Fildişi aydınlarına ve sansüre karşı toplumcu sanat mücadelesi - K. Ehram

Antalya Altın Portakal Film Festivali’nde yaşanan sansür tartışmaları sanata sansür ile müdahalenin ne derece kritik noktaya geldiğini bir kez daha gösterdi.

  • Haber
  • |
  • Kültür-sanat
  • |
  • 23 Ekim 2014
  • 07:13

Ya­sak­lar ve san­sür iç içe­dir. San­sür ya­sa­ğın özel bir uy­gu­la­nış bi­çi­mi­dir. Devrimci düşüncenin ve sanatın yasak karşısındaki tavrı, teslimiyetçi değil, çiğnemek biçiminde olmalıdır. Akarsu yolunu bulur. Önündeki engelleri aşar, dağları deler, denize ulaşır. Devrimci sanat ve düşüncenin yasak karşısındaki doğal tavrı budur.

Yılmaz Güney

 

Eğitimden medyaya, sokaktan sanata her alanda gerici uygulamaların devreye sokulduğu bir dönemden geçerken bu seneki Antalya Altın Portakal Film Festivali’nde yaşanan sansür tartışmaları sanata sansür ile müdahalenin ne derece kritik noktaya geldiğini bir kez daha gösterdi. Yaşanan bu skandal elbette ilk değil. Burjuva gericiliğin en aymaz yüzlerinden biri olan AKP’nin sanat alanındaki yakın dönem saldırılarını şöyle bir gözden geçirdiğimizde kısaca şunları görüyoruz:

23. İstanbul Sanat Fuarı Artist 2013’te AKP şefi Erdoğan'ı eleştiren eserin baskıların hedefi olarak sergiden kaldırılması,

İstanbul Büyükşehir Belediyesi karşısındaki heykellerin yıkılması, tiyatro oyunlarının “sakıncalı içerik” gerekçesiyle programdan çıkarılması

Galata’da resim sergilerine fiziki saldırılar...

Görünür olan bu saldırıların arkasında yasal düzenlemelerle kılıfına uydurulmuş üzeri örtülü pek çok yasaklama ile hepsinin kaynağı olarak alttan alta sürdürülen saldırı politikaları mevcut. “Ucube” diyerek heykelleri yıktıran, devlet tiyatrolarını özelleştirme hamlesiyle kamu yararı gözetmeksizin sanatı bir kâr kapısı haline getiren sermayenin baş temsilcisi AKP’nin sözde sinemayı desteklemek adına bu zamana kadar attığı bir takım adımlar da sinemayı endüstriyel hale getirerek sanatın piyasanın dolaşımına daha rahat sokulmasından başka bir amaca hizmet etmedi. Gerçekten sanat yapmaya çalışanların bugün ne devletten ne de AKP’den bir beklentisi olmaması gerektiğini ve sermaye devletinin “devlet destekli” sanat anlayışının sanata müdahale dışında bir anlam taşımadığını Altın Portakal’daki son “sansür krizi” bir kez daha gösterdi.

 

Sansür ve oto-sansürün dünden bugüne iki örneği

Beyoğlu Sanat Galerisi’nde yapılacak “Nostalji 2014” karma sergisinde resimleri bulunan ressam Nursel Sökmen Bayram’ın “Maraş Katliamı” isimli resminin denetlemeden sorumlu olan Hardan Sanat Ekibi’nden Özlem Haliloğlu tarafından reddedilmesinin açık bir sansür uygulaması olduğunu vurgulayan ressam Bayram, resimlerinin hepsini sergiden çekmiş ve sergiye katılan diğer sanatçılar da sansüre karşı boykota çıkarak sergiden çekilmişti. Böylece sergi iptal olmuştu. Burada ilginç olan devletin güya sergiyi karar ve denetim aşamasında özgür bırakarak denetleme işini sanat ekibine vermesi ve sanat ekibinin daha sonra açığa çıktığı üzere AKP’ye bağlı Beyoğlu Belediyesi’nden tepki görmemek gibi bir hassasiyetle kendi sergisinde böyle bir elemeye girişmesiydi.

Sanatın resim alanında, sansür ve oto-sansür uygulamasının yarattığı bu krizin bir devamı bu sene sinema alanında, üstelik 51. Uluslararası Antalya Altın Portakal Film Festivali Ulusal Belgesel Yarışması’nda yaşandı. 51. yılında ‘Gelenekten geleceğe’ sloganıyla yola çıkan Altın Portakal’ın 2014’e taşıdığı ‘sansür geleneği’ oldu. Haziran Direnişi’ni konu alan, Reyan Tuvi’nin yönettiği ‘Yeryüzü Aşkın Yüzü Oluncaya Dek’ adlı belgesel, ön jüri tarafından yarışmaya seçilmesine rağmen festival yönetimi, Türk Ceza Kanunu’nun 125. (kişilere hakaret) ve 299. (Cumhurbaşkanına hakaret) maddelerini gerekçe göstererek filmi yarışmaya almadı.

