(15 Şubat 2025’te, Abdullah Öcalan’ın Çağrı’sının hemen öncesinde verilmiş konferansın özel bir bölümüdür…)
Kürt sorun yüzyıllık bir sorun, genel çerçevesi belli. Kürtlerin talepleri yeterince açık, ulusal özgürlük ve eşitlik istiyorlar. Kürdistan’da siyasal, idari ve kültürel yönetimi bizzat kendi ellerine almak istiyorlar. Bütün bunlar konusunda rejim herhangi bir tavize açık olmak bir yana, yıllardır seçme ve seçilme hakkını bile ortadan kaldıran uygulamalar içinde oldu. Durum halen de budur. İktidar durmadan kayyım atıyor, ardı arkası kesilmeyen tutuklamalar yapıyor. Kürtlerin yerel seçimlerde bazı büyük kentlerde CHP ile örtülü bir işbirliği yapmasını bile halen soruşturma konusu, görevden alma ve tutuklama nedeni olarak kullanıyor. Bu durumda barış adı altında ne tartışılıyor olabilir ki? Kürtler bu süreçten ne bekliyor? “Derinleşiyor” denilen Öcalan tecrit altında, çok büyük kısıtlılıklar içinde olduğuna göre ne türden bir derinleşme yaşıyor olabilir?
Sorun, çözülmek bir yana, kısmi sınırlar içinde olsun yatıştırılmak isteniyor olsa, konu açıkça gündeme getirilir, kamuoyuna ve halk kitlelerine mal edilmeye çalışılır. Toplumun bu konuda düne kadar şovenizmle kabartılmış duyguları bir parça yatıştırılmaya çalışılır. Oysa halen buna ilişkin girişimler bir yana herhangi bir emare yok. Tersine, şovenizm atmosferini, inkâr ve imha siyasetini pekiştiren söylemler var.
Yine de tüm bu olup bitenler nedensiz değildir. Dinci faşist iktidarın biri dışarıda, öteki içeride iki temel hedefi var. Dışarısı için söz konusu olan Ortadoğu’daki yeni gelişmelerin bölgesel “Kürt kartı” üzerinden yaratacağı risklere karşı önden önlem almaktır. Buradaki kaygı kurulu sermaye düzeninin genel çıkarları içindir. İçerisi için söz konusu olansa, iktidarın kendi dar çıkar ve ihtiyaçlarına yöneliktir. Düzen muhalefetini bölmek, Kürt hareketini bu muhalefetten koparmak, olanaklıysa kendi yedeğine almak, böylece kendi iktidarını kalıcılaştıracak adımları belli bir kolaylıkla atabilmektir buradaki hesap.
“Yeni süreç” hangi ihtiyacın ürünü?
Yeni süreç MHP lideri tarafından Ekim ayında başlatıldı. Hemen ardından 2005 yılına ait Kürt sorunu konulu 24 bölümlük kapsamlı bir değerlendirmenin “Demokrasi mücadelesi ve Kürt sorunu” ara başlığı taşıyan kısmı beş bölümlük bir yazı dizisi olarak komünist basında yeniden yayınlandı. Yeniden yayının ortak sunuşunda “Son gelişmelerin devrimci bir bakış açısıyla anlaşılmasına önemli bir katkı sağlayacağı inancıyla metni bölümler halinde okura yeniden sunuyoruz...” denildi.
Söz konusu dizi yazının tamamı, başta Bir Halkı Savunmak kitabı olmak üzere Abdullah Öcalan’ın 2003-2005 yılına ait metinlerini konu alıyor. Bu tartışmanın güncel gelişmelerle bağı, ABD-İsrail ikilisinin Büyük Ortadoğu Projesi kapsamında Kürt sorununa gösterdikleri özel ilgide saklıdır. Öcalan o döneme ait metinlerinde bu konu üzerinde özellikle duruyor. Bununla Türk burjuvazisi ve devleti üzerinden kendince bir basınç oluşturmaya çalışıyor. Bir Kürt reformuyla sorunu Türkiye’nin kendi bünyesinde çözemezseniz eğer, sorun ABD-İsrail’in çıkar ve hesapları doğrultusunda bölgesel planda çözülür diyor.
