- Elini tutsam benimle gelir mi?
- Seninim işte, alıp götürsene beni…
Cengiz Aytmatov
Sovyet edebiyatında önemli bir yer tutan Kırgız yazar Cengiz Aytmatov edebiyatının güçlü toplumsal içeriği ve ince duygusu ile harmanladığı kelimelerin Atıf Yılmaz sinemasının etkileyici görüntüleri ile birleşmesi sinema tarihimizin kült filmlerinden birini yarattı. Edebiyattan sinemaya yapılan uyarlamalarının en güzel örneklerinden biri olarak adını hafızalarımıza kazıyan “Selvi Boylum Al Yazmalım” emeğin güzelliğini kaba politik propagandalara sıkışmaksızın beyaz perdeye en çarpıcı şekilde taşıyan yapıtlardan biri oldu.
Aşk ve sevgi temasının bu derece merkezde olduğu bir öyküyü işlemenin getirdiği tüm zorluklara ve romantik-drama kulvarına kayma riskine karşın Selvi Boylum Al Yazmalım hem aşk ve ihanet gibi trajik öğelerin çatışmalı karakteristiğini hem de vermesi gereken toplumsal dönüştürücü mesajın güçlü içeriğini hiçbiri diğerinden feragat gerektirmeksizin seyirciye ulaştırabilmiş nadir eserlerdendir. Sevgi üzerine söylenen beylik lafları bir kenara bırakıp bunun yerine gerçekliğin ham çelişkilerini ortaya koyan Al Yazmalım iki tercih arasında kalan bir kadının şüpheleri, umutları ve vicdanıyla yolunu çizmesinin öyküsünü bizlere anlatırken çekilmesinin üzerinden yıllar geçmiş olmasına rağmen hala bu tercih konusunda bizleri yeni sorgulamalarla yüzleştiriyor oluşuyla sanki hala bir yerlerde yaşanmaya devam ediyor. Tıpkı bitmeyen bir türkü gibi bir yerlerde söylenmeye…
Atıf Yılmaz sinemasında Al Yazmalım
Her şeyi bıraktım geldim Asya. Senin için geldim. Samet için geldim. Benim bağışla ne olur. Gene elimden tut Asya…
“Diğer bütün sanat formlarının aksine, sinema zamanın akışını yakalayıp tutabiliyor, onu durdurabiliyor, neredeyse sonsuza dek ona sahip olabiliyor” diyen Sovyet yönetmen Andrei Tarkovsky’e göre sinema, zaman heykeltıraşlığıdır. [1] Zaman ile görüntü akışı arasında bu derece yoğun bir ilişki ekseninde Atıf Yılmaz’ın da Al Yazmalım’la birlikte zamana bir ayraç koyduğu kesin.
Orijinal adı ile “Kızıl Cooluk, Calcalım” (Al Yazmalım, Selvi Boylum) aynı adla 1977 yılında Atıf Yılmaz tarafından beyaz perdeye uyarlanarak sinema tarihimizde yönetmen sinemasına doğru atılan bir ilk adım olma niteliğini taşır. Alışılagelmiş aşk hikâyelerinden farklı bir öyküdür anlattığı. Senaryoda yer yer Anadolu’ya uyarlanmış yerel motifler ve anlatışta küçük değiştirmelere başvurulduğunu görürüz. Filmde kimi sahnelerin romandakine göre daha da romantikleştirildiğini söylememiz çok da abes olmaz. Fakat romana göre senaryoda kullanılması tercih edilen diyaloglar görüntünün akışı içinde adeta şiirsel bir nitelik kazanır. Hikâyenin özü öykünün temasında öne çıkan vurguların perdeye daha belirgin yansıtılması ile değil bozulmak aksine daha da güçlenerek seyirciye sunulmuştur. Cahit Berkay’ın kulağa değil de adeta yüreğe hitaben bestelediği film müziklerinin de öykünün anlatımına katkısını unutmamak gerekir.