Festival komitesi kendince ılımlı bir yanıtla kendini aklamaya giriştiyse de sansürü üstü kapalı bir şekilde savunmaya devam etti. Komitenin ilk açıklamasının ardından ilk tepki Sinema Yazarları Derneği’nden (SİYAD) geldi. Derneğe üye 75 sinema yazarı bir bildiri yayımlayarak olayın sansür olduğu ve festival yönetiminin söz konusu belgeseli yönetmenin kurguladığı haliyle yarışmaya geri alması gerektiği vurgulandı. Ancak alternatif bir şey oldu ve yönetmen sakıncalı görülen alt yazıda değişikliğe gitti. Böylece film kabul edildi. Filmin kabulü üzerine yaptığı açıklamayla Altın Portakal Film Komitesi’nin tabiri caizse “özrü kabahatinden büyük” oldu. Özeleştiriden yoksun ve sansürü normalleştiren bu ikinci tutumunun ardından daha sert tepkiler geldi. Sansür kararından dolayı halen özür dilenmediği için önce Ulusal Belgesel Yarışması jüri başkanı Can Candan istifa etti, ardından da ulusal ve uluslararası uzun metraj dâhil, festivalin yarışmalı bölümlerinde görev alan 11 jüri üyesinin istifası geldi. 40’a yakın sinema yazarının ve birçok sinema platformunun festivale katılmayacağını açıklamasının ardından Reyan Tuvi’nin de aralarında olduğu Ulusal Belgesel Yarışması’ndaki 13 yönetmen, filmlerini festivalden çekti. Festival de çareyi yarışmayı iptal etmekte buldu. Tıpkı katılımcı tüm ressamların resimlerini sergiden çekmesiyle iptal olan Nostalji 2014 karma sergisi gibi…

Burada tartışmanın önemli bir odak noktasını yönetmen Tuvi’nin oto-sansürü oluşturuyor. Festival yönetiminin sansür tutumunun ardından yarattığı baskı ortamını iyice irdelemek sansürden daha tehlikeli ve sinsi bir baskıya işaret etmek açısından hayati önem taşıyor.  Olan şuydu: Festival Komitesi geri adım atmak yerine Reyan Tuvi üzerinde baskı kurarak festivalin akıbetini ve sorumluluğunu yönetmenin omuzlarına bıraktı. Tuvi de ‘festivalin yapılması’ için İngilizce altyazıdaki bir kelimeyi çıkarmayı kabul etti. Sansürün tetiklediği oto-sansür mekanizmasının işleme prensibi böylece bir kez daha somutlanmış oldu. Yönetmenin üzerindeki baskı ile krizi çözmeye yönelik attığı adım aslında sansür uygulaması ile festival yönetiminin kendi yarattığı sorunu çözme sorumluluğunu Tuvi’nin omuzlarına yüklemesi ve ses getiren skandalın daha da büyümesi durumunda bunun aktörü olarak yönetmen Tuvi’yi kamuoyuna işaret etmesidir. Oto-sansür adımı festival yönetiminin “filmin ‘yeni versiyonuyla’ başvuru yaptığı ve yarışmaya öyle kabul edildiğini” açıklamasıyla sansürü meşrulaştıran bir zemine oturtulmaya çalışıldı.

 

Baskıcılığın oto-kontrolü

Sanattaki sansür elbette ki diğer sansür uygulamalarının bir ayağı olarak ele alınmalı ve sermayenin tüm işçi ve emekçileri bir mücadele zemininde buluşturmaya çalışan ilerici-devrimciler ile aydınlara yönelik kapsamlı saldırı ve engelleme politikalarının bir parçası olarak gözlemlenmelidir. Adım adım her saldırılarını bir kenara not etmeliyiz. Çünkü hepsi bir amaca, bir plana hizmet etmektedir ve yan yana getirdiğimizde tüm bu saldırıları daha anlamlı şekilde okuyabilmekteyiz. Örneğin yine yakın zamanda yaşanan “internet sansürü”nü yasalaştırmaya yönelik atılan adımlar, belirli sitelere toplumsal direnişin yükseldiği zamanlarda erişimin engellenmesi, devrimci basın-yayın organlarına yönelik sansür girişimleri…

