“Bir sakin kış gününde dağların tepesinden kopup gelen bir çığ, yuvarlandıkça cüssesi büyüyüp ağırlığı artan ve kütlesi büyüdükçe hızı çoğalan korkunç bir çığ... Önüne geleni ezip yıkan içtimai ve siyasi bir afet.”
Şark İstiklal Mahkemesi savcısı Ahmet Süreyya “Şeyh Sait hareketi” olarak adlandırılan 1925 Kürt olaylarını yıllar sonra yukarıdaki sözlerle anlatıyor. Gerçekten de 13 Şubat 1925 günü Diyarbakır’a bağlı Piran köyünde beklenmedik bir biçimde başlayan olaylar hızla yayılır. Fitili ateşleyenler dini önderleri Nakşibendi liderlerinden Şeyh Sait’in müridi iki asker kaçağıdır. “İki kaçak” askere gitmek istemez. Daha on yıl önce Allahuekber Dağları’nda ölüme sürülen 90 bin askerin akıbetlerini iyi bildiklerinden teslim olmazlar. Çünkü askere gidip de gelememek vardır. Savaş bitmiştir. Artık ailelerini ve halkını düşünmelerinin zamanıdır, askere gitmenin değil.
Şeyh Sait Baş Zabitlerden, kendisine sığınanların o an değil, kendisi bir gün sonra Piran’dan çıktıktan sonra alınmalarını rica etse de bu rica kabul görmez. Şeyh Sait ikiliye teslim olmaları için elçi gönderir. “İki kaçak” yemin ettiklerini söyleyerek şeyhlerinin isteğine uymazlar. Patlayan silahlardan ulusal öfke çıkar ve önüne geçilemez bir sele dönüşerek Şeyh Sait’in dini otoritesine bağlı Piran (Dicle), Darahini (Genç), Hınıs, Muş, Palu, Elâzığ, Hani, Lice, Maden yöresine yayılır.
Harekete geçenler Azadi Örgütü’nün bölgedeki güçleridir. Azadi komitelerinin örgütlü olduğu 19 bölgeye yayılması beklenen hareket, Şeyh Sait’in dini otoritesinin olduğu yörelerle sınırlı kalır. Çünkü örgütün o aşamada harekete geçme kararı yoktur. Şeyh Sait “olaylar kontrolümüz dışında patladı” ve “biz de düştük içine” derken gerçeği ifade ediyor. Azadi Örgütü’nün isyan bölgesi dışındaki hücreleri olaylardan, iş işten geçtikten sonra ve yapılacak bir şey kalmadığında, haberdar olurlar.
Hareket Kürt ileri gelenlerini ve Kürdistan’daki tarikat şeflerini ikiye böler. Norşin’de Şeyh Mahsum, Hizan’da Şeyh Selahaddin ve Lice’de Şey Selim ve daha pek çok Nakşibendi tarikatı şefi ayaklanmaya karşı Ankara’nın yanında tutum alırlar. Dersim asıl olarak tarafsız kalır. Varto ve Elâzığ gibi bölgelerdeki Alevi ileri gelenleri isyancılara karşı savaşırlar.
Beklenmedik bir hızlı yayılan hareket kontrolsüz davranışları da beraberinde getirir. İsyancılar kimi bölgelerde yağma, talan, çapul gibi işlere girişirler. Karerli Mehmet Efendi anılarında onların aynı zamanda insan onurunu zedeleyen davranışlarda bulunduklarını anlatır. Yapılanlar Ermeni tehciri dönemindeki uygulamaları hatırlatır niteliktedir. Şeyh Sait böyle davranışların önüne geçmeye çalışır ama onun kendi sözleriyle, “önüne geçmek mümkün olmaz.” Kontrol altına alınan Elâzığ ili yerli halkı, hassasiyetlerine gösterilen saygısızlıklar ve gereksiz kan dökülmesi nedenleriyle yeniden kaybedilir. Bu kırılma sürecinin ilk halkasıdır.
İkinci ve asıl önemli halka Diyarbakır’da kırılır. Başkent olarak düşünülen bu kentte Azadi komitesi sürecin dışında kalırken, isyan dalgası önce kent sakinlerinin, sonra Fransızların yardımıyla bölgeye intikal eden Türk ordu birliklerinin barikatlarına çarpar ve kırılır. Kırılma isyancı güçlerde hızlı bir dağılmaya neden olur. İsyancıların bir bölümü İran ve Suriye’ye kaçar. Şeyh Sait ve beraberindekiler ise Binbaşı Kasım ve birkaç akrabası tarafından 15 Nisan 1925’te derdest edilerek Varto’da devlete teslim edilirler. İlk ifadesi Varto’da alınan Şeyh Sait ve arkadaşları kısa sürede Diyarbakır’a gönderilirler. Diyarbakır’da onları hukuk eğitimi almadıkları halde atanmış mebuslardan oluşan Şark İstiklal Mahkemesi beklemektedir.
