Bir büyük sarsıntı yaratan Mart Direnişi bu türden hareketlerin doğasına uygun olarak beklenmedik bir zamanda, kendine özgü biçimler içinde ve hesapta olmayan bir vesileyle patlak verdi. Dinci-faşist iktidara karşı yıllardır birikmekte olan çok boyutlu öfke bu kez kendini düzen muhalefetine yönelik kapsamlı saldırı vesilesiyle açığa vurdu. Haziran Direnişi’nde bunun vesilesi Gezi Parkı olmuş ama daha baştan sorunun hiç de üç-beş ağaç meselesi olmadığı da açıklıkla görülmüştü. Yeni hareketlilikte de durum farklı olmadı. 15 milyonluk bir kentin belediyesine el konulmasını elbette kitleler sindiremezdi. Fakat sorunun bunun çok ötesinde ve üstünde olduğu, hareketliliğin toplam tablosu üzerinden aynı açıklıkla görülebilecek durumdaydı. Öylesine ki, CHP’nin kendisi bile bunu itiraf etmek, kendisinin de sonuçta harekete (sokağa!) sürüklenmek zorunda kaldığını dile getirmek zorunda kaldı.
Mart Direnişi’ni oluşturan kitle hareketi birbirinden farklı iki biçim içinde ortaya çıktı. İlk bir-iki günkü genel eylemliliğin ardından özellikle İstanbul’daki kitle hareketi tümüyle barışçı bir çizgiye oturdu ve organizasyon olarak hemen tamamen CHP’nin denetimi altında kaldı. Oysa genel hareketliliği ateşleyen gençlik eylemleri bir tür isyan havasında ve önemli ölçüde denetim dışı oldular. CHP’nin olduğu kadar sol hareketin de denetimi dışında.
Haziran Direnişi’nde dinci iktidarın toplumsal-siyasal alandaki baskılarına, özellikle de yaşam tarzına karşı öfke ve tepki ön planda idi. Mart Direnişi’nde ise, bunların yanı sıra, yıllardır uygulanan iktisadi-sosyal yıkım politikalarının ürünü sosyal öfkenin de belirgin bir rolü oldu. İşçilerin sınıf olarak üretim birimleri üzerinden eylem dalgasına katılmasını içermese de gerçek durum budur. Üstelik bu yalnızca işçiler, emekçiler ve emekliler payına değil, eylemde çok özel bir yeri olan geniş öğrenci gençlik kitleleri için de böyledir.
Gençliğin eylem içinde tuttuğu yer her iki eylem dalgasının ortak özelliği olsa da, Mart Direnişi’nde bu belirgin biçimde ön plandadır. Öğrenci gençlik, üstelik bizzat eğitim birimleri üzerinden eylem dalgasının ateşleyicisi olmakla kalmadı, hareketlilik boyunca sürükleyicisi de oldu. Gelinen yerde eylem dalgası geri çekilmiş olsa da, öğrenci gençlik içindeki huzursuzluk sürmekte, yeniden hareketlenecek vesileler beklemektedir. Mart Direnişi’nin geri çekilmekte olduğu bir sırada tümüyle farklı bir vesile üzerinden hareketlenen liseli gençlik eylemleri de aynı birikimin ve dinamizmin bir parçası, uzantısı ve devamıdır. Bu yılın 1 Mayıs eylemlerine etkin katılım, gençlik içindeki mücadele birikimi ve eylem potansiyeline ayrıca tanıklık etti.
İktidara politik ve moral darbe
İstanbul Büyükşehir Belediyesi üzerinden gündeme getirilen kapsamlı saldırı, dinci-faşist iktidar payına gerçekten cüretli bir adımın ifadesiydi. Toplumu yeni bir düzeyde teslim almaya yönelik bir tür darbe girişimiydi. Başarıya ulaşması halinde, dinci-faşist rejimin yerleşmesi yönünden güçlü bir yeni adım atılmış olacaktı. En yıkıcı sonuçlarını da doğal olarak devrimci hareket ve toplumsal muhalefet üzerinden gösterecekti. Ama kitlelerin muazzam boyutlarda sokağa akışıyla karşılaştı, dolayısıyla şimdilik ters tepti. Bu kez yanlış hesap yaptığını gören iktidar saldırıyı belli sınırlarda tutmak zorunda kaldı. Elbette bu dinci-faşist iktidarın olup biteni sineye çekeceği ve bundan böyle sınırları zorlamayacağı anlamına da gelmemektedir. Tersine o halk hareketinin elde ettiği politik ve moral kazanımı zaman içinde boşa çıkarmanın kirli hesapları içindedir ve daha şimdiden bunun ilk işaretlerini vermiş bulunmaktadır. Halen aynı çerçevede sürmekte olan yeni dalga operasyonlar, kontrollü bir biçimde neyi nereye kadar yapabileceğine yönelik yoklama girişimleridir.
