“Emperyalizm, barış istemez; onun istediği şey, pazarların yeniden paylaşımıdır. Bu da kaçınılmaz olarak savaşı getirir.”
V. İ. Lenin
Kapitalizmin yapısal krizlerinin derinleştiği, hegemonya savaşlarının yeni cephelerle yaygınlaştığı bir tarihsel momentte, ABD emperyalizmi Asya-Pasifik hattında saldırgan hamlelerini yoğunlaştırıyor.
Irak ve Afganistan işgalleriyle 21. yüzyılın başında emperyalist saldırganlığın başını çeken ABD, şimdi rotasını 'yükselen rakibi' Çin'e çevirmiş durumda.
Bu yönelim, ekonomik rekabetin yanı sıra, askeri tahkimatlar ve vekalet savaşlarıyla derinleşen, dünya ölçeğinde bir paylaşım savaşı riskini içinde barındıran emperyalist bloklaşmayı yansıtmaktadır. Tayvan üzerinden tırmandırılan kriz, yalnızca bölgesel bir gerilim değil; yeni bir dünya savaşına doğru açılan sürecin ara halkalarından biridir.
ABD Savunma Bakanlığı’nın Japonya ve Avustralya’ya Tayvan üzerinden çıkabilecek bir çatışmada açık ve somut taahhütler vermeleri yönünde baskı yapması, emperyalist kampın iç ilişkilerini yeniden dizayn etmeye dönük bir adımdır.
Basına yansıyan bilgilere göre, Pentagon’un kilit isimlerinden Elbridge Colby, Japon ve Avustralyalı yetkililere doğrudan “tarafınızı seçin” dayatması yapmış, askeri tatbikatlar, savunma harcamaları ve savaş senaryoları üzerinden açık tutum almaya zorlamıştır.
Çin’i kuşatma stratejileri
Tayvan, ABD emperyalizmi açısından Çin'e karşı yürütülen kuşatma politikasının stratejik bir ayağıdır.
1949’da Çin Halk Cumhuriyeti’nin kurulmasından bu yana batı emperyalizminin Çin’e karşı bir koz olarak kullandığı ada, günümüzde doğrudan emperyalist mücadelenin en kırılgan fay hatlarından biridir.
ABD’nin Tayvan üzerinden izlediği politika yalnızca Çin’e karşı bir 'caydırıcılık' arayışıyla sınırlı değildir. Esas olarak, Çin’i köşeye sıkıştırmayı, iç siyasetinde istikrarsızlık yaratmayı ve askeri gerilimi yükseltmeyi hedefleyen bir stratejidir. Bu politikanın temelinde ise, Çin’in kapitalist-emperyalist sistem içindeki özgün konumu ve 'engellenemeyen' yükselişi vardır.
Çin’in kapitalist restorasyon sürecinden geçmiş olması, ABD’nin saldırgan tutumunu yumuşatmak bir yana, onu sistem içi 'baş rakip' olarak görmesine ve emperyalist saldırganlığını daha da tırmandırmasına yol açmaktadır.
Zira mesele sistem içi olağan bir rekabet olmaktan her geçen gün biraz daha çıkmakta emperyalist sistemin hegemonya krizinin temel mücadelesi haline gelmektedir. ABD, kendi hegemonik gerileyişini durdurmak için, rakiplerini sınırlayarak hakimiyetini sürdürmeye çalışmaktadır. Bu bağlamda Tayvan, Rusya’yı çevrelemede kullanılan Ukrayna’dan sonra, Çin’i kuşatmak üzere yeni bir 'cephe' olarak devreye sokulmak istenmektedir.
ABD yeni cepheleşmeleri zorluyor
ABD’nin Japonya ve Avustralya’ya yönelttiği baskı, Asya-Pasifik’te NATO benzeri bir savaş ittifakı yaratma arzusunun parçasıdır.
Washington, sadece kendi askeri varlığını Güney Çin Denizi çevresinde yaygınlaştırmakla kalmamakta, aynı zamanda bölge ülkelerini doğrudan savaş senaryolarına entegre etmek istemektedir.
Bunun en açık göstergesi, Filipinler’e 30 yıl sonra yeniden askeri üs kurması, Avustralya’ya nükleer denizaltı satışı ve Japonya’ya yapılan “savunma” bütçesini artırma baskısıdır.
Ancak bu yönelim, söz konusu ülkeleri sadece dış politika eksenli olarak değil, aynı zamanda iç politik dengeleri açısından da zorlamaktadır. Japonya'da anayasanın “savaş karşıtı” maddeleri nedeniyle oluşan toplumsal direnç ve hukuksal engeller, ABD’nin talepleri karşısında açık bir gerilim kaynağına dönüşmektedir.
Avustralya açısından ise Çin’e olan ekonomik bağımlılık, ABD planlarıyla çelişmektedir. ABD emperyalizmi ise bu çelişkileri umursamadan, “müttefiklerini” topyekûn bir cepheleşmeye zorluyor.
ABD'nin Çin'e karşı kuşatma politikası, Rusya’ya karşı yürüttüğü Ukrayna savaşı ile paralel yürümektedir.
Her iki örnekte de Washington, doğrudan savaşın içine girmeden müttefiklerini sahaya sürmekte, hem ekonomik yükü hem de siyasi riski onların sırtına yıkmaktadır.
Ancak bu “model”, uzun vadede sürdürülebilir değildir. Tayvan üzerinden açılacak bir cephe, bölgesel bir çatışmanın ötesinde, nükleer silahların dahi gündeme gelebileceği bir dünya savaşına evrilebilir.
Bu noktada Çin’in tepkileri, savunma refleksiyle sınırlı değildir. ABD’nin saldırgan politikalarına karşılık olarak Çin de kurulmaya çalışılan kuşatmayı kırmak ve etkisini artırmak için askeri ve diplomatik adımlar atmaktadır.
Bu ise iki emperyalist blok arasında doğrudan bir çatışma riskini artırmaktadır. Savaş, kapitalist düzenin en uç biçimi olsa da bu düzen yıkılmadıkça, savaş tehdidi insanlığın yakasından düşmeyecektir.
Emperyalist sistemin yapısal krizlerine çözüm olarak savaş her zaman "muhtemel bir olasılık" olarak hep masada kalacaktır. Kapitalizmin tarihi kanlı hesaplaşmalarla doludur. İnsan soyunun böyle bir sistemle yola devam etmesi olası değildir. Devasa bir yıkımı önleyebilmenin yolu, kapitalist/emperyalist barbarlık sistemini aşmaktan geçmektedir.