Nasıl bir dünyaya doğru gidiyoruz?- Hayri Kozanoğlu

ABD’de ikinci Donald Trump döneminin ilk 100 günü biterken mevcut küresel konjonktüre maddeler halinde bakmak gerekli. Çin tarafının Trump’ı muhatap almayan duruşu devam edecek gibi. Ek vergiler ise ABD’ye ‘eski güzel günler’i getirmeyebilir.

  • Haber
  • |
  • Basın derleme
  • |
  • 29 Nisan 2025
  • 17:30

Donald Trump’ın ilk 100 günü siz bu satırları okurken dolmuş olacak. Başta Çin dünyaya yönelik güç gösterisi, tehdit, şantaj, blöfe dayalı hamleleri, sürekli yön değiştirme manevraları şu ana kadar sonuç vermemiş, üstelik Amerikan kamuoyunda da kendisine duyulan güven inişe geçmiş görünüyor. Ancak 2025’le birlikte daha çalkantılı, ekonomik belirsizliklerin iyice su yüzüne çıktığı bir dünyaya adım attığımız da ortada. İsterseniz bu noktada içinde bulunduğumuz küresel konjonktüre 10 maddede kuş bakışı bir göz atalım.

1- ABD dünyadaki ekonomik ağırlığı ve ideolojik inandırıcılığı erozyona uğramasına karşın, küresel finansal sistemdeki belirleyiciliği, dünyanın en büyük askeri gücüne sahip olması, yer yer Çin meydan okusa da süren teknolojik üstünlüğü üzerinden hegemonik gücünü korumaya çalışıyor. Joe Biden döneminde benimsenen uluslararası liberal düzenin hamisi olmak, dünya egemenliğini kurumlara ve kurallara dayalı bir biçimde ihya etmek çabası sonuç vermedi. Trump 2.0 ile birlikte tamamen güce ve tehdide dayalı, toprak taleplerini de içeren kaba bir emperyalizm görüntüsü sergileniyor. Tüm belirtiler çok kutuplu, çok merkezli, safların köşeli bir biçimde belirlenmediği, Küresel Güney ülkelerinin pazarlık kabiliyetinin arttığı bir dünyaya doğru gittiğimizin sinyallerini veriyor.

2- Günümüzde tek bir ülkenin gücünü dayattığı bir “süper emperyalizm” de, tüm dünya dengelerinin bütünleşik bir küresel sermayenin sermaye birikimi önceliklerine göre belirlendiği bir “hiper emperyalizm” de söz konusu değil. Trump’ın Panama ve Grönland’da uzanan toprak talepleri, Kanada üzerinde dahi egemenlik iddia eden demeçleri klasik bir emperyalizmi de zorlayan bir kurguyla karşı karşıya bulunduğumuz izlenimi veriyor. ABD liderliğinde AB, Japonya, Kanada, Avustralya, Yeni Zelanda gibi ülkelerin büyük ölçüde birlikte hareket ettiği, birbirlerinin önünü kesmediği, çelme tatmadığı, aralarındaki sorunları büyük ölçüde uzlaşma yoluyla hallettiği bir “kolektif emperyalizm” kurgusu da giderek silikleşiyor. Ulusal sınırların önem kazandığı, büyük güçler arasındaki çelişkilerin belirginleştiği, 20. Yüzyıl başı benzeri savaş ve çatışmayı davet eden bir dünya tablosu ortaya çıkıyor.

3- Trump’ın gerek ekonomik gerek jeopolitik düzlemlerdeki saldırgan politikaları üç ayrı doktrin üzerinden tartışılıyor. Hegemon liderliğin ikna ve rıza üzerinden şekillendiği; demokrasi, insan hakları, özgürlükler gibi değerlerle soslanmış bir yaklaşım yerine” kaba realist, güç bölgelerine dayanan veya ters-Kissinger” diye adlandırılan üç ayrı yaklaşım dillendiriliyor. Kaba realizm çerçevesinde ABD sadece Rusya, Çin, AB gibi büyük güçleri muhatap kabul eder. Zelensky’e yönelik muamelesinden veya Gazze’ye ilişkin gaddar tutumundan gözlendiği üzere, Ukrayna ve Filistin gibi zayıf ulusları kâle almaz. Güç bölgeleri yaklaşımı ise, ABD’nin Amerika kıtasının mutlak hakimi olması, Çin ve Rusya gibi güçlere ise kendi bölgelerinde belli egemenlik alanları tanınması üzerinden dünya güç dengelerine bakış anlamı taşır. Ters-Kissinger stratejisine gelince; nasıl 70’lerde Nixon döneminde baş düşman Sovyetler Birliği’ne karşı Mao’yla uzlaşma yoluna gidildiyse; bu kez Putin’e tavizler verme pahasına tüm güçleri Jinping liderliğindeki Çin’e karşı konuşlandırma anlayışını temsil eder.