Fakat bundan böyle işi her zamankinden çok daha zordur. Zira politik ve moral olarak zayıflamış, kitle desteği aşınmış, manevra alanları daralmıştır. Daha da önemlisi, giderek ağırlaşan iç ve dış sorunlar karşısında büyük ölçüde çaresiz bir durumdadır. Halen ön önemli avantajı içerde büyük sermaye çevrelerinin ve dışarda hemen tüm emperyalist dünyanın desteğini koruyor olmasıdır. Ama halk hareketi karşısında düştüğü durum, tüm bu güçlerin bu iktidar üzerine hesaplarına yeni bir gözle bakmalarını da birlikte getirecektir. Bizzat bu destekçiler tarafından iktidarın halk hareketiyle ortaya çıkan zayıflığını istismara yönelik girişimler ise yeni sorunlar üretecektir.
Bu nokta Mart Direnişi’nin gerçek etki ve sonuçlarını değerlendirmek yönünden önemlidir. Özellikle de, eylemde “CHP gölgesi” üzerinden yürütülen ve böylece rejime daha baştan büyük bir politik ve moral darbe vurmuş olan Mart Direnişi’ni önemsizleştiren yüzeysel tartışmalar karşısında. Sorun temelde hiçbir biçimde yalnızca CHP ile ilgili değildir. Sözkonusu olan toplumu tümden teslim almaya, dinci faşizmi oturtmaya yönelik bir büyük adımdı. Başarılı olması ölçüsünde son derece tehlikeliydi. Siyasal yaşam alanını daha da daraltmaya, büyük ölçüde zaten kağıt üzerinde kalan hak ve özgürlükleri hepten boğmaya yönelikti. Ayağa kalkan kitleler tam da bunun karşısında dikilmiş ve iktidarın hesaplarına önemli bir politik ve moral darbe vurmuş oldular.
Kuşkusuz saldırı henüz tümden püskürtülmemiş, yalnızca belirli sınırlar içinde dizginlenmiştir. Olayların nasıl seyredeceği ve hangi sonuçlara varabileceği ise bir dizi etkenin bileşkesine bağlıdır. Şimdilik en önemli nokta, etkin bir çıkış yapan kitle hareketinin kırılarak değil fakat moral gücünü koruyarak geri çekilmiş olmasıdır. Bu yeni ve daha etkin çıkışlara uygun bir durumdur. Elbette sıkışmışlığı pervasızlığını besleyen dinci-faşist iktidarın gücü ve olanakları hiçbir biçimde küçümsenmemelidir. O halen tüm devlet gücüne ve bundan kaynaklanan büyük olanaklara sahiptir. Genel bir saldırıya girişmesi, provokasyonlardan da yararlanarak kitleleri terörize etmesi ve böylece bir dönem için de olsa sokaktan çekilmek zorunda bırakması pekâlâ mümkündür.
Emperyalist dünya ve büyük burjuvazi iktidarın arkasında
Mart Direnişi’nin önemli siyasal sonuçlarından biri de ABD ve Avrupa’dan Rusya’ya tüm emperyalist dünya ile büyük burjuvazinin iktidarın arkasında durduklarını yeniden teyit etmesi olmuştur. Sorun tümüyle anlaşılabilir olan kitle hareketine karşıt tutumları değil fakat düzenin ana muhalefet partisine yönelik kaba bir saldırı karşısındaki tutumlarıdır. ABD ikiyüzlüce de olsa ses çıkarmak bir yana, tam da saldırıyla aynı günlerde iktidarla gizli görüşmelerini açığa vurdu ve iktidarla çok iyi anlaştığını (harika işler çıkardığını!) dile getirdi. Sonraki bir evrede bizzat Trump’ın kendisi bunu daha vurgulu sözlerle yineledi. Bu tutum şaşırtıcı değildir. Ortadoğu’da şu sıra kurmaya çalıştığı yeni düzene gerekli desteği almak kaydıyla, ABD emperyalizmi (gerçekte bizzat siyonist İsrail de) hesaplarını mevcut iktidar üzerine yapmaktadır. Bu hesaplar içinde Gazze konusundaki tutumun sürdürülmesinden İsrail’in güvenliğine, Suriye’deki yeni şekillenmeden İran’a yönelik kuşatmanın ağırlaştırılmasına (ve duruma göre askeri bir müdahaleye) kadar bir dizi önemli sorun var. Bugünün koşullarında bütün bu konularda Trump yönetimi için “birlikte çalışabileceği” ve kolayca anlaşabileceği en uygun muhatap dinci-faşist iktidardır.