Pekiyi sansür burjuva gericiliğinin sanata müdahalesinde nerede duruyor? Öncelikle sansürün anlamını sorgulamak ve ardından sanatçıların hangi baskı yöntemleriyle oto-sansüre tabii kılındığını anlamaya çalışmak gerekiyor. Sansürün sanatı kısıtlamaya ve engellemeye dönük yüzü bir yana sanat camiasında sansüre paralel olarak yavaş yavaş uygulanan bir “oto-sansür” uygulaması daha sermaye devleti ve onun gerici temsilcileri el atmaksızın bire bir sanat kurumlarının ve uygulayıcılarının kendi kendilerine bir takım sınırlamalara ve kendi kendine sansüre girişmesini ifade etmektedir. “Yeryüzü Aşkın Yüzü Oluncaya Dek” adlı Haziran Direnişi belgeseline Altın Portakal komitesinin uyguladığı sansürün ardından filmde sakıncalı gösterilen küfür içeriğine oto-sansür uygulayan yönetmen Reyan Tuvi üzerinde hangi baskıları hissederek oto-sansüre girişmesi bizleri sansür ve oto-sansür arasındaki ilişkiyi sorgulamaya itiyor.

 

Oto-sansürün ekonomi-politiği

Mali destekten yoksun kalmak veya gösterim için izin alamamak gibi ekonomik endişeler tüm sanatçıları ve özellikle sinemacıları “kırmızı hattın” gerisinde durmaya zorlamaktadır.  Bu ekonomik endişelere ek olarak fişlenme, hedef gösterilme gibi politik endişeleri eklersek sinemacılar dâhil tüm sanatçı ve aydınların omuzlarına ciddi bir yük bindiğini söyleyebiliriz. Yanı sıra devlet erkânları her fırsatta “yasakların ne olduğunun” her fırsatta altını çizerek kalın hatlarla sinema ve sanat için “güvenli bölge” sınırını çekerek sanatçılara oto-kontrol ve oto-sansür konusunda ip uçları vermektedir. Öyle ya “bu yasaktır” denilen yerde yönetmenler hangi konuların, hangi içeriğin yasak olduğunu bilmekte ve risk almak istemeyen yönetmenler ona göre davranıp sakınmaktadırlar. Sanatçıya “yasaklı alan”a girmeksizin sanat yapma özgürlüğünü bir lütufmuş gibi sunan devletten sanata dair incelikli bir bakış ve özeleştiri beklenmez!

 “Ya bu deveyi güdeceksin, ya bu diyardan gideceksin” diyen burjuva gericilerine karşı işte tam da bu noktada sanatçı ve aydınlar bir tercihle yüz yüzedirler: Ya “bu mesele benim meselem değil” diyen Yılmaz Erdoğanlar misali fildişi aydınları olmayı tercih edecek, eserlerinin içeriğini yasaklamalara göre belirleyecek ya da bu ekonomik ve politik korkularını aşıp toplumsal-gerçekçi sanat silahını kuşanıp sermaye devletine karşı kendi cephelerinden savaşmayı seçeceklerdir.

 

Sansüre karşı toplumcu sanat ve aydın sorumluluğu

Toplumsal mücadele ve yasaklara karşı koşulsuzca sürdürülen inatçı bir direniş olmadığı ölçüde heykelinden resmine, tiyatrosundan 7. sanat olan sinemasına kadar sanatın ayaklarına prangalara vurulmaya devam edecektir. Tarih bugün sindirilen, karşısında mücadele verilmeksizin kabul edilen her türlü yasaklamanın yarın kat be kat fazlasıyla dayatılacağından kimsenin şüphesi olmaması gerektiğini göstermektedir. Gericiliğin gayri-meşru gördüğü değerlerimizin meşruluğunu kitlelere anlatmaktan ve sansürlenen eserlerimizin özgürce, yasaksız ve dolayımsız olarak kitlelerle buluşturulmasından, pek çok baskı ve sansür uygulamasına maruz kalmış devrimci basın-yayın emekçileri başta olmak üzere tüm ilerici-devrimci güçler olarak sorumluyuz. Burjuva-gericiliğinin hiçbir yasaklaması biz ezilenler yararına olmayacağı gibi elbette ki sansür uygulamalarının da bugün işçi ve emekçileri politikadan ve örgütlenme araçlarından uzak tutmaya çalışan sermaye sahiplerinin sınıf çıkarlarına hizmet ettiği açıktır. Açıktı ki onların sansürlediği ne varsa onların korktukları şeylerdir! Açıktır ki onların üstünü örtmeye çalıştıkları yine onların iktidarını sarsmaya yönelik şeylerdir! Açıktır ki onların kitlelerden gizlemeye çalıştıkları gerçekten kitlelere ulaştırıldığında kendi ipliklerini pazara serecek şeylerdir!