1925 Kürt olayları nedeniyle kurulan Şark İstiklal Mahkemelerinde 789 kişi yargılanır. Üçü çocuk toplam 422 kişiye idam cezası istenir. Toplamında 123 Kürt asılır. 25 kişi beraat ederken kalanlara ağır hapis cezaları verilir. Adına “mahkeme” denilen üç kişilik heyetin kararlarına karşı temyiz hakkı yoktur. Şeyh Sait ve 46 arkadaşı için 28 Haziran 1925 günü verilen idam kararı 29 Haziran sabahı infaz edilir.
1925 olaylarına ilişkin araştırmalar
1925 olayları ve ona önderlik eden Şeyh Sait’in konumu uzun yıllar çok değişik tartışmalara konu edildi. Resmi tarih bu olayları yüz yıldır “dış güçlerin kışkırtması” olarak anlatıyor. Dinci-gerici çevreler yaşananı “iman sahiplerinin din düşmanlarına karşı direnişi” sayıyorlar. “Şeyh Sait Bulvarı” tartışmalarında görüldüğü üzere, Perinçek tayfası ile SİP-TKP Diyarbakır il örgütü aynı dilden ve aynı argümanlarla, olayları “dinci gericiliğin, kapitalist ilerlemeye inatçı bir şekilde direnen feodalizmin, Ankara’yı zayıf düşürmeyi amaçlayan Britanya emperyalizminin kışkırtması” olarak sunuyorlar. Kürt hareketi mensupları ise 1925 olaylarını Kürtlerin “ulusal özgürlük hareketi” olarak tanımlayıp Şeyh Sait’i de ulusal önderler içinde sayıyorlar.
Son 35-40 yıl içindeki gelişmeler ortaya yeni belgeler ve tanıklıklar çıkarttı. İnkarcılık sürdürülemedi. “Kürt realitesini kabul ediyoruz” açıklamasını, yasakların delinmesi ve arşivlerin parça parça açılması izledi. İsmail Beşikçi, Uğur Mumcu, Osman Aydın, Karerli Mehmet Efendi, Mahmut Akyürekli, Murat Bardakçı, M. Emin Sever, Kerem Serhatlı, Ayşe Hür gibi daha onlarcası sayılabilecek gazeteci ya da araştırmacının ortaya koydukları ile Şeyh Sait ve arkadaşları hakkında iddianame hazırlayan savcı Ahmet Süreyya Örgeevren’in 2002 yılında Temel Yayınları tarafından basılan Şeyh Sait İsyanıadlı kitabı “klasik” söylemi boşa düşürdü. O dönem yaşananların seyri ve mahiyeti artık yeterince açık.
Her sınıf ulusal sorunu farklı ele alır
Dinci-gerici Kürt çevreleri ile sosyal şoven sol tam yüzyıldır 1925 olaylarının Kürt halkının ulusal talepleriyle ilgili olmadığını yazıp dururlar. Her iki kesimin amaçları farklı olsa da kullandıkları argüman aynı: “Şeyh Sait ‘dinimiz için kıyam yaptık’ demişti.”
Oysa kimin ne dediğinden çok gerçeğin ne olduğu önemli. Ulus değişik sınıflardan oluşan heterojen bir sosyal yapıdır. Farklı sınıfların temsilcisi siyasi kişi ya da partiler, diğer tüm toplumsal, siyasal, iktisadi ve kültürel sorunlar gibi, ulusal sorunu ve siyasal demokrasinin konusu olan ulusların kendi kaderini tayin hakkını da mensubu oldukları sınıfın bakış açısı ve sınıf çıkarları çerçevesinde ele alırlar. Böyle bakıldığında, pratik planda hangi biçimde ortaya çıkmış olursa olsun, 1925 olaylarının Kürt halkının kendi kaderini tayin etme hakkını kullanma isteminden kaynaklı yaşandığını görmek zor olmayacaktır. Bunun için de 1. Dünya Savaşı sonrası Osmanlı’nın son dönemine, savaş sonrası Türk ve Kürt dünyasında yaşananlara, Kürt ulusal istemlerinin 1920’lere kadar neden hala Kürt mülk sahibi sınıfların temsilcileri tarafından dile getirildiğine, Kürt gerçeğinin 1920’li yılları önceleyen yüzyıllık tarihsel evrimi içinde bakmak yeterlidir.
