ABD Başkanı Donald Trump, iç ve dış siyaseti milliyetçi hamaset ve düşman yaratma stratejisi üzerine kurarken, İran’a yönelik saldırgan politikasını da kararlılıkla sürdürüyor.
22 Haziran'da ABD’nin nükleer tesisleri hedef alan hava saldırısı, aslında İsrail’in İran’a karşı yürüttüğü savaşın Amerikan hava gücüyle açıkça desteklenmesinden ibaretti. Washington’un “anlaşma” adı altında İran’a dayattığı şartlar ise özünde bir teslimiyet çağrısından başka bir anlam taşımıyor. İran teslim olmayınca, “savaşla dize getirme” planı devreye girdi. Bu tablo, emperyalist zorbalığın en çıplak ve en çarpıcı ifadesi olarak karşımıza çıkıyor ve zaten istikrarsız olan küresel düzeni daha derin sarsıntılara sürükleme potansiyeli taşıyor.
Küresel güvensizlik derinleşiyor
22 Haziran saldırısı, ABD’nin diplomasiye yalnızca taktik bir araç olarak başvurduğunu bir kez daha gösterdi. Buda Çin ve Rusya gibi güçlere Amerikan iki yüzlülüğünü yeniden ortaya koyma imkanı verdi. Pekin’in açıklamalarında ABD, ilk kez bu denli açık biçimde “savaşı kışkırtan taraf” olarak tanımlandı; bu, Çin diplomasisi için “sıra dışı” bir çıkış. Ancak burada dikkat çekici olan nokta, Çin’in sert sözlerine rağmen İran’a doğrudan destek vermekten kaçınmasıdır. Bu tutumun arkasında yatan çok neden var: Çin, İran’la kapsamlı ekonomik ve askeri iş birliğine sahip. 25 yıllık stratejik ortaklık anlaşmasından ortak deniz tatbikatlarına kadar birçok alanda İran'la yakın ilişkiler kurdu. Ancak aynı Çin, Suudi Arabistan ve Birleşik Arap Emirlikleri gibi ABD müttefikleriyle de devasa yatırımlar üzerinden güçlü bağlara sahip.
Sadece Suudi Arabistan’daki Çin yatırımları son 20 yılda 50 milyar doları aşmış durumda. İran’daki karşılığı ise yalnızca birkaç yüz milyon dolar. Çin’in petrol tedarikinde İran’ın yeri önemli, ancak eskisi kadar değil. Çin şu an tükettiği petrolün neredeyse yarısını Basra Körfezi’nden alıyor ve İran’ın payı burada sınırlı. Ancak İran’ın Hürmüz Boğazı’nı kapatma kararıyla bu denge dramatik biçimde değişebilir. Dünya petrol ticaretinin yaklaşık yüzde 20’sinin geçtiği bu boğazın kapanması, sadece Çin’i değil, küresel ticaretin tamamını ağır bir krize sürükleyecektir.
Gelinen nokta
ABD’nin doğrudan savaşa dahil olması, bazı Batılı analistlerin beklentisinin aksine İran’ın direncini kıramadı. Aksine, Tahran saldırıya Hürmüz Boğazı’nı kapatma kararıyla, Ensarullah gibi müttefikleri üzerinden Kızıldeniz’deki deniz yollarını baskı altına alarak ve bölgedeki “asimetrik” kapasitesini devreye sokarak cevap verdi. İran’ın doğrudan karşılık verme kapasitesi sınırlı olabilir, ancak bölgedeki İran müttefikleri ve jeostratejik hamleler aracılığıyla küresel enerji dolaşımına zarar verme gücü hâlâ var. İran’ın Katar’daki El Hudeyde Üssü’nü vurması, Tahran’ın kolayından teslim olmayacağının yeni bir göstergesi oldu. Bu da ortadaki ateşkes söylemlerine rağmen savaşın yeni bir boyuta sıçrama olasılığının hâlen yüksek olduğu anlamına geliyor. Batı’nın teknolojik silahlarına karşı İran, etkili asimetrik yanıtlar verme kapasitesini koruyor. Ne İsrail hava kuvvetleri ne de ABD deniz gücü, Husi füzelerini, Irak’taki direniş hücrelerini ya da Lübnan üzerinden gelen saldırıları tamamen durdurabiliyor. İsrail’in sivil hava trafiği kısıtlanmış durumda, limanlar işlemiyor. Bu tür saldırılar yaygınlaştıkça savaşın alacağı boyutlar karmaşıklaşıyor.
ABD, Orta Doğu'da yalnız “İsrail için” değil, İsrail ile birlikte kendi küresel hegemonyasını yeniden tahkim etmenin savaşında. Ancak savaşın uzaması ABD’nin bir yandan İran’la savaşırken öte yandan Çin’e dönük baskılarını aynı biçimde sürdürme imkânlarının zayıflayabileceğini gösteriyor. Güney Çin Denizi'nden çekilen USS Nimitz filosunun Basra Körfezi’ne gönderilmesi, Çin’in çevrelenmesi stratejisinin şimdilik askıya alındığını gösteriyor. Bu ise geçici de olsa Pekin’e manevra alanı açıyor. Öte yandan, İran'ın karşılaştığı kuşatma da hafife alınmamalı. İran hem ekonomik olarak zor durumda hem de içeride siyasi krizlerle boğuşuyor. Ancak bu, teslimiyet anlamına gelmiyor. Aksine, İran’ın son yıllarda sürdürdüğü "direniş ekseni" stratejisi hâlâ İran’ın nefes alabilmesine vesile oluyor. Bu arada emperyalist zorbaların desteklediği İsrail’in de krizi derinleşiyor.
Batı’nın beklediği türden bir çöküş şimdilik görünmüyor. Aksine, Batı’nın ekonomik ve askeri olarak uzayan bir savaş içinde zorlanabileceği ve bunun uzun vadeli sonuçlarının olabileceği görülüyor. İran’a yönelik saldırıların kısa vadeli sonucu, bölgede daha fazla yıkım ve ölüm olacaktır. Ancak uzun vadede, bu savaş emperyalist sistemin çelişkilerini daha görünür kılacaktır.
Çin ve Rusya gibi büyük güçler için bu, ABD’ye karşı daha açık mevzilenmenin kapısını aralayabilir. Bu “yeni dönem”, büyük riskler kadar büyük olanaklar da barındırıyor. Emperyalist metropollerde bu kural tanımaz saldırganlığa karşı artık sesler daha çok ve daha gür çıkıyor.
Emperyalist zorbalık arttıkça, buna karşı direniş de daha meşru ve yaygın hâle geliyor. Bu savaş, yalnızca İran’ı tehdit etmiyor. Küresel bir savaşa dönüşme riski de barındırıyor. Bu nedenle ABD-İsrail saldırganlığına karşı çıkmak, emperyalist tahakküme karşı direnen tüm halkların ortak görevi olmalıdır.
Veli Aydın