Kitleleri ufkunu daraltmaya yönelik hiçbir türlü baskı, sansür ve yasaklama uygulaması toplumsal bir direniş duvarına çarptığında ayakta kalamaz. Hiç kuşku yok ki devrimci mücadelenin önemli bir kısmı gerçek ve özgür sanat için verilen mücadeleyi kitleselleştirmek, sanata dair sansür başta olmak üzere her türlü gerici müdahalenin iç yüzünü, hizmet ettiği ezenler sınıfını ve toplumsal muhalefeti engellemeye yönelik gizli politikaları emekçi kitlelere aktarmak ve bu tür uygulamalara karşı hızlı, refleksli, kitlesel bir toplumsal tepkiyi örgütleyebilmektir. 

Buna karşı meselenin can damarı aydınların sadece kendileri için değil tüm toplum için kitlelerin bilincini ileriye çekme görevini üstlenmeleri ve içinden geçilen bu baskı döneminin getirdiği “aydın sorumluluğunu” üstlenebilmeleridir Yılmaz Güney’in sözlerini bugün en tok şekilde tüm aydın ve sanatçılar tarafından hatırlanması gerekmektedir: “San­sür ve ya­sak­lar­la ara­mız­da­ki çe­liş­me, sı­nıf­sal bir çe­liş­me­dir.”* Aydınlar kendilerini toplumun içinden geçtiği gerici-baskıcı dönemin bir muhatabı ve öznesi olarak görmeli, kendilerini toplumsal sorunlardan ve muhalefetten yalıtmamalıdır. Aydın ve sanatçıların temel var oluş alanı fildişi kuleleri değil kulübelerdir. Bugün sanatını sokağa, işçi havzalarına, emekçi mahallelerine, sanatın en yakın takipçilerinden olan öğrencilerin okullarına taşıma sorumluluğunu duymayan sanatçılar bugün olduğu gibi gün gelir o pahalı galerilerden, sinema salonlarından, o çok prestijli denilen ödül törenlerinden kovulmaları için bir imzanın yettiğini görürler.  

Altın Portakal’da sansüre karşı örgütlenen tepki ise Haziran kazanımlarından biri olarak direniş hanesine kazınmalıdır. Zira toplumsal direnişin gücünü yine konu başlığımızın doğrudan alakadar olduğu Haziran Direnişi göstermektedir. Öyle ki Haziran sonrasında sanatın pek çok farklı dallarında direnişten beslenen, direnişle çiçeklenen birbirinden yaratıcı eserlerin hem amatör hem profesyonel seviyede ortaya çıktığını görmekteyiz. “Büyük kütlenin her zaman küçük kütleyi çekmesi” misali direnen kitlenin çekim gücü tartışılmazdır. Haziran Direnişi’nde sokaklara inen milyonlar kendileriyle birlikte bir süredir evlerine kapanmış aydın kesimlerini de sokağa çektiler. Tuvi’nin belgeseli direnişin yaratımlarından biri olarak yine direnenler tarafından sahiplenilmiştir. Fakat buna karşın Altın Portakal film komitesinin bu kadar rahat bir şekilde Haziran Direnişi’ne yönelik bir esere sansür uygulayabilmesinin ardındaki özgüvene mercek tutmak gerekiyor. Halk hareketinin şimdilik geriye çekilmesi sermaye devleti ve temsilcilerinin baskıcı ve yasakçı tutumlarını daha pervasızca uygulamaları konusunda rahatlık sağlamaktadır. Halk hareketlerinin ivmesinin azaldığı yerde ezenlerin baskı ivmesinin arttığını görürüz. Yine bu ters orantıdan dolayı şunu gönül rahatlığıyla tekrarlayabilir: İktidar sahiplerinin ve Altın Portakal komitesinin bu rahatını yeniden yükselen kitle hareketleri bozacaktır.

Arkasına devleti değil toplumu alan sanatçılarsa sermayenin hangi iktidarı, hangi kolluk kuvveti, hangi meclisi ve hangi araçları önlerine engel olarak dikilirsen dikilsin bu engelleri yıkacak ve eserlerini geleceğe taşıyabilecektir. Çünkü toplumların omuzları ancak kendi kurtuluşlarını toplumun kurtuluşundan bağımsız görmeyen sanatçıların eserlerini taşır, toplumsal hafızaya ancak böyle sanatçıların eserleri kazınır.

Gün “benim!” diyen tüm aydın ve sanatçıların Yılmaz Güney olma günüdür!

* Yılmaz Güney, “Sanat ve Düşüncenin Yasak Karşısındaki Tutumu Ne Olmalıdır?”, Güney Dergisi, Eylül 1977.