1925 olaylarının öngünlerinde yaşananlar
Bir halklar hapishanesi olan Osmanlı İmparatorluğu 1. Dünya Savaşı’ndan yenilerek ve parçalanarak çıkar. Egemenliği altındaki topraklar İngiliz ve Fransız emperyalistleri ile onların kışkırtıp kullandığı Yunan devleti tarafından işgal edilir. Türk, Kürt ve Çerkez halkı başta olmak üzere Anadolu’da yaşayan halklar el ele vererek işgale karşı birlikte savaşırlar. Bu savaşa öncülük edenler Antep, Urfa, Sivas, Dersim ve Varto gibi bölgelerdeki mahalli önderlerle birlikte Mustafa Kemal ve ekibi, Hamidiye Alaylarından kalma Kürt komutanlar ve saf dışı edilene kadar Çerkez Ethem’dir.
Mustafa Kemal ve ekibi ile Miralay Halit Bey ve ekibi aynı sınıfsal konuma sahiptir. İlki Türk, ikincisi ise Kürt mülk sahibi sınıfların siyasal temsilcisi konumundadır. Her iki ekip de aynı okullarda okumuş, yaklaşık olarak aynı süreçlerden geçmiştir. “7 düvele karşı savaşı” her iki halk birlikte bu ekiplerin önderliğinde verir. 24 Temmuz 1923 tarihinde İsviçre'nin Lozan kentinde yapılan barış görüşmelerine İnönü ve ekibi her iki halk, Türkler ve Kürtler, adına katılır. Kürtler Lozan’da yok sayılmaz. Anadolu’daki azınlıklara dair pek çok husus ayrı başlıklar altında karara bağlanırken, Kürtler ve Türkler birlikte sayılır. Görüşmelerde İsmet İnönü “Devlet, hükümet nezdinde eşit haklara sahip ve ulusal haklarından yararlanan iki halka, Kürtlere ve Türklere aittir” (Aktaran Ahmet Kahraman, Kürt İsyanları, s.56) diye açıklama yaparken, aynı günlerde Mustafa Kemal Erzurum Mebusu Hüseyin Avni’nin TBMM’de yaptığı konuşmayı ayakta alkışlar: “Bu memleket Kürtlere ve Türklere aittir. Bu kürsüden konuşma hakkına, yalnız iki millet sahiptir: Kürt milleti ve Türk milleti.” (Age, s.56) Kısacası, Lozan’da bir zafer varsa eğer, bu Türkler ile Kürtlerin ortak eseridir. Genel beklenti sözü edilen zaferin yarattığı zemin üzerinde iki halkın eşit koşullarda kardeşçe bir yaşam kurmasıdır.
Fakat Lozan’ın ardından Kemalist ekip Kürt halkının haklarını tanımak yerine Kürtleri yok sayma yoluna gider. Tek ulus, tek dil, tek bayrak ve tek kimlik, bu yeni yolun bugün de sürdürülen politikası olur. Birlikte ödenen bedeller unutulur, kardeşlik hukuku hiçe sayılır ve Kürtlere gönüllü, bu kabul edilmediğinde zorla Türk olma dayatılır. 1924 Anayasası Kürtleri yok sayma temeli üzerinde formüle edilir. Böylece kardeşlik bağı kırılır. 1925 olayları bu yok sayılmaya karşı bir duruş olarak patlak verir.
1925 olaylarının hazırlıklarını yapan Azadi Örgütü lideri Miralay Halit Bey, Kemalist ekibin hakkaniyetli davranmayacağına dair sinyalleri daha sürecin başında alır. Azadi’nin Mustafa Kemal önderliğinde toplanan Erzurum Kongresi’nden hemen sonra kurulmasını tesadüfe yormak naiflik olur. Kürdistan İstiklal ve İstihlas Cemiyeti, kısa adıyla Azadi yok sayılma ihtimaline karşı önlem almanın ilk adımı sayılmalıdır.