Elbette ABD ve İsrail ikilisi, sürmekte olan rejim krizinin ve Mart Direnişi türünden halk hareketlerinin dinci-faşist iktidar için yarattığı sıkıntılardan da kendi yönlerinden en iyi biçimde yararlanmaya bakacaklardır. Gizli ve kirli pazarlıkların bir sonuca bağlanması onlar yönünden şimdi çok daha kolaylaşmıştır. Ne de olsa Tayyip Erdoğan iktidarının onların desteğine ihtiyacı bugün her zamankinden daha fazladır. Trump’ın anlamı son derece açık “Rahip Brunson”lu dostluk mesajlarına Tayyip Erdoğan’ın “dostum Trump”lı yanıtları bunun bir göstergesidir.
Aynı durum Avrupalı emperyalistler için de geçerlidir. Bunu 19 Mart saldırısına karşı gösterilen son derece cılız ve olduğu kadarıyla da tümüyle göstermelik tepkiler üzerinden açıkça görebiliyoruz. Öylesine ki, CHP yönetiminin “kardeş parti” söylemiyle yinelediği tüm sitemlere rağmen, İngiliz İşçi Partisi hükümeti saldırılar ve halk hareketi karşısında suskunluğunu ısrarla korumuştur. Bu son derece manidar tutum bugünün koşullarında dinci-faşist iktidarın onlar için taşıdığı çok özel önemi göstermektedir.
Ekonomideki kriz, son olayların etkisiyle durumun daha da ağırlaşması, halen iktidarın en zayıf yanlarından biridir. Şimşek programı alt üst olmuş, bugüne kadarki “tedbirler” son gelişmelerle boşa çıkmıştır. Buna ilişkin rakamları milyonların önünde artık düzen muhalefeti açıkça dile getiriyor. Batılı emperyalistler, iktidarın buradan gelen belirgin zayıflığından da en iyi biçimde yararlanacaklardır. Gerekli politik-askeri tavizleri almak kaydıyla (buna İran savaşına katılım değilse bile örtülü tam destek de dahil), dinci-faşist iktidarı bir parça olsun rahatlatacak tutumlar benimseyeceklerdir. Bu da bir al gülüm-ver gülüm kirli pazarlığı olacaktır. Putin Rusya’sının bu iktidardan neler beklediği ve onu neden özel bir ısrarla desteklediğinin ise sözünü bile etmiyoruz.
Yeni durumdan yararlanma hesapları içinde olan kesimleri olsa da sermaye sınıfı halen de bir bütün olarak iktidarın arkasındadır ya da öyle görünmek zorundadır. Bir süre önce “demokrasi” üzerine sözde çıkışları anında dava konusu edilen TÜSİAD, 19 Mart saldırısı ve meşru halk hareketi üzerine ikiyüzlüce de olsa tek kelime etmemiştir. Bu tutum büyük burjuvazinin mevcut iktidarla ilişkilerin gerçek mahiyetini ortaya koymaktadır. Öte yandan Mehmet Şimşek’çe uygulanan fiili IMF programının başarısı onlar için hayati önemdedir. Mevcut iktidarın bir halk hareketiyle devrilmesi durumunda, ayağa kalkmış ve iktidar devirmiş kitlelere yeni bir Şimşek programını kabul ettirmek kısa vadede kolay değildir. Bu nedenle onlar, daha doğrusu onların belirli kesimleri, mevcut iktidar konusunda bazı sıkıntılar yaşıyor olsalar da, onun bugün ve bu biçimde devrilmesini hiçbir biçimde istemezler. Suskunluklarının, dolayısıyla iktidara verdikleri desteği sürdürmelerinin temel önemde bir nedenidir bu.
Mart Direnişi ve işçi sınıfı hareketi
Mart Direnişi’nin en göze batan zayıflığı, tıpkı 2013’teki Haziran Direnişi’nde olduğu gibi, işçi sınıfından gözle görülebilir iz taşımamasıdır. Elbette birey olarak işçilerin ve yarı-proleter emekçilerin bu eylemlerde belirli bir yeri oldu. Ama sınıf konumu ve kimliğini, daha somut olarak da üretim birimleri üzerinden işçilerin etkin varlığını hissettiren hiçbir açık belirtiye rastlanmadı eylem süreci boyunca. DİSK’in yarım günlük iş bırakma çağrısı da tam bir başarısızlık örneği olarak kaldı. Toplamında Mart Direnişi işçi sınıfı hareketinin halihazırdaki zayıflığına yeni bir gösterge oldu. 2025 1 Mayıs’ı tablosu kendi yönünden bunu tamamladı. Eylemlere işçilerin katılımı sınırlıydı ve Mart Direnişi’nin yarattığı politik atmosfere rağmen istem ve şiarlar gündelik sorunların ötesine geçmiyordu. İşçi sınıfı hareketine ilişkin bu tabloyu tamamlayan bir başka önemli olgu daha var. Mart Direnişi boyunca büyük kentlerin işçi ya da yoksul semlerinde de sözü edilebilir herhangi bir yerel hareketlilik yaşanmadı. Bu açık olgulardan çıkan sonuç, Mart Direnişi’nin Haziran Direnişi’nde olduğu gibi ilerici ara katmanların damgasını taşıyor olmasıdır. İşçi sınıfımızın siyasal gelişmelere duyarsızlığı sürmekte, dahası giderek derinleşiyor gibi görünmektedir. AKP döneminin sermaye payına en büyük başarısı ve işçi hareketi payına en büyük tahribatıdır bu tablo.