Dikkate değer olan, Öcalan’ın bir yandan Türk devletini buradan sıkıştırmaya çalışması, öte yandan bunu ABD’nin bölgeye müdahalesini olumlayan bir tutumla birleştirmesidir. Öcalan ABD emperyalizminin Ortadoğu’ya müdahalesini “yukarıdan demokrasi” getirme çabası olarak tanımlıyor. ABD’nin bu çabasını olumluyor ama eksik ve tek yanlı buluyor. Demokrasi yalnızca yukarıdan müdahaleyle gelmez, aşağıdan da halkların etkin katılımıyla desteklenmesi gerekir, ancak bu durumda Ortadoğu’da gerçek bir demokratik dönüşüm yaşanabilir diyor. Bunu “Büyük Ortadoğu Projesi”nin eksik yanı sayıyor ve bundan hareketle de kendince halklar cephesine perspektif sunuyor. “Yukarıdan Amerika, aşağıdan halklar” olarak özetlenebilecek bir çizgi bu.
Başta Bir Halkı Savunmak kitabı (Haziran 2004) olmak üzere Öcalan’ın o dönemki yazılarında, emperyalizmin Ortadoğu’ya müdahalesinin Irak’la sınırlı kalmayıp genişleyeceği, aynı müdahalenin Suriye’ye de yapılacağı, Ortadoğu’da sınırların değişeceği dile getiriliyor. Doğal olarak bu gelişmenin Kürt sorunuyla bağı kuruluyor ve özü itibariyle şunlar söyleniyor: Ortadoğu’ya yeni bir düzen getirmeye çalışan ABD, bu kapsamda Kürt sorununu da önemli bir koz olarak görüyor. Irak’ta bir BarzaniTalabani devleti yaratıldı bile ama sorun bundan da öteyedir. Suriye, Türkiye ve İran’da kapsayan bir plan bu. İşin ucunda aynı zamanda İsrail’in güvenliği var. Şimdilik Irak’ın, ardından Suriye’nin dinsel ve etnik esaslara göre parçalanması bu amaca yöneliktir vb., vb…
Öcalan’ın metinlerinde bu çerçeveden hareketle Türk egemen sınıflarını basınç altına almaya yönelik uyarılar yapılıyor: Ya bir Kürt reformuyla Kürtleri yanınızda tutarsınız ya da onları emperyalizme ve Siyonizme yem etmiş olursunuz. Barzani ve Talabani üzerinden mesafe aldılar. Bizi de kullanmak istiyorlar. Ama biz Türkiye ile barışmak istiyoruz. Bir Kürt reformu karşılığında biz Türkiye’nin yanındayız. Türkiye bizi yanına alırsa, Suriye ve Irak’taki Kürt sorunu üzerinden onun da vasisi haline gelir. Ve kendi içinde Kürt reformuyla demokratikleşmiş bir Türkiye, Ortadoğu’nun, giderek de İç Asya’nın en etkin ülkesi haline gelir. Bu yolu tutmazsanız eğer, Kürt sorunu emperyalizm ve Siyonizmin eline kalır. Bize de yapacak fazla bir şey kalmaz, biz de zorunlu olarak başka alternatiflere yönelmek zorunda kalabiliriz vb.
Abdullah Öcalan’ın 2003’te Irak’a yönelik emperyalist müdahale ile birlikte oluşan yeni durum karşısında ortaya koyduğu düşünce çizgisi genel çizgileriyle buydu. O zaman da İsrail ve ABD pusuda bekliyor deniliyordu, şimdi de aynı şey söyleniyor. Ne diyor Öcalan geçtiğimiz günlerdeki ilk açıklamasında? Gazze’de olduğu gibi işi bataklığa sürüklüyorlar. Dolayısıyla işi onların eline bırakmayalım, emperyalizme ve Siyonizme muhtaç kalmayalım, kendi aramızda çözelim diyor. Ama bunun zaten öte yüzünde, böyle yapmazsanız da bize yapacak bir şey kalmıyor denilmiş oluyor. Yani biz kardeşliğimizi gösteriyoruz, bize bir tercih hakkı veriyorsanız biz sizinle olmak istiyoruz. Ama siz de bizim haklarımızı verin diyor. Ama siz vermezseniz günah bizden gitti oluyor. Kullanılan söylemin örtülü mantığı bu.