Azadi Örgütü kurulduğunda Kürt köylüsü, amele takımı ve hizmet emekçileri derin bir cehaletin ve tarifi güç bir sefaletin pençeleri arasında debelenir durumdadır. Kürtler adına siyasal arenada beyler, aşiret liderleri, tarikat ya da cemaat önderleri ile bu üst sınıfların eğitimli kesimini oluşturan ordu mensupları ve bürokrasideki devlet görevlileri vardır. AzadiKürtler adına Kürt üst sınıflarının bütün temsilcilerini bir çatı altında toplamanın aracı olarak kurulur. Bu, “Miri Hareketler”in ardından bölgesel düzeyi aşarak kurulan ilk gizli Kürt örgütüdür. Temsil ettiği sınıflar açısından geleneksel Kürt hareketlerinin bir devamı olmakla birlikte, siyasal yapısı bakımından onlardan farklılık gösterdiği söylenebilir. Talepleri ise daha çok İdrisi Bitlisi’nin Yavuz Sultan Selim’le yaptığı anlaşmaya yakındır.
Mirlerden Azadi’ye gelen süreç
1920’lerden önce de Kürt sorunu hep üst sınıfların kontrolündedir. Osmanlı hanedanlığının Kürt topraklarında egemenlik kurması Kürt beyliklerinden aldığı destekle mümkün olur. İdrisi Bitlisi önderliğinde verilen bu destek Kürt beyliklerinin o günkü özerk konumunu koruma koşuluna bağlanır. 1514’ten itibaren Osmanlı hakimiyetine giren Kürt Beyliklerinin yönetiminde herhangi bir değişiklik olmaz. Yavuz Sultan Selim ile İdrisi Bitlisi arasındaki anlaşma kısaca şöyledir:
-
Osmanlı yönetimine bağlı Kürt Emirlikleri özerkliklerini koruyacaklar.
-
Kürt Emirliklerinde yönetim babadan oğula geçer.
-
Kürtler bütün savaşlarda Osmanlı’ya yardımcı olacaklar.
-
Osmanlı devleti Kürtleri bütün dış saldırılardan koruyacak.
-
Kürtler devlete vergi ödeyecekler.
Bu çerçeve 1800’lü yılların başına kadar uygulanır. Fakat bünyesinde pek çok halkın yaşadığı, değişik kavim ve dini toplulukları barındıran, teokratik esaslara dayalı Osmanlı İmparatorluğu 19. yüzyıla girildiğinde artık Avrupa burjuva devletlerinin açık bir pazarı ve yarı sömürgesidir. 19. yüzyıl Avrupa’da kapitalist gelişmenin beslediği, 1789 Fransız Devrimi rüzgarının körüklediği ulusal uyanışlar ve savaşlar dönemidir. Osmanlı bu dönemde batıda büyük toprak kayıplarına uğrarken, doğuda kapitalist pazarı yaratma politikasına uygun olarak Kürt Beyliklerinin özerk statüsüne son veren merkezileşme adımları atılır. Böylece doğuda “Mirler ayaklanmaları” denilen dönem başlar.
75 yıla sığan, çoğu eski statüyü savunan irili ufaklı pek çok başkaldırı olmakla birlikte, başlıcaları 1806 Babanzade Abdürrahman, 1813 Abbas Mirza, 1828 Emin Paşa, 1832 Mir Mahmut, Haziran 1841-Temmuz 1847’de 5 yıllık Cizre-Botan’da Bedirhan Bey, 1855 Yezdanşir isyanlarıdır. Tümü yenilgiyle sonuçlanan “Mirler ayaklanmaları”nın son halkası, 1880 yılında Şeyh Übeydullah Nehri önderliğinde Acem sınırlarındaki Kürtlerle birleşilerek yapılan isyandır. Başlangıçta iki imparatorluğa karşı başlatılan isyan büyük başarılar kazanır ve Tebriz yakınlarına kadar yayılır. Fakat iki imparatorluğun ortak müdahalesine İngiliz devleti de destek verince, Mirler döneminin son ayaklanması da yenilgiyle sonuçlanır.
Bu Kürt ayaklanmalarında bir dönemin sonu, Kürt Beyleri ve ağalarında ise siyasal teslimiyetin başlangıcıdır. Saray, “din kardeşliği” adı altındaki yeni hamlesi ile Kürt ve Arap tarikat şefleri ile aşiret ağalarını Hristiyan ve Yahudi azınlıklara karşı kullanmak üzere yeni yapılanmalara gider.