Sınıfa yönelik siyasal çalışma bakımından bu sonuç son derece önemlidir. Salt üç gün sonra boşa çıkacak olan ücret artışları ve de bu ücret artışlarına endeksli sendikalaşma eğilimi, yıllardır sınıf içindeki sürekli bir hareketliliğin ana nedenidir. Ama bunun hareketi bir adım ileriye taşıyamadığı da ortadadır. Sınıf hareketi içinde, özellikle de işçilere yönelik gündelik seslenmelerde, bu zaafın üstüne etkili bir biçimde gidilmelidir. İşçilerin bu haliyle herhangi bir bilinç, örgütlenme ve toplumsal duyarlılıktan yoksun köle bir sınıfı oluşturdukları gerçeği, açıklıkla ve sürekli bir biçimde vurgulanmalıdır.
Sosyal bileşim açısından hareketin en zayıf noktası işçi sınıfıydıysa eğer, süreç boyunca bu halkaya yüklenmek en öncelikli görev sayılmalıydı. Bu konuda genel planda iyi bir sınav verilemedi. Başlangıç evresindeki bir-iki olumlu örnek dışında işçilere bu doğrultuda sözü edilebilir bir çağrı bile yöneltilemedi. Oysa bir anda tüm toplumun gündemi haline gelen eylem dalgası işçilere yönelik etkili bir politik ajitasyonun son derece uygun bir vesilesiydi. Bu vesileyle “Genel grev, genel direniş!” şiarının gündeme getirilmesi doğru ve yerinde bir tutumdu. Fakat sınıf hareketinin verili tablosu karşısında, ‘90’lı yılların bu önemli şiarının, bugünkü işçi hareketi gerçeği gözetildiğinde, en iyi durumda ancak bir ajitasyon sloganı olabileceği de unutulmamalıdır. Bunu gözden kaçırmamak kaydıyla bu şiar bundan böyle güncel politik çalışmada daha çok kullanılmalıdır.
2023 sonbaharında toplanan TKİP VII. Kongresi’nin işçi hareketinin durumuna ve ona müdahalenin öncelikli yönlerine ilişkin değerlendirmeleri Mart Direnişi’nin sunduğu veriler ışığında bir yandan doğrulanmış, öte yandan daha yakıcı ve güncel bir önem ve anlam kazanmıştır. Mart Direnişi’nden işçi hareketi payına çıkarılabilecek sonuçların ve saptanabilecek görevlerin son derece özlü bir ifadesi olduğu için, bu değerlendirmenin bazı pasajlarını sunuyoruz:
“- Yıllardır göze batar ölçüde ortada olan açık bir olguyla yüz yüzeyiz: Toplumun geneline sınıfsal konumlar üzerinden baktığımızda, ülkenin dört bir yanında birleşme, örgütlenme ve mücadele yolunu ısrarla arayıp zorlayanların hemen yalnızca işçiler olduğunu görüyoruz. Bu bir yandan mahkum edildikleri çok ağır çalışma ve yaşam koşullarına işçilerin anlaşılabilir tepkisine, ama öte yandan da bu türden bir eğilimi, ısrarı ve soluğu besleyebilen çok kendine özgü bir sınıfsal konuma işaret etmektedir.
“- İşçilerin halen gösterdiği direncin belli sınırları aşamadığı, daha çok çalışma ve yaşam koşullarında çok sınırlı iyileştirmeleri hedef aldığı, bunda bile esasa ilişkin bir başarı elde edemediği ise bugünkü sınıf hareketi gerçeğinin öteki yüzünü oluşturmaktadır. Bu şekliyle hareket çok uzun yıllardır kısır bir döngü içinde kendini yineleyip durmaktadır. Bundan kurtulmanın zorunlu koşulu, işçilerin politik sorunlara yönelmesi, işçi hareketinin politik istemlere dayalı bir mücadele alanına sıçrayabilmesidir. Kendi sorunları üzerinden olduğu kadar toplumun yakıcı sorunları üzerinden de. Bu, partimizin sınıf çalışması alanında çok özel bir biçimde yoğunlaşacağı öncelikli soruna da işaret etmektedir. Gerek sorun gerekse bu yaklaşım gerçekte herhangi bir yenilik taşımamaktadır. Fakat uygulaması ve başarısı her zamankinden çok daha yakıcı, çözücü ve acil bir hal almıştır. TKİP VII. Kongresi bunun altını kalınca çizmektedir.