İçeride barış sağlayamazsak dışarıda büyük sıkıntılarla karşı karşıya kalırız diyen Bahçeli’nin sıkıntısı da bugün bu. Nitekim olaylar hızlı gelişti ve Suriye’deki rejim çöktü. Bundan da en karlı çıkan İsrail oldu, çok büyük avantajlar elde etti. Bu arada İsrail hükümet sözcüleri durmadan Kürtleri müttefik ilan edip duruyorlar, Türkiye ile yaşanan gerilimin de bir parçası olarak. Suriye’de kurulan yeni İslami rejimse olduğu gibi Batı emperyalizminin, dolayısıyla İsrail’in hizmetinde.
Belli ki önden beklenen bu türden bir tablo karşısında MHP, elbette AKP ile koordinasyon ve işbölümü halinde bir çıkış yaptı. Derdi tabii ki hiçbir biçimde Kürt sorununu çözmek değildi. Fakat yalnızca aldatıcı ya da son derece sınırlı bazı adımlar ya da tavizlerle Kürt sorununu denetim altında tutmaktı. Nitekim kendi de bu bir “çözüm süreci” değil, fakat “yeni süreç”tir diyor. Kürtlerse çok uzun yıllardır barışı özlüyor, arıyor, bunun için mücadele ediyorlar. Türk devletiyle ne yapıp edip bir biçimde masaya oturup uzlaşmak istiyorlar. Tarafları halen yakınlaştıran çerçeve bu.
Murat Karayılan üzerinden yaptığı kapsamlı açıklama, Kandil’in gelişmelerden tedirgin olduğunu gösteriyor. Bu nedenle açıklamada çıta yüksek tutuldu; tecritin kalkması yeterli değil bu saatten sonra, Öcalan serbest bırakılacak, kongre çalışmasına katılarak partiyi bizzat ikna edecek deniyor. Aynı günlerde kaleme aldığı yazısında Duran Kalkan ise, Türkiye büyük tarihsel fırsatı kaçırıyor, barışa yanaşmazsa çok şey kaybeder, biz alternatifsiz değiliz, alternatifsiz olan Türk devletidir dedi. Tam da özünde 2004-2005 üzerinden değindiğim bölgesel çerçeveden hareket ederek. Haksız da sayılmazdı. Sonuçta gelinen yerde bölgede “Kürt kartı” çok büyük önem kazanmış durumda.
Buna dikkate değer güncel bir örnek var. Vladimir Putin Valday’da yaptığı yeni yıl sonu basın toplantısında bir soruya yanıt verirken Kürtlere değinmek durumunda kaldı. Kürtler bugün Ortadoğu’da 55-60 milyonluk bir topluluktur ve Ortadoğu’nun en diri, en dinamik, en savaşçı halkıdır dedi. Dikkat ediniz, Putin bunu tüm dünyanın özel bir ilgiyle izlediği yıllık bir toplantıda söylüyor. Bu, Kürt potansiyelinin Rusya’nın da radarında durduğunu, duruma göre onun da bunu değerlendirilebilecek bir imkân saydığını gösteriyor. Doğal olarak bu Kürtlerin bölgesel düzeyde kazandığı önemi de anlatıyor.
Kürtlerin gücü, imkânı, pazarlık yeteneği, Kürt sorununun Ortadoğu’da koz olarak taşıdığı önem, tüm bunlar yeterince açık. Bunların hiçbiri olmasa bile, kabaca 50 milyonluk bir ulusal insan topluluğundan söz ediyoruz. Bu sorunun ağırlığı yeterince açık. Ama Türk burjuvazisinin bugünkü temsilcileri, onun adına bugün ülkeyi yönetenler, bu konuda herhangi bir ciddi adım atmaya hiçbir biçimde açık ve hazır değiller. Ayrıca yapısal olarak, tarihsel kodları bakımından demek istiyorum, buna yabancı ve kapalılar. Dahası bugünkü iktidar tüm toplum üzerinde sınırsız bir diktatörlük kurmak peşinde. Bu durumda Kürt sorununun neyi çözülebilir ki?