Hamidiye Alayları
Hamidiye Alayları Sultan Abdülhamit döneminde uygulamaya konulan bir projedir. Projeyi sarayın damatlarından Erzincan’daki 4. Ordu komutan Mehmet Müşir Zeki Paşa hazırlar. Çarlık Rusya’sının bir uygulaması olan Kazak milisleri oluşumundan esinlenerek 66 Hamidiye Alayı kurulur. Yaklaşık 80 bin kişilik bu silahlı kuvvetin 50 bini Osmanlı Kürdistanı sınırları içinde konumlandırılır. Hamidiye Alayları’nın Kürdistan’daki komuta kademesi, rütbeler verilerek Sünni mezhebine mensup bey ve ağalara teslim edilir. Alevi kesime alay kurma hakkı tanınmazken bazı Alevi bey ya da ağalarına rütbe verilir.
1925 Kürt olayları açısından önemli husus ise, 1917 yılından itibaren Kürt Hareketi içinde adı öne çıkacak olan Halit Beyin mensubu olduğu Cibran Aşiretine dört alay kurma hakkının verilmiş olmasıdır. Bunlardan 31 ve 33. Alay Varto’da, 32. Alay merkezi Hınıs’ta olmak üzere Şiraz’da ve 36. Alay Genç iline bağlı Karlıova’da kurulur. Cibranlı Halit Beyin babası Mahmut Selim Bey Varto merkezde kurulan iki alaydan biri olan 33. Alayın komutanıdır. Piran’da patlayarak hızla yayılan olayların asıl olarak bu dört alayın konumlandırıldıkları bölgelerde yayıldığı okurun dikkatinden kaçmayacaktır.
Uğur Mumcu Kürt İslam Ayaklanması adlı kitabında Hamidiye Alayları’nın niteliği ve nasıl kullanıldıklarına dair eksik ama iyi bir özet verir:
“66 alaydan oluşan Hamidiye Alayları, Ruslara ve Ermenilere karşı savaştılar. Bu alaylar, yörede baskı ve derebeylik aracı olarak da kullanıldılar. 2. Meşrutiyet ile birlikte bu uygulama kaldırıldı. Ancak alaylar, feodal ilişkilerden kaynaklanan güçlerini ve etkinliklerini sürdürdüler. Bu alaylar, Kurtuluş Savaşı’na da katıldılar. Her biri 1200 atlıdan oluşan Hamidiye Alayları’nda, Cibran Aşireti dışında Celalli, Hayderan, Milli, Sincar, Zilan, Sıpkanlı, Samanlı ve Takariyon aşiretlerinden de asker vardı.” (s.174)
Mumcu’nun eksik bıraktığı yan ise, bu alayların Alevi aşiretler üzerinde baskı aracı olarak kullanıldıkları, kimi zaman katliam ve talana varacak hareketlerde bulunduklarıdır.
Aşiret Mektepleri
Aşiret Mektebi (özgün adıyla Mekteb-i Aşiret-i Hümayun) Sultan II. Abdülhamit tarafından 21 Eylül 1891 yılında Arap aşiret reisleri çocuklarının tahsili için açılır. Bununla amaçlanan, 12-16 yaş arasındaki erkek çocukların yatılı okutularak Osmanlı devletine entegresidir. Başta Cibranlı, Zilan, Celâlî, Şemskî olmak üzere Kürt aşiret ağaları da kendi çocuklarının bu okullara alınmaları için müracaatta bulunurlar. Bu talep 1892 yılında karşılanır.
Öğrencilerinin dış dünya ile temaslarının kesildiği Aşiret Okullarında en temel kural Osmanlıya sadakattir. Bu okullarda Osmanlıca ve Arapçanın yanı sıra üç yıl Fransızca ve iki yıl da Farsça dersleri verilir. Mezun olan öğrenciler başarı sıralamasına göre Mülkiye ya da Harbiye okullarına gönderilir.