“- Dinci-faşist rejimin yarattığı boğucu politik atmosfer, temel hak ve özgürlükler uğruna mücadeleye çok özel bir önem kazandırmıştır. Gerçekte bu alandaki sorunlar, işçi hareketinin kendine özgü ihtiyaçları yönünden de yakıcı bir hal almıştır. Örgütlenebilmek ve direnebilmek, sendikalaşabilmek ve grev hakkını etkin biçimde kullanabilmek için bile işçiler, bu mücadele alanına geçmek, temel siyasal özgürlükler uğruna mücadele etmek zorundadırlar. Aynı şekilde parti de içinden geçmekte olduğumuz dönemin özgün koşullarını göz önünde bulundurarak, sınıf hareketine politik müdahalesinde temel hak ve özgürlükler uğruna mücadeleyi özel bir biçimde öne çıkarmak durumundadır.” (Devrimi ve devrimci birikimimizi savunuyoruz! / TKİP VII. Kongresi Belgeleri, Eksen Yayıncılık, s.48-49)
Kürt Hareketi: “Yeni süreç”, eski tuzak!
Mart Direnişi “yeni sürece” ilişkin İmralı çağrısının hemen üstüne geldi. Çağrının Kürt hareketi tarafından öne çıkarılan mesajı “demokratik toplum” hedefiydi. Dinci-faşist iktidarın 19 Mart saldırı ise, Türkiye’nin hiç de demokrasiye değil, tam tersine, seçme-seçilme hakkının bile anlamını yitirmekte olduğu tümüyle başka bir yöne ve hedefe götürülmek istendiğini ortaya koyuyordu. Üstelik en sıradan bir insanın anlayacağı bir açıklık ve kabalıkla. Tablo Kürt halk kitleleri için olduğu kadar Kürt hareketi için de son derece uyarıcıydı. Nitekim DEM Parti yöneticileri ilk günlerde yeni saldırı dalgasına karşı açık bir tutum aldılar, saldırıyı mahkûm ettiler ve saldırıya hedef olanlarla dayanışma içine girdiler. Görünürde bu dinci-faşist iktidarın hesaplarının bu yönden de önemli bir darbe alması demekti. Zira DEM üzerinden Kürt hareketini düzen muhalefetinden koparmak, “yeni süreç” kapsamında iktidarın en önemli hesabıydı. Fakat ilk günlerin bu olumlu görüntüsü hızla geride kaldı. DEM’de temsil edilen Kürt hareketi düzen muhalefetine dolgu malzemesi olmamak adına kitle hareketinden özenle uzak durdu. İktidara karşı söylemini belirgin biçimde yumuşattı ve eylemlere de örgütlü ve etkin bir katılım göstermedi. Üstelik bu, dinci-faşist iktidarın 19 Mart saldırısıyla bizzat DEM’in “kent uzlaşısı” politikasını ve sonuçlarını hedef almasına rağmen böyle oldu.
Bu tablo Kürt hareketinin Haziran Direnişi dönemindeki aynı temel önemde hatayı neredeyse olduğu gibi yinelediğini gösteriyor. 2013 Haziran’ındaki gerekçe “çözüm süreci”nin yara almamasıydı. Açıkça dile getirilmese de 2025 Martı’nda da gerekçe özünde aynıdır; bu kez söz konusu olan, “yeni süreç”in yara almamasıdır. Üstelik bizzat iktidar 19 Mart saldırısıyla bu yarayı derinden zaten açmış bulunduğu halde. Haziran Direnişi’nde Türkiye tarihinin en geniş katılımlı ve sarsıcı toplumsal patlamalarından biriyle araya mesafe konulmuştu. Mart Direnişi’nde görünürde düzen muhalefetiyle, gerçekte ise bir kez daha son on yılın en önemli ve etkili toplumsal patlamasıyla araya mesafe konulmuş oluyor. Mart Direnişi’ni izleyen 2025 1 Mayıs’ına belirgin zayıf katılımlar, “süreç” kaygısıyla araya mesafe konulanın gerçekte Türkiye’nin toplumsal muhalefeti olduğu konusunda bir kuşku bırakmıyor.
