Emperyalist savaş aygıtı yalnızca tanklardan, toplardan, nükleer başlıklardan ibaret değildir. O aygıt yollarla, köprülerle, demiryollarıyla, daha ötesinde siyasal bir irade, ideolojik bir saldırganlık ve sermaye-devlet bütünlüğüyle işler hale gelir. Alman emperyalizmi bu yolda hızla ilerliyor.
Almanya’da Baden-Württemberg eyaleti komutanı Michael Giss’in son açıklamaları, NATO'nun Rusya sınırlarına doğru planladığı devasa askeri sevkiyatın arka planında nasıl bir sivil altyapı hazırlıklarının başlatıldığını gözler önüne seriyor. Savaşın altyapısı olarak otoyollar, demiryolları ve köprülere ilişkin bütçe planları merkezi hükümet ve eyalet meclislerinde hazırlanıyor.
Eyalet komutanı Giss, “barışçıl Alman toplumunun artık savaş zihniyetine geçmesi gerektiği” yönünde çağrı yapıyor ve bunu militarist bir ajitasyonla sürdürüyor. Sözde “savunma refleksi”yle meşrulaştırılmak istenen bu çağrı, özünde Almanya’yı NATO’nun doğuya dönük saldırgan politikasında merkez üs haline getirmeyi hedefliyor. Giss’in ifadeleriyle, “NATO ordularının yüzde 99’u Almanya topraklarından geçecek”! Bu yalnızca lojistik bir sorun değil, militarist devlet yapısının baştan aşağı yeniden inşası anlamına geliyor.
Savaşın gereği olarak inşa edilen altyapı
Kamuoyuna “altyapı yatırımı”, “ulaşım modernizasyonu” ya da “krizlere karşı dayanıklılık” gibi kavramlarla sunulan bütçe kalemleri, gerçekte savaş hazırlıklarının “sivil” yüzünü temsil ediyor. Komutan Giss'in verdiği sayılar bunu netleştiriyor: Almanya, kısa sürede 800 bin NATO askerini ve ağır teçhizatını doğuya doğru sevk etmeye olanak tanıyacak bir altyapı inşa etmeye hazırlanıyor. Bunun için otobanların, köprülerin ve demiryollarının da bu devasa yükü taşıyabilecek kapasiteye ulaştırılması gerekiyor.
2-3 Nisan tarihlerinde Nürnberg’de toplanan Eyalet Ulaştırma Bakanları Konferansı da, “sivil ulaştırma altyapısına ayrılan bütçenin savunma kapasitesinin ayrılmaz bir parçası” olduğunu ilan etti. Bunun anlamı yeterince açık. Sermaye devleti, toplumsal ihtiyaçlara değil savaş aygıtının çıkarlarına göre yeniden yapılandırılıyor. Ekmek değil mermi, barınak değil sığınak, okul değil karargâh için yatırım yapılıyor.
Savaşın iç cephedeki komiserleri
Baden-Württemberg eyaleti İçişleri Bakanı Thomas Strobl’un yaptığı açıklamalar, bu militarist stratejinin burjuva siyaset kurumları tarafından da desteklendiğini gösteriyor. Strobl, “on yıllardır olmadığı kadar somut bir şekilde savaşa hazırlanmalıyız” diyerek, halkı savaş psikolojisine sürükleme görevini üstleniyor. Bu çağrı bir “güvenlik” endişesiyle yapılmıyor. Barışçıl refleksleri törpüleyerek kitleleri milliyetçilikle yoğurma amacı taşıyor. Yıkılan siren sistemlerinden ve artık kullanılmayan sığınaklardan söz eden Strobl, “Soğuk Savaş”ın ardından dağıtılan yapıları yeniden inşa etme çağrısı yapıyor.
“Sivil-askeri işbirliği” adı altında tüm toplumsal kaynakların ordu hizmetine tahsis edilmesi açıkça ilan edilmiş bulunuyor. Strobl’un sözleriyle, pandemi ve sel gibi afetlerde sivil otoritelere yardımcı olan ordu, bundan böyle “acil durumda” sivil yönetimden destek alacak. Bu, “burjuva demokrasisi”nin fiilen askıya alınacağı bir savaş rejiminin habercisidir.
Kapitalist “barış”, savaşa verilen aradır!
Yükseltilen bu savaş söylemi ve altyapı mobilizasyonu, NATO’nun doğuya doğru genişleme stratejisinin yalnızca bir parçasıdır. Asıl mesele, kapitalist dünyanın hegemonya krizidir. Ukrayna savaşı üzerinden Rusya’yı kuşatmaya çalışan Atlantik cephesi, aynı zamanda kendi ekonomik ve siyasi krizlerini bir “dış düşman” yaratarak aşmaya çalışıyor. Bu amaçla, emekçilerin vergileriyle oluşturulan “özel fonlar” doğrudan savaş makinelerine tahsis ediliyor.
Yapılmak istenen çok açık: Sermayenin yeniden üretimini savaş ve yıkım üzerinden sürdürmek. Barışçıl işbirliği, sosyal adalet ya da iklim sorunu gibi meseleler artık bir kenara itilmiştir. Yerine betonlaşan otoyollar, silah yüklü trenler, 800 bin askerin geçeceği köprüler konuşuluyor. Sermaye krizini başka halkların üzerine yıkarken, kendi halkını da bu savaş cephesinin iç destekçisi konumuna dönüştürmeye çalışıyor.
Sözkonusu olan bir “güvenlik refleksi” değil açık bir sınıfsal tercihtir. Emekçi sınıfların sırtından geçinen sermaye devleti asalak yapısını sürdürmek için yeni bir savaş rejimi inşa ediyor. Emekçiler için bu yalnızca yeni bir vergi yükü değil, çocuklarını toprağa gömecekleri bir savaşın davetiyesidir aynı zamanda.
Gerçek barış ancak emekçi sınıfların kapitalizme ve emperyalist saldırganlığa karşı örgütlü mücadelesiyle mümkündür. Altyapıya yapılan yatırımların ardında hangi sınıfın çıkarının olduğu sorulmadan, “güvenlik” ya da “dayanıklılık” adına yürütülen projeler sorgulanmadan barış savunulamaz. Bugün otoyollardan ve demiryollarından başka halklara ölüm götürmek için geçecek olan tankların yarın burada da ölüm kusacağı gerçeği unutulmamalıdır. Buna dur demek ve mücadele etmek, savaşsız bir gelecek isteyen herkesin tarihsel sorumluluğudur.