İşçilerin 1 Şubat 2025’te aldıkları “zamlı” asgari ücret 22 bin104 liradır. Asgari ücretin bile altında kalan bir maaşla çalışanlar bir yana bırakılırsa, Türkiye’de çalışanların yüzde 60’tan fazlasının 2025 yılı boyunca alacağı ücret 22 bin 104 liradır.
Oysa Türk-İş’in yayınladığı mart ayı açlık ve yoksulluk sınırı raporuna göre, dört kişilik bir ailenin yalnızca sağlıklı, dengeli ve yeterli beslenebilmesi için yapması gereken aylık gıda harcaması, yani açlık sınırı 23 bin 615 TL olarak hesaplandı. Gıda harcamalarına ek olarak kira, ulaşım, sağlık, eğitim, giyim gibi temel ihtiyaçları da kapsayan yoksulluk sınırı ise 76 bin 922 liraya ulaştı. Tek başına yaşayan bir işçinin insanca yaşayabilmesi için yapması gereken aylık net harcama tutarı ise 30 bin 617 TL olarak belirlendi.
Asgari ücretin daha yılın ilk aylarında açlık sınırının altına düşmesi, AKP-MHP rejiminin milyonlarca işçi ile ailesine nasıl bir sefaleti dayattığını gözler önüne seriyor. Emekçi düşmanı rejim izlediği “sistematik yoksullaştırma” politikalarıyla bunu başardı.
İşçi ve emekçilere düşük ücretler ve ağır çalışma koşulları dayatılırken, buna demokratik hak ve özgürlüklerin gasp edilmesi eşlik ediyor. Zira, hakları gasp edilen işçi ve emekçilerin kendilerine dayatılan sefaleti sineye çekmeleri ancak baskı ve zorbalık rejiminde mümkündür.
Tam da böyle bir dönemde gerici-faşist iktidarın Ekrem İmamoğlu ile onlarca çalışma arkadaşını tutuklaması rastlantı değildir. 19 Mart’ta başlatılan sistematik saldırılar, yargının sopa olarak kullanılması, polis terörünün sokaklara taşması, yandaş medyanın dezenformasyon kampanyası aynı pervasızlıkla devam ediyor. Toplumsal meşruiyeti ortadan kalkan rejim, sefalete mahkûm ettiği emekçileri baskı ve terör ile yönetmeye çalışıyor.
19 Mart’ta İmamoğlu’nun gözaltına alınması üzerine, bu keyfi zorbalık düzenine karşı toplumda biriken öfke patlayarak sokaklara taştı. Üniversite öğrencileri başta olmak üzere gençler, kadınlar, işçiler ve emekçiler, iktidarını yeni bir düzeyde kurumlaştırmak isteyen faşist tek adam rejimine dur demek için alanlara çıktılar.
Gözaltı ve tutuklama terörüne rağmen kitlelerin günlerdir sokakları terk etmemesi, baskı ve zorbalık rejiminin kolayından kurulamayacağını da gösteriyor. Ancak işçi sınıfının “bir sınıf olarak” tepkisini ve taleplerini henüz eylemlere taşıyamaması, baskılara karşı üretimden gelen gücünü ortaya koyamaması hareketin en zayıf noktası olarak orta yerde duruyor.
Faşist tek adam rejimi, esas olarak iktisadi-sosyal yıkım programının kesintisiz uygulanması için kurulmak isteniyor. Doğrudan işçi sınıfını hedefleyen bu saldırı ancak işçi sınıfının örgütlü gücü ile harekete geçmesi, alanlara çıkmasıyla durdurulabilir.
19 Mart’tan bugüne kadar geçen süreçte sınıfının öz örgütleri olan sendikalara egemen bürokratik anlayış kötü bir sınav verdi. Türk-İş ve Hak-İş rejimin kaba saldırısına karşı tek kelime etmediler. Sınıf işbirlikçisi bu iki konfederasyonun yöneticilerinin işçi sınıfını pasifize etmek için AKP ile birlikte çalıştıklarından kuşku duymamak gerekiyor.
Rejimin saldırılarına güya tepki gösteren DİSK yönetimi ise, “yarım günlük iş bırakma” çağrısı yaparak bir kez daha “dostlar alışverişte görsün” tutumunun ötesine geçememiş oldu. DİSK’in saldırılara karşı aldığı iş bırakma kararı, ardından “işyerlerinde bildiri okuma” eylemine dönüştürüldü. Bu bile birçok fabrikada hayata geçirilmedi. Eylem belediye işçileri ile sınırlı tutuldu ve kentlerde yapılan göstermelik basın açıklamalarıyla geçiştirildi.
KESK’e bağlı Eğitim Sen’in üniversitelerdeki boykot eylemine destek veren bir günlük grev çağrısı, sınırlı olmasına rağmen yine de anlamlıydı. Grev kararının açıklanmasının hemen ardından iktidarın hızla soruşturma açtırması ve MYK üyelerine ev hapsi verdirmesi, emekçilerin sınıfın örgütlü gücünden ne denli korktuğunu gözler önüne serdi.
Demokratik hak ve özgürlüklerin gasp edildiği yerde sendikal haklardan da söz edilemeyeceği açıktır. İşçi ve emekçileri ekonomik ve siyasi olarak teslim almaya çalışan böylesi bir saldırıya tepki vermeyen bir sendikal anlayış işçilerin haklarını koruyamaz. TİS görüşmelerinde işçilerin taleplerini savunamaz, grev yasaklarını püskürtemez, sefalet dayatmasına engel olamaz. Bugün baskılara karşı direnmekten geri duran sendikal bürokratik kast aslında kendi sonunu da hazırlamaktadır. Zira işçi sınıfı er ya da geç bu kastı sırtından atacaktır.
Sermaye sınıfı ve onun demir yumruğu AKP iktidarının krizin faturasını emekçilerin sırtına yıkması ancak faşist tek adam rejiminin tahkim edilmesiyle mümkün olabilir. Sendikalara egemen bürokratlar, bu saldırıyı püskürtebilecek bir bakış ve konumdan çok uzaktır. Göstermelik eylem ve açıklamalarla saldırının püskürtülmesi bir yana, işçi sınıfının meşru talepleriyle halk hareketine katılması bile sağlanamaz.
Dolayısıyla bu görev ilerici-öncü işçilere düşmektedir. İşçi ve emekçiler insanca yaşam ve onurunu korumak için direnişe geçmek zorundadır. Krizin faturasına, faşist baskı ve saldırılara karşı direnmek, sokaktaki direnişe sınıfın taleplerini taşımak, sendikaları harekete geçirmek, kurulmak istenen işçi düşmanı baskı rejimine karşı işyerlerinden ses yükseltmek, sürmekte olan halk hareketini başka bir aşamaya taşıyacaktır.
S. Teber