“Hiçbir hak kendiliğinden verilmez; mücadeleyle alınır, mücadeleyle korunur.”
Friedrich Engels
Sermaye iktidarı, işçi sınıfının kazanılmış haklarına dönük saldırılarını hız kesmeden sürdürüyor.
AKP iktidarı döneminde bu saldırılar yalnızca ekonomik alanda değil; sosyal, hukuki ve insani boyutlarıyla da devam ediyor.
Son olarak, Meclis Genel Kurulu’ndan geçirilen bir düzenlemeyle turizm işçilerinin haftalık tatil hakkı, “esneklik” adı altında ciddi biçimde gasp edildi. Buna göre, turizm işletme belgesi almış konaklama tesislerinde çalışan işçiler 10 gün aralıksız çalıştırılabilecek, izin hakkı ise 11. güne kadar ertelenebilecek. Dahası, bu fazladan çalışılan süre fazla mesai olarak sayılmayacak.
Düzenlemenin gerekçesi, burjuva ikiyüzlülüğünün ve pişkinliğinin ulaştığı boyutları da gözler önüne seriyor. Mevcut iş yasasına göre, haftalık 45 saatlik çalışma süresini dolduran işçiye 24 saat izin verilmesi zorunlu. Ancak yasa koyucu ve turizm sermayesi, yeni düzenlemenin işçiyi bu “zorunluluktan” kurtardığını ve böylece ona daha “sağlıklı ve düzenli bir çalışma zamanı” sunduğunu iddia ediyor.
Yasa koyucular ve kapitalistler, 6 gün sonunda verilen dinlenme hakkını, sanki çalışanlar için bir mağduriyetmiş gibi sunacak kadar arsızlar. Onlara göre, “6 gün çalışmanın ardından işçi bir gün dinlenmek zorunda kalıyormuş!”
Peki, çözüm neymiş?
İşçi 10 gün boyunca kesintisiz çalışsın, sonra 6 günün sonunda istediği bir günde dinlensinmiş.
Tabii ki düzenleme, işçinin buna “rızası” aranır diyor. Ancak bu rızanın nasıl alındığını herkes biliyor: Sözleşmelerde önceden atılan peşin imzalarla. Kabul etmeyen işçiye ise iş yok.
Bu düzenleme yalnızca altı günlük çalışmanın ardından kazanılan tatil günü hakkını ortadan kaldırılmıyor. Aynı zamanda işçinin bedensel ve ruhsal bütünlüğüne, ailesiyle geçireceği zamana, toplumsal yaşamına ve en temel insan hakkı olan dinlenme hakkına yöneltilmiş açık bir saldırı niteliği taşıyor.
Dünya Sağlık Örgütü (WHO) ve Uluslararası Çalışma Örgütü (ILO) raporlarına göre, haftalık 55 saatin üzerinde çalışmak kalp hastalıkları ve felç riskini %35’e kadar artırabiliyor.
Uzun süreli gece vardiyaları, uyku bozukluklarından hormonal dengesizliklere kadar ciddi sağlık sorunlarına yol açıyor.
Yeterli dinlenme süresi verilmeden uzun saatler çalıştırılan işçilerin dikkat ve refleksleri zayıflıyor, iş kazaları ve üretkenlik kaybı artıyor.
Yani bu düzenleme, yalnızca tatil hakkını gasp etmiyor, doğrudan işçinin yaşamını hedef alıyor.
***
AKP iktidarının işçi sınıfına dönük saldırıları bununla da sınırlı değil.
Son yıllarda peş peşe çıkarılan yasalarla, işçilerin yıllar süren mücadelelerle kazandığı haklar bir bir tırpanlandı. Kıdem tazminatlarında zamanaşımı süresi 10 yıldan 5 yıla indirildi. İş müfettişi sayısı azaltılarak denetimler minimuma çekildi. “Arabuluculuk” zorunlu hale getirilerek hukuki yollar tıkandı. Süreli sözleşmeler yaygınlaştırılarak iş güvencesi zayıflatıldı. Bu süreçte iktidar, taşeron sisteminin çerçevesini genişleterek güvencesizliği derinleştirdi. Sendikal örgütlenmenin önündeki engeller daha da büyütüldü. Grev yasakları yaygınlaştırıldı…Örnekleri çoğaltmak mümkün.
Her biri tek başına ciddi bir saldırı olan bu uygulamalar, bir bütün olarak sermaye düzeninin işçi sınıfına saldırganlıkta sınır tanımadığını, AKP iktidarının ise sermayeye hizmette kusur etmediğini gösteriyor.
Bu tabloda “esneklik” söylemi, gerçekte sermayenin işçiyi istediği gibi kullanma, sömürme ve yıpratma özgürlüğünün adıdır. Bu esneklik, işçinin değil; kapitalistin esnekliğidir.
İşçilerin 8 saatlik iş günü, haftalık tatil, kıdem güvencesi gibi mücadeleyle kazanılmış hakları tek tek geri alınıyor. Amaç ise belidir. Emek gücünü maksimum düzeyde sömürmek, İş gücü maliyetlerini en aza indirmek ve sınıfın mücadele dinamiklerini pasifize etmek.
Ancak işçi sınıfı her geçen gün yaşanılan gerçekliğin biraz daha farkına varıyor.
Gün geçtikçe ağırlaşan çalışma ve yaşam koşulları, işçi sınıfını sessizliğe mahkûm edemez. İşçi sınıfı kurtuluşunu ancak kendi mücadelesiyle kazanabilir.
Gasp edilen haklar, sermayenin lütfu değil; mücadele eden işçilerin eseridir. O halde bu saldırılar da ancak örgütlü bir sınıf mücadelesiyle püskürtülebilir. Direnişin ve dayanışmanın zorunluluğu, her geçen gün daha da yakıcı hale gelmektedir.
İşçilere köleliği dayatan bu cendere, ancak sömürüye, güvencesizliğe ve kölelik düzenine karşı mücadeleyi büyüterek kırılabilir.