“Yeni süreç” adı altında gündeme getirilen yeni manevranın dış nedenine ilişkindi buraya kadar söylediklerim. Olayın iç cephesinde ne var peki? Girişimin iç ana nedeni ise, bu aldatıcı manevrayla Kürtleri düzen muhalefetinden koparmak, böylece en azından tarafsızlaştırmak, hatta olanaklıysa bir süreliğine yedekleyerek bir dönemi kurtarmak. CHP’nin eksenini oluşturduğu düzen muhalefetini Kürt desteğinden yoksun bıraktınız mı, onun tüm hesaplarını dayadığı sandıktan yana bir şansı kalmıyor. İşin iç cephesinde de böyle bir oyun var.
Kürt hareketi temel ulusal hakları için savaşmaktadır. Bu hakların alabileceği siyasal form bölgesel özerklikten bağımsız devlete kadar uzanıyor. Nitekim Murat Karayılan, yakın zamana ait kapsamlı açıklamasında, biz birlikte olmak isteriz, ama birliğe gelmezseniz biz de gerekirse ayrı devlet olarak var olmak yolunu tutarız diyor. Siyasal formunu açıkta bırakarak özgürlük ve eşitlik talep ediyor. Bunlar son derece açık ve önemli sözler.
Ama kurulu düzen adına iktidar dümenini tutan dinci-faşist koalisyon bu türden bir çözüme yapısal olarak yabancı ve kapalı. Onların temel kaygısı ve hesabı, kurmuş bulundukları keyfi ve kuralsız diktatörlüğü pekiştirmek, en azından ömrünü mümkün mertebe uzatmak. Bunun başarmanın yollarından biri de Kürt hareketini burjuva muhalefetinden koparmak.
Geçmişte de benzer hesaplarla gündeme getirildi o sözde “çözüm süreci”. O zamanlar hesap hükümet olarak tutunmak, giderek de iktidar olmaktı. “Kürt açılımı” bunun ürünü oldu ve hayli de işe yaradı. Bu aklı içeriden verenler oldu. Dışarıdan, Avrupa’dan, Amerika’dan verenler oldu. Amerikancı bir Kürt açılımı yapıldı. Bununla belirgin bir şekilde mesafe aldılar. O zamanki açılımlarla gerçekten Kürtleri umutlandırmayı ve yedeklemeyi başararak, AKP en zorlu safhaları aştı. Ne zaman ki rahatladı, yeni bir iktidar gücü olarak ayakları yere basmaya başladı. Ergenekon operasyonları, orduda tasfiyeler vb. birbirini izledi. AKP ve Erdoğan böylece rahatladı, devleti ele geçirmede önemli başarılar elde etti. Ardından iktidarını oturtmada yeni bir adım olan başkanlık konusunda ve bunu olanaklı kılacak yeni anayasa konusunda desteğe ihtiyaçları vardı. Bu desteği alamayacağını gördüğünde de masayı devirdi ve sözde “çözüm süreci”ni bir yana bıraktı. Bu kez konumunu tersinden toplumda çok ağır bir şovenizm atmosferi oluşturarak korumak yolunu tuttu, böylece yoluna devam etti ve bugünlere kadar da geldi.
Kürt sorunu demokratik bir siyasal sorundur. Bir ulus olarak Kürtlerin temel ulusal haklarının reddedilmesinin ürünüdür. Kürtlerin ulus olarak inkar edilmesine, temel ulusal haklarının zorla gasp edilmesine, bir başka ulusal siyasal bünye içerisinde zorla tutulmasına dayanır. Her türden özgürlükleri yok etmeye dayalı bir devlet düzeni, dolayısıyla bugünkü dinci-faşist rejim, bu sorunu çözmek bir yana sınırlı tavizler yatıştırmaktan bile yapısal olarak uzaktır. Dinciler ile faşistlerin demokrasiyi geliştirdikleri, özgürlük alanını genişlettikleri nerede görülmüştür? Bu ülkenin dincileri her zaman gerici milliyetçidir, milliyetçileri de her zaman gerici-dincidir. Milliyetçileri dincidir; bunu “Tanrı Dağı kadar Türk, Hira Dağı kadar Müslüman!” sloganıyla dile getirirler. Tersinden dincileri de milliyetçidirler. Nitekim en azgın ve rezil milliyetçilik bizzat dinci AKP döneminde yapıldı. Tayyip Erdoğan döneminde Kürtler kendi temsilcilerini bile seçemez duruma düştüler. Kürdistan’da kaç dönemdir seçme-seçilme hakkı fiilen anlamını yitirmiştir.