Aldatıcı ve sonuçsuz “süreç”lere bağlanan kısa süreli temelsiz umutların ürünü bu tutarsız tutumlar hakkında söylenebileceklerin esasını Haziran Direnişi vesilesiyle söylemiş bulunuyoruz (ilgili bölümü bu değerlendirmeye ek olarak ayrıca sunuyoruz). Orada sorunun en temel, en önemli, sonuçları bakımından yakıcı yönüne ilişkin olarak söylenen şuydu:
“… Oysa Haziran Direnişi Kürt sorununun gerçek çözüm yolunun nereden geçtiğini pratikte göstermiş oldu. Birleşik mücadele içerisinde birbirini anlamanın, birbirinin kimliğine ve istemlerine saygı duymanın, birbirini desteklemenin, giderek de bir birleşik mücadele örmenin, bu mücadele içinde birleşip kaynaşmanın ne demek olduğunu mücadele pratiği içinde ortaya koydu. Direnen kitlelerin bir kesimi ilk kez olarak Kürdistan’daki direnişe bu denli açık ve eylemli biçimde sahip çıktılar. Kürdistan’daki mücadele ile kendi mücadeleleri arasında politik ve duygusal bağlar kurdular. Binlerce kişi anında “Diren Lice, Kadıköy seninle!” sloganlarıyla yürüdü. Ve Kadıköy dediğiniz, direnişin İstanbul’daki merkez üslerinden biriydi.
“Özetle Haziran Direnişi mevcut Kürt politikasının açmazı kadar Kürt sorununun uzun vadede soluklu çözümünün yolunu da gösterdi. Ancak birleşik bir mücadele pratiği içinde her türden önyargının yıkılıp aşılabileceğini, gerçek bir birleşme ve kaynaşmanın ancak bu yolla gerçekleşebileceğini, böylece de sorunun sağlıklı ve kalıcı çözümünün yolunun açılabileceğini gösterdi…”
Aynı kapsamda şunu da bu vesileyle eklemiş olalım: Son kırk yıllık çatışma ortamında körüklenen şovenizme ve genel gericilik atmosferine rağmen bugünün Türkiye’sinde Kürt halkının özgürlük ve eşitlik talebine şu veya bu düzeyde olumlu bir gözle bakan önemli bir ilerici, demokrat ya da devrimci kitle var. Türk ya da çeşitli azınlık milliyetlerden bu kitlenin olumlu yaklaşımının gerisinde basitçe hümanist duygular değil fakat Türkiye’nin son altmış yıldaki ilerici-devrimci sosyal mücadelelerinin yarattığı birikim var. ‘60’lı yılların sosyal uyanışının, ‘70’li yılların devrimci yükselişinin, ‘90’lı yılların sosyal mücadelelerinin yarattığı bu birikim, bugünün Türkiye’sindeki gerici-şovenist ağırlığı dengeleyen temel önemde bir etkendir. Buna halen Kürt hareketinin adeta uzantısı gibi hareket eden siyasal parti ve gruplar, onların etkilediği halk kesimleri de dahil. Bundan çıkan temel önemde sonuç, Haziran ya da Mart direnişleri türünden büyük sosyal hareketlenmelere mesafeli duruşlar sergileyerek, Kürt hareketinin her şeyden önce ve çok da kendi özgürlük ve eşitlik mücadelesine zarar verdiğidir.
Sol hareket ve Mart Direnişi
Son yıllarda belirgin biçimde zayıflamış bulunan sol hareketin Haziran Direnişi’nden farklı olarak Mart Direnişi’ne müdahalesi son derece cılız kaldı. Genel hareketliliği sürükleyen gençlik alanında elbette belli çabalar ortaya konuldu. Fakat hareketin genel düzeyiyle karşılaştırıldığında bunlar oldukça sınırlı oldu. Nitekim bunun sol grupların 1 Mayıs eylemlerine katılımına sözü edilebilir bir katkısı olmadı. Mart Direnişi’nin etkisiyle 1 Mayıs’a katılan öğrenci grupları bunu daha çok kendi okul inisiyatifleri ya da bağımsız gençlik kortejleri üzerinden yaptılar.
Mart Direnişi sözkonusu olduğunda, sol parti ve grupların eylemlere katılımı ve müdahalesinden çok, uzayan bir durgunluk döneminin üzerine gelen son derece önemli bir kitlesel patlamaya yaklaşımına değinmek amaca daha uygun olabilir.
Bazıları, üstelik eylem dalgasının daha başında, “CHP gölgesi”ni öne sürerek olup bitene adeta burun kıvırabildiler. İşi kitlesel bir patlamaya “İmamoğlu’ndan da vesile olurmuş” demeye vardıranlar bile oldu. Sanki Haziran Direnişi’ni ateşleyen “üç-beş ağaç” çok daha anlamlı bir vesileymişçesine. Bu pek keskin gerekçe, gerçekte kitlesel patlamaların doğasına yabancılığın bir göstergesi, dolayısıyla sağcı bir özün örtüsüdür. 19 Mart saldırısı dosdoğru CHP’yi, dahası onun İstanbul Belediyesini ve başkanını hedef aldığına göre, “İmamoğlu vesilesi”nin burada son derece anlaşılabilir bir mantığı var. Oysa tarihte derin izler bırakan bazı devrimci patlamaların çok daha sıradan (örneğin “kurtlu kuru fasulye” gibi!) “vesile”leri olduğunu biliyoruz.
