Dreyfus’un ruhu Türkiye’de dolanıyor...

Yargıda çürüme!

Erdoğan başta olmak üzere pek çok AKP’linin yıllardır diline pelesenk ettiği “ileri demokrasi” ve “milli irade” gibi söylemlerin sahteliğini herkes gördü. Bu safsataların artık AKP tabanında dahi bir inandırıcılığı kalmamıştır.

  • Kızıl Bayrak yazıları
  • |
  • Güncel
  • |
  • 13 Nisan 2025
  • 10:30

Tarihe baktığımızda bir yığın benzer nitelikte olay görebiliriz. Örneğin yaşandığı dönem tarihe damga vurmuş olan “Dreyfus Vakası”, nedenleri ve sonuçları bakımından dünün bugünle kesişme noktasında derslerle dolu bir örnektir.

Fransa’da tarih 1894 yılının Eylül’ünü gösterdiğinde, Alfred Dreyfus adlı Yahudi kökenli bir yüzbaşı casuslukla suçlanarak yaşam boyu hapis cezasına çarptırır. Tutuklama düzmece deliller, sahte belgeler ve siyasi baskılarla gerçekleştirilir. Dönemin Fransa’sında büyük bir siyasi krize dönüşen olay bağımsız yargı, demokrasi, insan hakları vb.’nin nasıl ayaklar altına alınabileceğini gösterir.

Dreyfus’un suçlanması ve tutuklanmasının ardından gelişen süreçte, Dreyfus’un masum, Ferdinand Walsin Esterhazy isimli bir Fransız subayının ise esas suçlu olduğuna dair iddialar ortaya atılır, bunu gösteren çeşitli kanıtlar ortaya çıkar. Ancak iddia ve kanıtlara kulak tıkayan Fransız generalleri, göstermelik bir yargılama yapıp oy birliği ile suçsuz ilan ettikleri Esterhazy’i serbest bırakır.

Yahudi karşıtlığı üzerinden gerçekleştirilen bu olay büyük tepkilere yol açar. Usta yazar Emile Zola bu hukuksuzluk karşısında sessiz kalamayarak dönemin cumhurbaşkanına “Suçluyorum!” başlıklı bir açık mektup yazar. Onun yaşanan adaletsizliğe karşı bu mücadelesi Fransa’dan sürgün edilmesine yol açar.

Zola sürgün edilse de Dreyfus Vakası’nda yaşanan hukuksuzluğa karşı gelişen toplumsal hareket, Fransız devletine geri adım attırır. Yüzbaşı Dreyfus aklanarak hapisten çıkar. Fransa Cumhurbaşkanı Dreyfus’tan özür dilemek zorunda kalır.

***

Ülkede ekonomik ve sosyal krizin faturası ağırlaşıyor. On milyonlarca işçi ve emekçi açlık sınırı altında bir ücretle yaşamaya mahkûm edilmiş durumda. Ekonomiyi düzeltme, enflasyonu düşürme adı altında emekçilere kemer sıkma politikalarını dayatan iktidar, kapitalistleri ise yeni rant alanları, teşvikler ve vergi afları ile ödüllendiriyor.

Geniş yığınlara yönelik ekonomik ve sosyal saldırılar artarken, muhalifler üzerindeki baskılar da boyutlanıyor, demokratik hak ve özgürlükler gasp ediliyor. Bu saldırganlık, AKP-MHP iktidarının ekonomik ve politik sıkışmışlığını gözler önüne seriyor. Gelinen noktada sermaye cephesi bile tek adam rejimine dair memnuniyetsizliğini açıklama ihtiyacı duyuyor.

Çoktan meşruiyetini yitirmiş olan faşist rejim iktidarda kalabilmek için dizginlerinden boşalmış bir şekilde saldırıyor. En ufak bir muhalefete dahi tahammül gösteremeyen Erdoğan kayyım, fezleke ve soruşturmalarla muhalefete yönelik kapsamlı bir saldırı yürütüyor. Pek çok il ve ilçe belediyesine kayyım atayan rejim, son olarak İBB başkanı Ekrem İmamoğlu ve bir dizi insanı yolsuzluk, terör vb. suçlamalar ile tutuklayarak cezaevine gönderdi.

İmamoğlu’nun diplomasının iptal edilmesi ve yolsuzluk soruşturması gerekçesiyle tutuklanmasının tetiklediği eylemler yaygınlaşarak genel bir halk hareketine dönüştü. Bu eylemlerin yaygın ve militan bir şekilde ilerlemesinin motor gücünü gençlik oluşturdu. Üniversiteler boykot edilerek öğrenciler sokağa çıktı. Gençliğin protesto ve eylemlere aktif katılımını hazmedemeyen faşist rejim, yükselen hareketi bastırmak için yeni bir saldırı dalgası başlattı.

***

Erdoğan başta olmak üzere pek çok AKP’linin yıllardır diline pelesenk ettiği “ileri demokrasi” ve “milli irade” gibi söylemlerin sahteliğini herkes gördü. Bu safsataların artık AKP tabanında dahi bir inandırıcılığı kalmamıştır. Bunu çok iyi bilen Erdoğan, tam bir zorbalıkla muhalif kesimleri bastırmaya çalışıyor. Rejim polis terörü ve “bağımsız yargı” aparatını kullanarak hedeflerine ulaşmaya çalışıyor. 

Yargı elbette bu ülkede hiçbir dönem bağımsız olmadı. Ancak gelinen yerde yargıdaki çürüme öyle bir boyut kazandı ki, burjuva hukukuna uygun karar alan bir mahkeme mumla aranır oldu. Rejim karşıtı hemen herkes dayanaksız ve sahte delillerle hırsızlık, yolsuzluk, terör, vatana ihanet vb. suçlamalarla yargılanabiliyor.

Dreyfus Vakası’nda sahte kanıtlara dayalı yargılamayı mahkûm eden Zola şunları söylüyordu: “Bütün bunlar da tek ve çocuksu bir suç kanıtına, düşmana verildiği söylenen şu ünlü sırların hemen hepsi de değersiz olduğundan, yalnızca bayağı bir ihanet değil, aynı zamanda sahteciliklerin en yüzsüzü olan bu saçma bordroya dayandırılmıştır.” 

“Dreyfus’un suçsuz olduğunu biliyorlar ve bu tüyler ürpertici şeyi kendilerine saklıyorlar” diyen Zola, bugün Türkiye’de yaşananları görseydi kim bilir neler yazardı.

Bir taraftan eylemlere katıldıkları için işkence ve ev baskınlarıyla gözaltına alınan öğrenciler suçlu bulunup hapse kapatılıyor, öte taraftan insanları domuz bağı ile öldüren eli kanlı katiller, Tayyip Erdoğan’ın “özel affı” ile serbest bırakılıyor. Bir taraftan boykot yaparak tepki gösterenlere karşı soruşturmalar açılıyor, öte taraftan kamu mallarını kendi zimmetine geçiren AKP’li belediyeler ve yandaş şirketlere tek bir soruşturma açılmıyor. Tam bir arsızlıkla, tüm bunların “demokrasi ve hukuk” çerçevesinde yapıldığı iddia ediliyor.

“Evet! Bu utanç verici gösteriyi izliyoruz, borçlar ve suçlar altında ezilmiş kişiler suçsuz ilan ediliyor. (...) Bir toplum bu noktaya geldiği zaman, artık çürümeye başlamış demektir.” (Emile Zola, Suçluyorum)

K. Torlak