Melodrama ve Yeşilçam üsluba aşina olan coğrafyamız insanı için filmin bu denli sevilip sahiplenilmesinde romandaki ana temayı yan öğelerle daha kolay anlaşılır ve daha güçlü hissedilir halde işleyen senaryonun yanı sıra söz konusu diyalogların güçlü kadrajlara yedirilmesinin ve en riskli sahnelerde bile asla avama kaçmayan gerçekçi bir içeriğin yakalanabilmesinin rolü büyüktür. Yanı sıra yakın plan çekimlerin doğru karakterde doğru zamanda muntazam kullanılması ile Yılmaz’ın güçlendirdiği dramatik etki gibi filme özgü çok güçlü çekim yöntemlerinin önemi yadsınamaz. Çekim, sinema dilinin en temel araçlarındandır. Çünkü görüntü, anlamını içinde taşır. Atıf Yılmaz’ın Al Yazmalım çekimlerinde bu anlamı yakaladığını ve kameraya hapsettiğini söyleyebiliriz. Bu seyirci ile görüntü arasında film boyunca defalarca yakalanan ilişkinin büyülü sürekliliğinin sırrı olarak açıklanabilir. Yılmaz kendisi ile yapılan bir röportajda filmin görsel etkisini korumak için özgün eserde tanımlanan aksiyonları ve olayları diyaloglarla değil, daha çok göstererek ve “iç ses” olarak tanımlanan iç monologlarla vermeyi tercih ettiğini vurgulamaktadır.[2]
Atıf Yılmaz adeta hüzünden dokunan bir kilim gibi her bir ilmeğinde insana dair sorgulamaları barındıran bu öykünün hakkını vererek onu Yeşilçam klişelerinin çok ötesinde görüntülerle beyaz perdeye yansıtmayı başarır. Aytmatov eserlerindeki estetik düşüncenin çok yönlülüğü, konuların ve kişilerin hayatın içinden olması, Yılmaz'ın ise eserin temasını sinema diliyle, kendine özgü anlatım biçimiyle yeniden kurduğu özgün dünyanın çekirdeği olarak koruması Al Yazmalım’ı edebiyatın sinemaya uyarlanışının en başarılı örneklerinden biri kılar.
Hikâyeyi senaryo haline getiren Ali Özgentürk ile zaman zaman birlikte çalıştıklarını belirten yönetmen Atıf Yılmaz, her sahnenin ayrı bir dramatik yapısı olduğunu, bu nedenle filmdeki ritmi yakalayabilmesinin ancak yazarak mümkün olduğunu vurgular. Alışkın olmadığımız bir öykü, alışkın olmadığımız bir tarzda tabiri caizse ”filme çekilmiş” ve alışkın olmadığımız bir tarzda sonlanmıştır. Yine de tüm bu sıra dışılığı içinde onda alışılagelmiş bir şeyler bulmayı başarırız. Yabancı gördüğümüzde tanıdık olanı göstermek Al Yazmalım’da yönetmenin esas becerisidir. Çünkü hiçbir kamera ya da teknik ekipman ne kadar teknolojik olursa olsun görünmez olanı görünür kılamaz. Bunu ancak kameranın arkasındaki göz kameraya yaptırabilir.
Sevgi neydi?
Samet ona “baba” demişti. Cemşit’i babalığa seçmişti… Mutluluk bu muydu? Mutluluk neydi ben bilmezdim. O vardı bir zamanlar. Onu sevmiştim. Sevgi o muydu? Sevgi neydi? Coşkun akan dere, sonbahar rüzgârıyla ürperen yapraklar, cama vurup dağılan yağmur damlaları, bir yürek çarpıntısı…
Film sayesinde hafızalarımıza kazınan ve hepimizin aklında silik bir anı gibi canlanan o veciz tanım elbette hiç de basit olmayan bir tercihin, kader belirleyen cinsten bir vazgeçişin, bir terk edişin temelini oluşturacaktır. Toplumsal içerikle beslenen edebi eserlerin toplumsal algıyı nasıl dönüştürebildiğinin ve en kişisel duyguların bile kavranışında belirli nesnel temeller üzerinden nasıl ortaklaşabileceğinin nadide göstergelerinden birisini sunmuştur bize bu tanım: Sevgi, emektir.
Sonunda coşkun dere durulur, yapraklar kurur, dökülür, yağmur diner güneş çıkardı. Sevgi neydi? Sevgi sahip çıkan, dost, sıcak insan eli, insan emeğiydi... Sevgi, iyilikti... Sevgi, emekti.
Al Yazmalım’da başarılan aşk ve sevgi gibi en temiz kavramları dahi anlam bulanıklığına sürükleyen çılgınlığın ardındaki özü yakalayıp yansıtabilmesidir. Onu gerçek bir sanat eseri yapan da Alman filozof Schopenhauer’in deyimiyle sanatın “dünyada özlü olan tek şeyle, dünyanın görüngülerinin gerçek içeriği ile ilgilenme” [3] misyonunu yerine getirebilmesidir.
Böylece film tek başına bir film olmaktan çıkıp söz ile görüntünün, öykü ile senaryonun, estetik ile tekniğin katışıksız bir sentezi olarak insanı her açıdan sarsan bir efsaneye dönüşmüştür. Tema olarak sevgi ve emek diyalektiği üzerinden düğüm noktaları çözülen bir aşk ikilemini de ancak böylesi bir sentez çok boyutlu olarak yansıtmayı başarabilirdi herhalde.
Asya, aşkın yıkıcı doğasına teslim olmayışın bir tasviridir. Yoksul bir köylü kızıdır, hatta İlyas onun çamurlu, kara çizmelerini ilk gördüğünde onu bir erkek sanır, ki giyim kuşamıyla tam anlamıyla ninelerimizi tarlaya giderken hatırladığımız türden şalvarlı, yazmalı bir köylü kadınıdır. Su gibi saf ve çalkantılı tutkulardan arınmış biri olduğu kadar ilk görüşte aşka düşebilecek ve bu aşkın peşinden gidecek kadar da romantik bir karakterdir.