4- Trump döneminde, hükümette sermayenin temsilcileri değil bizzat kendileri yer alıyor. En popüler örneği Elon Musk olan bu milyarderler kulübünü, Joe Biden bile yüksek teknoloji ve karanlık paranın ittifakına dayanan bir oligarşi diye nitelendirmişti. Marksist sosyolog John Bellamy Foster’a göre, Trump koalisyonunun ayırt edici bir özelliği de hisseleri borsaya açık olmayan, böylelikle faaliyetlerini tam bir gizlilikle sürdüren “özel sermayenin” ağırlığıdır. Burada da en bilinen isim Pay Pal kurucusu ve CIA destekli gözetim ve veri madenciliği şirketi sahibi Peter Thiel’dir. Trump yönetimi ağırlıklı olarak Silikon Vadisi’nin, yüksek teknolojinin, vur kaç operasyonlarıyla para kazanan özel sermaye fonlarının (private equity) ve büyük petrol şirketlerinin iktidarıdır. (John Bellamy Foster, The U.S. Ruling Class and Trump Regime, Montly Review, Nisan 2025).

5- Trump’ın tüm ticaret savaşları söylemi imalat sanayisini, mavi yakalı işleri ABD’ye geri getirmek üzerine kurulu. Halbuki ülke ekonomisi yüzde 75-80 hizmet sektörü üzerinde yükseliyor. Bu durum dış ticarete de yansıyor. ABD 2024’te hizmetlerde 1.077 milyar dolarlık ihracatla dünya lideri. Bunun 707 milyar doları dijital hizmetlerden kaynaklanıyor. Genelde hizmetlerde 290 milyar dolarlık bir dış ticaret fazlası söz konusu. Alüminyum ve çeliğe konan yüzde 25 gümrük vergisi başta gelmek üzere atılan adımlar büyük ölçüde küresel tedarik zincirlerinde maliyetleri artıracak, başta otomotiv birçok sektörde aksine rekabet gücünü azaltacak nitelikte. Zorlamalarla bazı işkollarındaki sanayi üretiminde yükseliş ortaya çıksa da, yeni üretim teknolojileri büyük ölçüde robotlaşmayı ve yapay zeka kullanımını içerdiği için istihdamda vaat ettiği eski güzel günleri geri getirmeyecek.

6- Gelgelelim Trump politikalarına yönelik tüm bu eleştirilere karşın, sol-sosyalist kesimler serbest ticaret dönemi nostaljisine de kapılmak zorunda değil. Evet gümrük vergileri en fazla yoksul kesimleri vurur. Çünkü onlar gelirlerinin büyük kısmını hemen harcarlar. Bütçelerinin en ağırlıklı kısmını şimdi Amerika’da rafları hızla boşaltan market zincirlerinde gündelik ihtiyaç mallarına ayırırlar. Üstelik Trump’ın bu vergileri zenginlerin işine yarayacak vergi indirimleri yapmak için kullanacağını söylemesi de solun karşı çıkması gereken bir sınıfsal tercihtir. Öte yandan tarihte serbest ticaretin hep en güçlü hegemon ülkeler, önce Büyük Britanya, sonra ABD tarafından, yer yer şiddete başvurularak savunulduğunu biliyoruz. Sanayileşme merdivenini tırmanan Güney Kore gibi başarı örnekleri ise, bu performansı sanayi politikaları uygulayarak gerektiği ölçüde korumacılık önlemlerine başvurarak sağlamışlardır. Aksi takdirde, kalkınma iktisatçısı Ha-Joon Chang’ın dediği gibi, “mukayeseli üstünlük” temelinde Güney Kore pirinç ve balıkçılıkta uzman bir ülke olarak kalırdı.

7- ABD’de Batı’daki aşırı sağ popülist, faşizme meyilli hareketler ile ittifakını gizlemeyen bir yönetim var. Özellikle Başkan Yardımcısı J.D. Vance Avrupa sağının hamisi rolünü üstlenmiş durumda. Tüm bu hareketler özünde kapitalizmle bir sorunları bulunmamasına karşın, neoliberalizmin getirdiği aşırı gelir ve servet adaletsizliklerinin doğurduğu hoşnutsuzluk, dışlanma hissinden besleniyorlar. Bu sol için de potansiyel bir gelişme alanı. Aynı şekilde dar bir elit, teknokrat bir kadronun, piyasa sinyalleri doğrultusunda karar aldığı, demokratik temsilin zayıfladığı neoliberal tasarım da halkın tepkisine yol açıyor, siyasi yelpazenin her iki kanadına tahkim olanakları sunuyor. Gelgelelim işgücünün dolaşımına, göçmenler ve mültecilerin emek piyasasına katılımına gelince, sağ popülizm tepkileri devşirirken, sol popülizm enternasyonalist, eşitlikçi anlayışı gereği meramını topluma anlatmakta zorlanıyor. Bu üçlü çerçevede analiz yapan düşünür Perry Anderson’a göre, göçmenlere, yabancılara yönelik tutum sağ güçlerin solun önüne geçmesine yol açıyor. (Perry Anderson, Regime Change in the West, London Review of Books, 3 Nisan 2025).

