Kapitalist-emperyalist sistem, içine düştüğü yapısal krizleri yönetebilmek için yeni bir yağma ve sömürü dalgası başlatmış durumda.
Bu dalganın bir ayağını Yeşil dönüşüm”, “temiz enerji” gibi pek çevreci söylemlerin eşliğinde sürdürülen kritik mineraller üzerine süregiden mücadele oluşturuyor.
Elektrikli araçlardan savunma sanayine, yenilenebilir enerji teknolojilerinden dijital altyapıya kadar pek çok stratejik alanda kullanılan bu mineraller, emperyalist güçler arasında yeni bir jeopolitik kapışmanın merkezine oturdu.
Lityum, kobalt, nikel, bakır, nadir toprak elementleri ve platin grubu metaller gibi yüksek arz riski taşıyan kaynaklar, emperyalistlerin yeni yağma hedefleri haline geldi.
Bu stratejik minerallerin kontrolü, yalnızca ekonomik çıkarlar açısından değil, aynı zamanda askeri ve siyasi üstünlük açısından da belirleyici hale gelmiş durumda.
Emperyalist güçler, bu kaynakların bulunduğu bölgelerde nüfuzlarını artırabilmek için askeri üsler kurmaktan, yerel yönetimleri manipüle etmeye, çatışmalar kışkırtmaya kadar pek çok kirli/kanlı araca başvuruyor.
Doğal zenginlikleri yağmalanan yerli halklar ise ekolojik yıkım, yerinden edilme ve artan yoksullukla bu politikaların bedelini ödüyor.
Kritik minerallere talep artıyor
Uluslararası Enerji Ajansı'nın verilerine göre, 2040’a kadar lityum talebinin 42 kat, kobaltın 6 kat artması bekleniyor.
Bu artış, sözde "temiz enerji" dönüşümünün arkasındaki sömürü ilişkilerini gözler önüne seriyor. AB ülkeleri kritik mineral ihtiyacının %98’ini ithalatla karşılamakta, Çin ise bu minerallerin işlenmesinde açık ara önde gidiyor. Bu tablo, ABD’nin Çin’i hedefe koymasının ardındaki stratejik nedenlerden birini de açığa vuruyor.
Emperyalist talanın spesifik hedefleri
Bu yağma savaşında Ukrayna ve Grönland “yeni” spesifik alanlar olarak öne çıkıyor. Emperyalist güçler, kritik mineraller açısından zengin olan Ukrayna üzerinde üç yılı aşkın bir süredir kapışıyor.
Savaşın yıkımı altında ezilen bu ülkede, kimi tahminlere göre yaklaşık 500 bin ton lityum rezervi bulunuyor. 2025’te ABD ile imzalanan “niyet anlaşması”, ABD’nin bu kaynaklara el koymasının yolunu açmış bulunuyor.
Emperyalistlerin kaynak gaspı, “yeniden yapılanma” diye adlandırılıyor.
Grönland da emperyalist rekabetin odak noktalarından biri olarak gündemdeki yerini koruyor.
Nadir toprak elementleri, uranyum ve demir bakımından zengin olan Grönland, ABD, Çin ve Rusya arasında süren jeopolitik hesaplaşmanın merkezinde yer alıyor.
Trump yönetiminin adayı satın alma girişimi, emperyalistlerin çıkarları uğruna nasıl pervasızlaşabileceğini gösteriyor.
Sömürüye mahkum edilen coğrafyalar
Afrika, Latin Amerika ve Asya’daki pek çok ülke, emperyalist merkezlerin hammadde ihtiyacını karşılamak üzere yağmalanıyor. “Yardım” paketleri, borçlar ve altyapı yatırımları gibi araçlarla bu ülkeler sömürgeci zincirlere mahkûm ediliyor. Kobaltın %70’i Kongo’dan, lityumun %60’ı Latin Amerika’daki “Lityum Üçgeni”nden çıkarılıyor. Ancak bu zenginliğe rağmen bu bölge halkları açlık, işsizlik ve yoksullukla boğuşuyor.
Yeni ortaklıklar, eski sömürü ilişkileri
ABD ve AB öncülüğünde kurulan “Maden Güvenliği Ortaklığı”, Çin tekelini kırmak iddiasıyla ortaya çıksa da bu yapı esasen işbirlikçi rejimler aracılığıyla yeni sömürü mekanizmaları kurmayı hedefliyor.
Türkiye, Arjantin, Kazakistan gibi ülkeler bu sistemde sadece ucuz iş gücü ve hammadde kaynağı olarak yer bulabiliyor. Bir başka deyişle, emperyalist paylaşımın bir tarafı değil, alanı oluyorlar.
Bugün kritik mineraller üzerinden yürütülen paylaşım savaşları, emperyalist sistemin yıkıcı doğasını bir kez daha gözler önüne seriyor. Borçlandırma politikaları, siyasi müdahaleler, doğrudan işgaller bu savaşın araçları olarak kullanılıyor. Dünya halkları, işçi sınıfı ve emekçiler için bu dönüşüm yıkım, yoksulluk ve savaş tehdidi anlamına geliyor.
Karl Marx’ın kapitalizmin “baharında” dile getirdiği gibi, kapitalist sistem doğası gereği, sermayenin büyümesi uğruna insanı ve doğayı tüketmeye “son baharında” da devam ediyor.
Bu “son baharı” kışa çevirmekte onun mezar kazıcısı işçi-emekçi sınıflara ve dünyanın yoksul halklarına düşüyor.