Son yirmi yılın baskı, terör, katliam, sonu gelmeyen operasyonlar, geniş çaplı tutuklamalar, uzun yılları bulan hapislerle belirlenen siyasal atmosferinde bir gün olsun herhangi bir sıkıntı, sınırlama ya da yasaklamayla karşılaşmamış en ayrıcalıklı (dokunulmaz!) sol partisi de ciddi ciddi aynı “CHP gölgesi” üzerinden keskinlik tasladı. Oysa siyasal etki ve sonuçları bakımından son derece önemli bir kitlesel patlamaya başlangıçta bu gerekçeyle mesafeli duranlar, son Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde aynı CHP’yi desteklemişlerdi.
Bu sahte keskinliğin gerisinde gerçekte iki ana neden var. İlki kitlesel patlamalara, bunun ürünü eylem dalgalarına ve gereklerine yapısal yabancılıktır. Onlarınki izinli eylemlerin, düzenli kortejlerin, iyi organize edilmiş ışıltılı salon toplantılarının partisidir. Gerçek bir kitle hareketi patlaması olan Haziran Direnişi’nin bu yapıda büyük bir bunalıma ve bölünmeye yol açması elbette rastlantı değildi.
İkinci ana nedense, üzerine tüm hesapların yapıldığı o aynı siyasal-kültürel alanda CHP’nin ana rakip ve dolayısıyla engel olarak görülmesidir. Bu alan bugünün Türkiye’sinde hayli önemli bir kesimi oluşturan Kemalist eğilimli cumhuriyetçi kitledir. Sözkonusu olan yalnızca taban kapmak değil, aynı zamanda mevcut tabanı kaptırmamak kaygısıdır. Dolayısıyla “CHP gölgesi” konusundaki keskinlik, gerçekte bir siyasal-kültürel doku yakınlığının ürünüdür ve onu gizlemeyi amaçlamaktadır. Haziran Direnişi’ni izleyen dönemde, “aşağı yukarı Gezi kitlesinin oluşturduğu” kitle alanının CHP’ye kaptırılmamasının önemli bir hedef olarak formüle edilmesi de bu çerçevede rastlantı değildir.
Solda CHP gölgesi üzerine keskinlik taslayıp tarihsel olarak solu bir dönem kötürümleştiren gerçek “gölge”yi, Kemalizmin o felç edici gölgesini yeniden sola taşımayı temel misyon edinmiş bu aynı çevrenin, Mart Direnişi sürecini Mustafa Kemal ve “kurtuluş savaşı kahramanları önünde diz çökmek” seremonisiyle tamamlaması utanç vericidir fakat yeterince açıklayıcıdır. Bunlar bu ülkede ‘60’lı yılların modern sol sosyal uyanışına ve ‘70’li yılların büyük devrimci dalgasına, onun geride bıraktığı tarihi devrimci birikime rağmen yapılabilmektedir.
CHP ile tek yanlı olarak yaşanan bu aldatıcı gerilimin gerçek siyasal anlamına ışık tutan bir olayı anmadan geçemeyiz. 19 Mart’ta patlak veren kitle hareketini başından itibaren her yolla karalayan ve itibarsızlaştırmaya çalışan dinci-faşist iktidar yamağı Perinçekçi parti, tam da bu çabaya paralel olarak bu çevreyi ortaya koyduğu tutumdan dolayı hararetle selamladı ve birlikte hareket etmeye çağırdı. Boşuna değil, kan kanı çekermiş!
***
Halk hareketi dalgası sonuçta önemli ölçüde CHP’nin biçimsel denetiminde kalmış olsa da gerçekte ona rağmen patlak vermiştir. Dahası denebilir ki hiç değilse etkili olduğu o başlangıç evresinde onu ardından sürüklemiştir de. CHP halkı sokağa çekmemiştir, tersine halk kitleleri sokağa akarak CHP’yi de sokağa sahip çıkmak zorunda bırakmıştır. Doğal olarak bu CHP için, halk hareketini denetim altında tutabilmenin ve onu kendi sefil siyasal hesaplarına kanalize edebilmenin en etkili yoluydu.