8- Halen yüzde 145 gümrük vergisi uygulamayı öngördüğü Çin’in Trump’ın ticaret savaşlarının başlıca hedefi olduğu biliniyor. Çin’de üretilen elektronik aletlere, eczacılık ürünlerine, çok ileri olmayan yarı iletkenlere ve nadir elementlere bağlı ABD’nin market zincirlerinde rafların boşaldığı konuşuluyor. Buna karşın, Çin’deki gündelik yaşamda şimdilik ticaret savaşlarından kaynaklanan bir yansıma gözlenmiyor. Çünkü ABD’den ithalatları büyük ölçüde tarım ürünleri ve enerji üzerine yoğunlaşıyor. Bunlar kolaylıkla başka ülkelerden temin edilebilecek, ikamesi soran olmayacak mallar. Trump her gün Çin’e yönelik demeçler patlatırken, Jinping’in ağzını açmadığı, şimdilik onu muhatap dahi almadığı gözleniyor. Çinliler ulusal bilinçleri yüksek, bu süreçlere hazırlıklı bir halk oldukları için ABD medyasındaki yaygın metaforla “ilk göz kırpacak” taraf olacak gibi görünmüyorlar. Elbette ABD’ye yılda 295 milyar dolar dış ticaret fazlası veren bir ülkede bazı sektörler zaman içinde gümrük vergilerinden çok olumsuz etkilenecek. Toplam 20 milyon kişinin işsiz kalabileceği hesaplanıyor. Ekonomi yönetiminin sübvansiyonlar ve nakit ödemeleriyle sosyal tepkileri soğurmayı planladığı bildiriliyor. İç talebi artırmaya yönelik olası bir programın yürürlüğe konması halinde ise, Trump’ın istemeden Çin’e iyilik yaptığını bile söylenebilir.

9- Trump’ın tüm kararlı görünüşüne karşın, finansal piyasaların verdiği tepkilerden etkilendiği, özellikle 36 trilyon dolarlık hazine kağıtları piyasasındaki fiyat düşüşlerinden (faiz artışları) ürktüğü görülüyor. Her gün sabah borsa sinyallerine göre ağız değiştiren bir başkanın tutarlı ve inandırıcı bir yönetim sergilemesi beklenemez. Doların sürekli bir değer yitirme sürecine girmesinin de, hem enflasyonu azdırmak hem de doların rezerv para statüsünü sarsmak anlamında tehlike oluşturduğu açık. FED Başkanı Jeremy Powell’ı önce görevinden alacağını söyleyip, sonra bu kararından geri adım atması da, neoliberalizmin amentülerinden “bağımsız merkez bankası” koşulunun kolay sarsılmayacağını gösteriyor. Özetle, kendilerine umut bağlanıp, neoliberalizme sessiz sitemsiz teslim olan Clinton, Obama’nın aksine, kolay yaygara koparan Trump’ın da finansal piyasaların gücü karşısında fazla direnemeyeceği anlaşılıyor.

10- ABD’nin dünya ticaretindeki payı yüzde 13 iken AB’nin yüzde 16’ya kadar çıkıyor. Trump’ın ticaret savaşlarını başka ülkelerle ekonomik ilişkileri yoğunlaştırmak için fırsat bilen Avrupa Komisyonu Başkanı von der Leyen Latin Amerika’dan Hindistan’a, Avustralya’dan Endonezya’ya farklı coğrafyalarla ikili anlaşmalar yapmak üzere atak başlattı. Zaten DTÖ’nün ABD tarafından işlevsizleştirilmesi sonucu, genel kurallar çerçevesinde ticaret ve işlevsizleşme yolunda. Trump’ın gümrük vergilerinin ayrımsız tüm ülkeleri kapsaması, AB’deki aşırı sağ müttefiklerini, başta Macar Başbakanı Orban gelmek üzere, kendi kamuoyları önünde zor duruma düşürdü. Bu durumda merkez partiler serbest ticaret söylemiyle puan kazanacaklarını düşünüyorlar. Ne var ki, AB’nin küresel rekabette ABD ve Çin karşısında geride kalması, özellikle teknoloji yarışına ayak uyduramaması, birliğin enerji bağımlılığının sürmesi, Atlantik İttifakı’nın çatırdaması sonucu askeri harcamaların artmak zorunda olması, son IMF Dünya Ekonomik Görünüm Raporu’nda görüldüğü gibi küresel ekonomide yavaşlama eğiliminin zaten durgunluk yaşayan AB’yi daha da olumsuz etkilemesi gibi yapısal sorunlarını kolayca aşması olanaklı görünmüyor.

Not: 26 Nisan 2025 tarihinde İstanbul’da düzenlenen TMMOB Sanayi Kalkınma Kongresine Giderken panelinde yaptığım “Trump ve 21. Yüzyılın Emperyalizmi” başlıklı sunumun özetidir.

BirGün / 29.04.25