Asya’ya zıt bir karakter olan İlyas, filmde de kendisine verilen “İstanbullu” takma ismine yakışır bir biçimde kendine güvenen, çekici, baskın bir karakterdir. Rus romanlarındaki egoist ve trajik kahramanların tipik bir örneğidir adeta. Fakat diyalektiğin temel yasaları İlyas’ın Asya’yı bulmasıyla işlemeye başlar; karşıtların birliği ve savaşı. Tutku dolu bir aşkın bütün aşamalarını yaşayacaktır. Birbirlerinden elinden tutmayla başlayıp apar topar hayatlarını birleştirmelerine kadar giden hızlı bir ilerleme yaşanır ilişkilerinde, ayrılık da dâhil. Fakat bu ayrılığın ne derece geri dönülmez olduğunu belirleyecek tek bir karakter vardır, o da Cemşit’tir…. Emektar, dürüst, sevecen ve karşılıksız iyilik yapmasını bilen bir karakter olarak Cemşit, İlyas’ın o çok abartılı yaşadığı “erkek”liği çoktan aşmış, insanlaşmıştır:
İlk kocası olduğunu bilseydim getirir miydim buraya? Getirirdim, yaralıydı.
İşte yaralı İlyas’ı evlerine taşıdıktan sonra gerçeği ilk anda fark eden Cemşit, Asya’nın İlyas’la gitmesinden duyduğu korkuya karşın yine erkeksi bir kıskançlıkla ve bencillikle İlyas’ı kovma ya da Asya’yı ondan uzaklaştırma yoluna gitmez. Kararı Asya’ya bırakacak kadar çok sevmektedir Asya’yı… Yani Cemşit’in Asya’ya duyduğu sevgi öyle bir sevgidir ki İlyas’ın kendisini şoförlük işine geri alması için patronu ile görüşmeye giden Asya’yı kıskanıp ona tokat atması ile kıyaslandığında tutkulu erkek İlyas’a karşı sevecen bir insan olarak Cemşit bizlere sevginin portresini her hareketiyle onu filmde gördüğümüz ilk sahneden itibaren çizmeye başlar. Kaybettiği ailesinin ardından işine sarılmış emekçi ve fedakâr bir karakter olan Cemşit, Asya’yı bir ana, Samet’i bir evlat olarak ilk andan sahiplenivermesiyle İlyas’ın eksik bıraktığı ”baba”lığı tamamlayıverir.
Asya için belirleyense kendi bencil duyguları ve kadınlık içgüdüleri değil, oğluna duyduğu saf sevgi ve anneliğin bireyci-benci duyguları aşan kapsayıcı aklı olur. Asya İlyas’ı son kez terk ederken, bu veda sahnesindeki iç sesler ilk tanışma sahnelerindeki iç seslerin bir tekrarı olur:
- Çamura saplansam yardıma gelir misin?
- Elini tuttum, sıcacıktı. Yüreği elimdeymiş gibi…
- Elinden tutuversem benimle gelir mi?
- Seninim işte alıp götürsene beni…
Ta ki son cümleye kadar:
Elveda Asya, elveda selvi boylum al yazmalım, elveda. Bitmemiş türküm benim…
Filmin sonunda Asya’nın İlyas’ı değil Cemşit’i tercih etmesiyle romantizm yerini gerçekçiliğe bırakır. Böylece artık Türkiye sineması da resmen yeni dönemine girmiş bulunur. Film bitti dediği yerden yeniden başlarken anlarız ki mutlu sonlar yoktur artık, fakat mutsuz bir son da bulunmayacaktır. Asya insani olan, sıcak olanı, dost olanı seçerken sevgi ile beraber sanki “iyi”nin de tanımını yapmıştır. Bu nedenle ilk göz ağrısı İlyas’ı bırakıp giderken Asya’nın yaşadığı hüzün yerini asla pişmanlığa bırakmayacaktır. Gizli bir iç ses fısıldar bu sırada kulaklara ve Asya da biz de biliriz çünkü ayrılık da sevdaya dahil, çünkü ayrılanlar hâlâ sevgili…[4]
Kaynaklar:
1- Andrei Tarkovsky, Şiirsel Sinema, Der. John Gianvito, Çev. Ebru Kılıç, Agora Kitaplığı, İstanbul, 2007.
2- Hale Künüçen, Sözcük Sanatı Edebiyattan Görüntü Sanatı Sinemaya Sevginin Aktarılışı Ahmet Yesevi Üniv. Bilig Dergisi, 2001.
3- Arthur Schopenhauer, İsteme ve Tasarım Olarak Dünya (1969), Çev. Levent Özşar, Biblos Yayınevi, Bursa, 2005.
4- Attilâ İlhan, “Ayrılık Sevdaya Dahil”, 1993.