Öte yandan, AKP bu süreci uzatırken, Tayyip Erdoğan henüz Trump’tan ne koparacağını bilmiyor. Bu sürecin böyle sürünmesi aynı zamanda buradan geliyor. Trump’a, Ortadoğu’daki çıkarlarınızın bekçisi olacağız, İsrail’in güvenliğine tehdit oluşturmak bir yana güvencesi bile olacağız der, karşılığında Kürtlerin feda edilmesini ister ve bunda sonuç da alırsa, durum baştan aşağı değişir. Bu, Rojava’nın ezilmesi ve “yeni süreç” aldatmacasının da böylece bitmesi demektir. Erdoğan, Trump’ın kendisine bu imkânı tanıyıp tanımayacağını da henüz bilmiyor. Bunun için de hala bekliyor, yeni sürece ilişkin ketumiyetini bunun için koruyor. Trump da henüz bu konuda sır vermiyor. Tayyip Erdoğan, Trump’ın Gazze açıklamasına ancak 5-6 gün sonra ve büyük tepkiler üzerine yanıt verebildi. Bunun gerisinde Trump’la ilişkileri iyi tutmak, mümkünse anlaşmak var. Biz İsrail’in güvenliğine ve sizin Ortadoğu’da bekçiliğinize güvence verelim, İran’a karşı sizin yanınızda olalım, siz de karşılığında bize Rojava’yı bırakın, Kürtlerle işbirliğine son verin hesabı var.
Ortadoğu’da ABD çıkarlarının bekçiliği ve İsrail ile dostça ilişkiler ekseninde bir sonuç elde edilirse, emperyalistler ve siyonistler için zaten sorun kalmıyor. Onlar için sorun hiç de Kürtlerin özgürlüğü değil fakat kendi sefil emperyalist ve siyonist hesaplarıdır. Kürtlerin ezilmişliği Filistinlilere kan kusturanların neden umurunda olsun ki? Filistinliyi zorla topraklarından eden, soykırıma uğratan, toplu tehcire tabi tutmak isteyenler mi Kürtlerin sözde özgürlüğünün güvencesi olacak? İşlerine geldiği, çıkarlarına uygun düştüğü, kendi hizmetlerinde hareket ettiği sürece destek verirler. Ama daha iyisini Türk burjuvazisinden aldığında ise Kürtlerin ayak altında çiğnenmesine pekala rıza gösterirler. Geride kalan yüzyılda bunun az mı örneği var? Bölgesel düzeyde Kürtler için trajik olan, bu kirli emperyalist-siyonist denklemin içine halen boylu boyunca girmiş olmaktır.
Emekçilerin ve ezilenlerin tarihsel kader birliği
Kırk yıllık acımasız bir çatışmanın yükünü çekmiş bulunan Kürtler barışa hasretler. Bu nedenle belirli sınırlar içinde de olsa bir çözüm istiyorlar. Ama bu barışı, sınırlı da olsa bu çözümü onlara kim verecek? Kurulu düzen bunu onlara vermiyor, onlar da teslim olmuyorlar, hak ve özgürlükleri için direniyorlar. Sorunun sürünmesi, çatışma sürecinin uzayıp gitmesi bundan. Kilitlenmiş haliyle bu gidişatın faturası aynı zamanda tüm topluma çıkıyor. Faturanın öteki boyutları bir yana, her yanı sarmış toplumsal çürüme aynı zamanda bunun ürünü. Kudurgan bir şovenizmden ve ona eşlik eden kuralsız bir kirli savaştan daha çürütücü bir etken düşünülemez bir toplum için.
Dinci-faşist iktidarın Kürt sorununu çözmek diye bir sorunu yok ve olamaz da, bunu yineliyorum. Kürtlere özgürlük vermek, toplumda demokrasiyi geliştirmek demektir. Oysa bu onun aşırı gerici doğasına tümden yabancı. Geçmiş dönemde iyi kötü kullanılabilen en sıradan demokratik hak ve özgürlükleri bile yok etmiş bir iktidarla yüz yüzeyiz. Bugün işçiye gerçek enflasyonun yarısı kadar bir asgari ücret artışı bile veremeyen bir iktidardan hak ve özgürlüklere katlanması beklenebilir mi?