Şark cephesini tarikat şeyhleri ve aşiret liderleri üzerinden tutmaya çalışan II. Abdülhamit’in İstibdat dönemi, Jön Türklerin İttihat ve Terakki kanadının darbesiyle 1908’de sona erer. Oluşan görece rahatlama döneminde eğitimli Kürt kesimleri içinde hareketlenmeler görülür. 1880 Kürt ayaklanmasının önderi Şeyh Übeydullah Nehri’nin oğlu Seyyid Abdülkadir, Kürtlerin desteğini sağlamak üzere sürgünde bulunduğu Kahire’den iktidardakiler tarafından İstanbul’a getirilir. Seyyid Abdülkadir, Emin Bedirxan ve Şerif Paşa birlikte Kürt Teâvun ve Terakki Cemiyeti kurarlar. 1912 ise Hevi Cemiyeti kurulur. Fakat her iki cemiyet de ciddi bir siyasal varlık gösteremeden birinci emperyalist savaş patlak verir. Birinci Dünya Savaşı sırasında dört koldan işgal altına alınan Osmanlı İmparatorluğu’nun Şark Cephesi hattında, bir tarafta Rus ordusu ile Ermenilerin silahlı güçleri, diğer tarafında Osmanlı ordusu, Kürtlerin Hamidiye Alayları ve Alevi kesiminden oluşmuş gönüllü savaşçılar vardır. Bu silahlı güçlerin Çarlık işgaline karşı canhıraş savaşmalarının asıl nedeni, Ermeni milliyetçilerinin Van, Bitlis, Muş ve Erzincan’ı içine alan, Dersim ve Sivas’a uzanan geniş bir bölge üzerinden toprak talep etmeleridir. Buna Osmanlı’nın Kürtleri ve Alevileri savaşa dahil etmek için iyi bir fırsat olarak görmesi ve bundan faydalanması da denebilir. Enver Paşa’nın 90 bin askeri Allahuekber Dağları’na sürerek kırılmalarına sebep olmasından sonra Rus Ordusu hızla ilerler. Bir tarafta Sivas öte yanda ise Bitlis kapılarına dayanır. Alevi gönüllüler ile Hamidiye Alayları işgale bütün güçleriyle direnirler. Fakat güçleri Çar Ordusunun ilerleyişini durdurmaya yetmez. İmdada Rusya’da patlak veren Şubat Devrimi yetişir. Ardından 1917 Ekim Devrimi gelir. Sovyet yönetimi Rus ordularını geri çeker. Şark cephesi rahatlar. Fakat Osmanlı savaşta yenilmiştir ve toprakları işgal altındadır. Sarayın İngilizlere tam teslim olduğu bu günlerde Anadolu’nun dört bir yanında büyük bir yıkım, yoksulluk ve sefalet hüküm sürerken, Kürtler tüm cephelerde işgale karşı mücadele içinde yerlerini alırlar.
Büyük tarihi fırsat kaçıyor
1919’da Osmanlı 1. Dünya Savaşı’ndan yenik çıkmış ve her tarafı işgal altında yıkılmış bir imparatorluktur. Sarayın İngiliz ve Fransız emperyalistlerine tam teslim olduğu günlerde Osmanlı sınırları içindeki Kürtler tarihlerinin en büyük fırsatıyla karşı karşıya gelirler. Kürt illerinde gerçek bir otorite boşluğu ortaya çıkar. Osmanlı ordusunun Doğu’da ciddi bir varlığı kalmamıştır artık. Kaldığı kadarıyla sahnede Alevi savaşçılar ile Hamidiye Alayları vardır. Vali ve kaymakamlar yerlerinde duruyor olsalar bile, bunların önemli kısmı etkisizdir ya da aşiretlerin etkisi altında farklı kesimler arasındaki sürtüşme ve çatışmalarda taraftır. Halk ise savaşın yorgunluğu ve yıkımı içinde çaresiz haldedir.
Bu durum doğal olarak Kürtlerin ulusal özgürlüğünü kazanması için bir fırsattır. Ancak Kürtlerin açmazı burada başlar.Uluslaşma süreci henüz çok yenidir. Alt sınıflar eğitimsiz ve feodal bağımlılık ilişkileri içindedir. Kürtlerin siyasal temsilcileri Aşiret Mektepleri’nde eğitim görmüş kuşak ile aşiret ağaları ve şeyhlerdir. Bunların da kendi aralarında ne ciddi bir örgütlülükleri ne de birlikleri vardır. Kürdistan Teali Cemiyeti paralize olmuş vaziyette dağılma sürecindedir. Kısacası, toprakları işgal altındaki Kürt halkı ulusal özgürlüğünü kazanmanın ve devletini ilan etmenin nesnel koşullarına sahiptir ancak bunu sağlayacak bir örgütlülüğü ve önderliği yoktur. Var olan önderlikler, siyasal dernek ya da cemaatler, mahalli özerklik ile aşiret ve cemaatlerin inisiyatifinde medrese eğitimi hakkının tanınması koşullarında, birlikte yaşamaktan yanadırlar.
