğini savunuyor. Yani grev yapmak için çok değerliyiz, ama uygun şekilde ücret almak için yeterince değerli değil miyiz? Bu nasıl mantıklı olabilir?
Çeviren: Sarya Tunç
(Dış Haberler)
Evrensel / 27.07.25