Türkiye’nin kapitalist düzeni halen son derece ağır bir bunalım içinde. Temelinde ekonominin yattığı çok yönlü, çok boyutlu bir bunalım bu. Bunu bir nebze atlatabilmenin ise iki olmazsa olmaz koşulu var. İlkin işçi sınıfının ekonomik ve sosyal açıdan ağır kölelik koşulları içinde tutulması. İkinci olaraksa, tam da ilk koşulun bir uzantısı olarak işçi sınıfının politik mücadele sahnesine çıkışının her yol ve yöntem kullanılarak engellenmesi. Bu iki koşul olmazsa olmazdır, zira bugünkü gidişatı etkili bir biçimde darbelerse ancak işçi sınıf darbeleyebilir. Toplumda bunu başarabilecek başkaca sosyal-siyasal bir güç yok. Genel bir halk hareketi bile ancak işçiler bu harekette etkili bir biçimde yer alırlarsa belli sonuçlar yaratabilir.
Elbette demokratik Kürt hareketi de etkili bir güç. Ama onun da ulusal bir hareket olmaktan gelen sınırlılıkları var. Onca fedakarlığa ve bunca yıla rağmen mesafe alamaması da bundan dolayıdır. Oysa toplumsal bir sınıf olarak işçi sınıfının ne etnik ne de coğrafi bir sınırlılığı var. Dahası nesnel sınıfsal konumu üzerinden potansiyel olarak tüm toplumsal-siyasal sorunları kucaklama yeteneği var. İşçi sınıfına aman vermemek bu nedenle olmazsa olmaz koşul. Güncel planda işçi sınıfını ekonomik olarak köleliğe razı etmek ve politik olarak kıpırdanmasına fırsat vermemek bu nedenle bir zorunluluk. Şu an izlenen politika da tam olarak bu. Bu politikaysa hiçbir demokratik tavizi kaldırmıyor, hak ve özgürlüklere katlanmayı olanaksız kılıyor. Peki ama durumun bu olduğu koşullarda ezilen Kürt halkına bir parça nefes aldırabilecek adımlar nasıl ve neye göre atılabilir ki?
Yakın tarihe baktığımızda, Kürtlerin bir parça rahatlaması ile işçi sınıfı eksenli toplumsal muhalefet ve sol hareketin rahatlamasının hep de birbirine paralel düştüğünü görürüz. Ya birlikte acımasızca ezilmişler ya da birlikte bir parça soluklanmışlardır. Daha burjuva cumhuriyetinin kuruluşundan itibaren bu böyle. Cumhuriyetin ilk yıllarından başlayarak bunu adım adım somutlayabilirsiniz. Kürtlerin inkarına ve ulusal haklarının tümden gasp edilmesine, işçi sınıfının en sıradan haklardan bile yoksun bırakılması ve tarihsel TKP’ye nefes aldırılmaması eşlik etmiştir. 1960’lar Türkiye’sinde yaşanan toplumsal uyanışı ve sol yükselişi, Kürt ulusal hareketinin de yeniden canlanması ve alt sınıflara dayalı yeni bir sosyal temel üzerinde ve ilerici-devrimci siyasal perspektifle kendini bulması izlemiştir. ‘70’li yıllarda birlikte etkili ve yaygın bir devrimci ayağa kalkış ve 12 Eylül faşist askeri darbesiyle birlikte acımasız bir eziliş görüyoruz.
Aynı paralelliği 12 Eylül faşist rejimini izleyen dönemde de görmek mümkün. 1984’te başlayan Kürt silahlı mücadelesi genel gelişmeyi öncelese de, ‘80’li yılların sonunda ve özellikle ‘90’lı ilk yıllarda yollar yeniden kesişmiştir. 1993’ü izleyen dönemde Kürdistan’da kuralsız bir kirli savaş, Türkiye’nin genelinde ise işçi sınıfının baskılanması ve devrimci hareketten arta kalanın geniş çaplı operasyonlarla ezilmesi ve ağır biçimde darbelenmesi var. Son yirmi küsur yıllık AKP döneminde de durum farklı olmadı.