Savaş dönemi ve Milli Kurtuluş yıllarında renkleri hayli farklı birçok Kürt örgütü ya da yayın çevresi olmakla birlikte Kürt ileri gelenlerinin örgütlü oldukları asıl merkez Kürdistan Teali Cemiyeti’dir. 1919’daki Paris Barış Konferansı’na Kürdistan Teali Cemiyeti tarafından Mehmet Şerif Paşa tayin edilince, Kürt ileri gelenleri, aşiret ve tarikat liderleri arasında farklı tercihler su yüzüne çıkar. İstanbul Kürt çevreleri ve Kürt illerinden Paris’e M. Şerif Paşa’nın Kürtleri temsil edemeyeceğini içeren telgraflar yağınca, Halifeliğe bağlı olduğunu bildiren M. Şerif Paşa Kürt delegasyonu başkanlığını bırakır ve siyaset sahnesinden çekilir.
Paris Barış Konferansı ile başlayan süreç Kürt siyasal temsilcileri içindeki ayrılıkları bir ayrışma ve yeniden saflaşmaya dönüştürür. Süreç gibi saflar da oldukça karışıktır. İç içe geçişler, kopuşlar ve yeni tercihler sıklıkla görülmekle birlikte ayrışmayı üç ana kategoride ele almak sorunu anlamayı kolaylaştıracaktır.
Hilafet ve saltanat yanlıları
Osmanlı’da Hariciye Nâzırlığı ve Şûrâ-yı Devlet Reisliği yapmış Kürt Sait Paşa’nın oğlu Mehmet Şerif Paşa ile 1880 Kürt isyanının lideri Şeyh Übeydullah’ın oğlu Nakşibendi Tarikatı liderlerinden Kürdistan Teali Cemiyeti Başkanı Seyyit Abdülkadir, saray yanlılarının siyasal temsilcileri olarak ön plandadırlar. Seyit Abdülkadir Nakşibendi tarikatının etkin olduğu yerlerde büyük bir kitle desteğine sahiptir. Şeyh Sait ve oğlu Ali Rıza ile yakın ilişki içindedir. Seyyit Abdülkadir ve Şeyh Sait, özerk statü isteyen, olmazsa bağımsızlık ilan etmeyi düşünenlerle ilişkilerini sürdürseler bile, gerçekte Hilafet ve Saltanat yanlısıdırlar.
Mustafa Kemal’in seçimi ve Mustafa Kemal’i seçenler
Samsun’dan Amasya’ya geçen Mustafa Kemal kesin bir tarzda Kürtlere muhtaçtır. Bu nedenle Mustafa Kemal 22 Haziran 1919 tarihli Amasya Tamimi başlıklı belgede, 10 Temmuz 1919’da Erzurum’da “Doğu illeri adına bir kongre toplanacağı”nı duyurur ve “Kürtlerin gelişme serbestliğini sağlayacak şekilde ırk hukuku ve sosyal haklar bakımından daha iyi duruma getirilmelerine” olanak sağlayacak adımlar atılacağını belirtir.
Erzurum Kongresi toplandığında, Kürtlerin kendi seçecekleri temsilciler yerine Mustafa Kemal’in seçtiği ön plandaki Kürt aşiret ağaları davet edilir. Buna bir tepki olarak Cibran Aşireti’nin temsilcisi Miralay Halit Bey ve bazı Kürt ileri gelenleri davet edildikleri halde kongreye katılmazlar. 4-11 Eylül 1919 tarihlerinde toplanan Sivas Kongresi Beyannamesi’nin Sonuç Bildirgesi’nde, “Osmanlı Devleti’nin düşünülen ve kabul edilen sınırının Türk ve Kürtlerin oturduğu araziyi kapsadığı” açıklanır. Bununla aslında Halit Bey ve itiraz sahibi öteki Kürt ileri gelenlerinin tutumunun nötürleştirilmesi amaçlanır.
Kürtlere özerklik vaadi TBMM gündemine de girer. 10 Ocak 1922’de TBMM’ye 18 maddelik bir kanun tasarısı sunulur. Tasarının 1. Madde’sinde “TBMM… Kürt milleti için kendi milli ananeleriyle ahenk içinde bir muhtar idare kurma mesuliyetini üzerine almaktadır” ifadesi yer alır. Aynı tasarının 6. Maddesi “Kürt Millet Meclisi, Doğu vilayetlerinde genel seçim yoluyla kurulacak, Meclisin görev süresi 3 sene olacak” hükmünü içerir. “Türk lisanı, yalnızca Kürt Millet Meclisi, Valilik Hizmetleri ve Hükümet İdaresinde kullanılacaktır. Ancak, okullarda Kürt lisanı ile öğrenim yapılabilinir ve vali de kullanımı teşvik edebilir. Fakat bu gelecekte Kürt lisanın hükümetin resmi lisanı olması yönünde bir talebe temel teşkil etmemelidir” denilerek, anadilde eğitim hakkı da 15. Madde’de kabul edilir.