Bu durum hareketin aynı zamanda en zayıf ve kırılgan yanıydı. Ana muhalefet partisinin sokağı sahiplenmek zorunda kalması, kitlelerin bir kesimi için belirli bir korunma şemsiyesi, bir tür meşruiyet zemini sağlamıştır. Bunun yokluğu harekete katılımı önemli ölçüde zayıflatabilirdi, ki bugünün Türkiye’sinde bunu anlamakta bir güçlük yoktur. Fakat öte yandan CHP’nin sokağı ortada bırakması da çok kolay değildi. Zira iktidarın kapsamlı saldırıları karşısında kendisi için başkaca bir korunma alanı ya da çıkış yolu yoktu. İfade uygunsa kendisi de sokağa fazlası ile mahkûm ve mecbur durumdaydı.
Kitleler sokağa akarak gösterdikleri tepkiyle, dinci-faşist iktidarın kurmaya çalıştığı yeni düzeni kolay kolay kabul etmeyeceklerini ortaya koydular. Bu hiçbir biçimde Türkiye’nin son 60 yıllık devrimci birikiminden ayrı bir sonuç değildir. Eylemlerde öne çıkan, dahası eylemlere damgasını vuran belirli şiarlardan CHP kürsülerinden okunan şiirlere, kullanılan müziklere, başvurulan söylemlere kadar bu böyle.
Bu gerçeğe elbette iki türlü bakılabilir. Bir yandan CHP’nin elinde bütün bunların içinin boşaltıldığı, onun bu şiar ve söylemleri kendi sefil siyasal hesaplarına alet ettiği söylenebilir, ki sorunun bir yanı elbette budur. Fakat öte yandan devrimci hareketin bu denli zayıfladığı, gerilediği, etkisiz kaldığı bir dönemde bile, onun son altmış yıllık birikimden kaynaklanan politik-kültürel etkisinin kendisine beklenmedik bir alan açtığı, bazı şiar ve söylemlerinin geniş kitlelerce kabul görerek yeniden meşrulaştığı, bununsa bundan sonraki mücadeleler için önemli imkanlar olarak değerlendirilebileceği de düşünülebilir, ki bu da sorunu öteki bir yanıdır.
Bu bir birikimin istismarı da olabilir, ama öte yandan devrimci bir yeni çıkışın imkanına da dönüşebilir/dönüştürülebilir. Sonucun ne olacağını, taraflar ve mücadele belirleyecektir haliyle. Devrimciler soruna buradan bakmak, bunun gerektirdiği bir inisiyatif ve ustalıkla hareket etmekle yükümlü idiler. Dibe vurmuş bir devrimci hareket, genel olarak sosyalist olmak iddiasındaki sol hareket, kendi birikiminin bu imkanlarından pekâlâ etkili bir biçimde yararlanabilir.
Öte yandan, CHP gibi bir düzen partisinin bu birikimden yararlanmak istemesi, basitçe içini boşaltma hesabından gelmiyordu. Mücadeleye atılmış kitleleri heyecanlandırıp tatmin edebilecek daha etkili şiar ve söylemler bulup kullanamamanın çaresizliğidir bu aynı zamanda. Bu olayın kanıtladığı gerçeğin bilincinde olmak çok önemlidir. Tüm çabalara rağmen ‘60’lı, ‘70’li yılların politik, kültürel ve moral etkisi sökülüp atılamamış, bu topraklarda devrimci-ilerici birikim yok edilememiştir. Son patlamada öne çıkan şiarlar bile kendi başına çok şey anlatmaktadır: Faşizme karşı omuz omuza! Direne direne kazanacağız! Haramilerin saltanatını yıkacağız! Kurtuluş yok tek başına, ya hep beraber ya hiçbirimiz! Devrimci birikimimizin ürünü bu şiarlar yüzbinlerce insanın katıldığı eylemlerde atılmış, milyonlarca insan tarafından televizyonlar ve sosyal medya üzerinden izlenmiştir.
TKİP VII. Kongresi’nin “Devrimi ve devrimci birikimimizi savunuyoruz!” parolası Mart Direnişi’nin bu türden verileri karşısında daha bir önem ve anlam kazanmıştır. Mart Direnişi üzerinden oluşan bu etkinin 1 Mayıs gösterilerine taşınmamış olması, hâlihazırdaki sol hareket gerçeğinin bir yansımasıdır. Fakat soruna kısa dönemli etki ve sonuçlar üzerinden de bakılamaz. Sonuçta bu ülkenin geçmişte uğruna çok büyük emekler harcanan ve çok ağır bedeller ödenen bir devrimci birikimi vardır. Düzen muhalefetinin bile zor anlarında istismarından geri duramadığı bu birikim, bizi Türkiye’nin devrimci geleceğine taşıyacak olan gerçek bir politik ve moral kaynaktır.
TKİP Merkezi Yayın Organı EKİM’in 336. sayı www.tkip.org ‘dan alınmıştır…