Bütün bir cumhuriyet tarihini kapsayan bir değişmez çizgi oldu bu. Bu gerçek, modern Türkiye’de işçi sınıfı, toplumsal muhalefet ve sol hareket ile ezilen Kürt halkı ve hareketinin nesnel mantık üzerinden kader birliğini gösteriyor. Bugün Kürtlerin ulusal istem ve özlemlerinin temsilcisi demokratik Kürt hareketi, işçi sınıfından, emekçilerden, genel toplumsal muhalefetten, ilerici-devrimci hareketten ayrı, farklı bir çıkış yolu bulabilir mi kendine? Ortada bunun ne tarihsel ne mantıksal ve ne de pratik bir kanıtı ya da göstergesi var. Halen yürümekte olan süreç üzerinden de bunun olacağına dair en ufak bir işaret yok.
Gerçekten çözüm gibi bir sorunları olsaydı, bunun atmosferini oluşturmak için çoktan kollar sıvanmıştı. Muhalefet zaten böyle adımlara çok fazla bir şey diyemiyor. Kendisi herhangi bir çözüm gündeme getirmeye cesaret edemiyor ama AKP’den geldiği zaman bir itirazımız yok diyor. Hatta CHP Genel Başkanı, “el yükseltiyorum, Kürtler için daha fazlasını istiyoruz” diyor. Ama iktidar gündeme getirmedikçe de muhalefetten ses çıkmıyor.
İktidardakilerin bir şeyi gündeme getireceği olsa, bu zemini değerlendirirler. Havayı biraz yumuşatır, beklentileri çoğaltırlar. Kardeşlikten kime ne zarar gelir, terörün bitmesinde ne kötülük var, her iki halktan bir sürü insan öldü daha ne kadar ölecek derler. Ama hiç böyle demiyorlar. Ya o silahlar gömülecek ya da o silahlarla birlikte gömülecekler diyor memleketin Dışişleri Bakanı.
“Ulusal sorun ve toplumsal devrim” başlıklı değerlendirmemizde, Kürt ve Türk burjuvazisinin organik birliği ve bütünlüğü ortaya konuluyor. Bugün Bingöllü bir Kürt Tayyip Erdoğan’ın yardımcısı konumunda. Batmanlı Kürt Mehmet Şimşek ekonomiyi yönetiyor. Vanlı bir Kürt Hakan Fidan dışişlerinin başında. AKP Kürdistan’da hala etkili bir ikinci parti. Kürt büyük burjuvazisi, toprak ağaları, şeyhleri, şıhları, dincileri onun saflarında. Kürtlerin özgürlük istemlerine ilgileri bir yana onun boğulması için iş başındalar. Büyük mülk sahipleri olarak ve emek sömürücüleri olarak egemen sınıfa dahiller, siyasal ve idari yöneticiler olarak, Türk ve Kürt egemen sınıfları birlikte götürüyorlar işi. Aralarında derin bir kaynaşma var. Yazık ki ayrılık, Türk emekçileri ile Kürt emekçileri arasında. Bu da halen egemen sınıfın en büyük başarısı ve üstünlüğü durumunda.
Bu durum ancak Türk ve Kürt emekçilerinin birleşik devrimci mücadelesini zafere taşıyacak bir devrimci stratejiyle aşılabilir. Kürt hareketi böyle bir stratejik değişikliğe gidecek durumda değil. Emperyalizme söz söylemek bir yana örtülü yollarla da olsa onunla iş birliğinin teorisini yapıyor. Emperyalizmi kavram olarak bile artık nadiren kullanıyor. Yörüngesine aldığı sol kesimlere cömertçe milletvekillikleri sunuyor, ama seçim bildirgelerine tek kelimelik olsun bir anti-emperyalist ifadeye imkan tanımıyor. Çünkü emperyalizme dayanarak bu sorunun çözülebileceği inancında. TÜSİAD’a söz söylemiyor, çünkü TÜSİAD ile bir biçimde Amerikancı çözümü hayata geçirebiliriz diye bakıyor.
Türk ve Kürt emekçilerinin gerçek çıkarlarına aykırı bir çizgi bu.
EKİM 337. sayı Haziran 2025
www.tkip.org ’dan alınmıştır.