Bunlara, Mustafa Kemal’in 16 Ocak 1923’de İzmit’te gazetecilerle yaptığı söyleşide, Kürt meselesi ile ilgili bir soru üzerine, “bizim Teşkilat-ı Esasiye Kanunu gereğince zaten bir tür yerel özerklik oluşacaktır. O halde hangi livanın (Sancak-BD) halkı Kürt ise, onlar kendi kendilerini özerk olarak idare edeceklerdir” açıklamasını eklemek gerekir.
Bu vaatler Kürtleri böler. Yavuz Sultan Selim ile İdrisi Bitlisi ortaklığından beri uğradıkları tarihsel haksızlık ve zulüm nedeniyle Kemalist laikliği bir tür kurtuluş gören Aleviler ana gövdesiyle Cumhuriyet’ten yana tutum alır. Değişik Kürt illerindeki pek çok tarikat lideri ve ağaları da seçimini Kemalist ekipten yana yapar.
Azadi Örgütü: Özerklik tanınmıyorsa bağımsızlık
Büyük Sosyalist Ekim Devrimi bir halklar hapishanesi olan Çarlık Rusya’sında bütün ulus ve milliyetlerin özgürleşmesini sağlar. 1903’te parti programına dahil edilen Ulusların Kendi Kaderini Tayin Hakkı (UKKTH) bir istem olmaktan çıkarak sosyalist devrim sayesinde yaşam imkânı bulur. Birleşmiş Milletler 1918 yılında buna uluslararası hukuki bir form kazandırır. Birbirine sıkı sıkıya bağlı bu iki gelişmenin ardından Kürt dünyasında Kürdistan İstiklal ve İstihlas Cemiyeti (Azadî) örgütü kurulur. Yeni örgütün fikir babası ve önderi, o sıralar albay olarak görevli bulunduğu Filistin’den dönen ve Varto’da bir Alevi köyüne geçici olarak yerleşen Cibranlı Halit Bey’dir.
Kuruluş tarihi üzerine farklı söylemler olmakla birlikte, en kabul gören söyleme göre Azadi Örgütü 1920 Kasım’ında, Halit Bey başkanlığında 24 Kürt subayı ve eğitimli temsilcileri tarafından Erzurum’da kurulur. Örgüt faaliyetlerini 1923 yılına kadar daha çok bir kadro çalışması olarak sürdürür.
Örgütün merkezi Erzurum’dadır. Lideri ve çekirdek kadrosu Aşiret Okulları’ndan mezun iyi eğitim almış kimselerdir. Kadroları devleti yakından tanıyan, yönetimde deneyim sahibi, siyasi, askeri ve diplomatik görevlerde bulunmuş kimselerdir. Kendisi de örgütün kurucularından ve etkili isimlerinde biri olan Binbaşı İsmail Hakkı Şaweys şu bilgileri veriyor:
“Alay kumandanı ve Hınıs ve Muş’ta yerleşik Cibran aşiret reisi Halit Beyin başkanlığında, 1921 yılında Erzurum’da illegal Kürdistan İstiklal Komitesi kuruldu. Bu örgüt kısa zamanda Türkiye Kürdistan’ında altı büyük şehirde örgütlendi ve çalışmaya başladı. Kürdistan’ın legal ve illegal derneklerini (örgütlerini); Kürdistan Teali Cemiyeti, Teşkilat-ı İçtimai, Hevi, demokrat ve sosyalist Kürdistanlılar bir araya geldi, Ankara’da, Yusuf Ziya Bey -ki Bitlis milletvekili, Türkiye İstiklal Mahkemesi Başkanı idi- 1922’de illegal ‘Bağımsız Kürdistan’ adıyla bir örgüt kurmuş ve Van, Bitlis, Ankara ve İstanbul’da şubelerini açmıştı. Bu örgüt, Kürdistan Bağımsızlık Komitesi ile ilişkiye geçti. Bu şekilde 1921-1922 yıllarında, Türkiye Kürdistan’ındaki bütün legal ve illegal siyasi parti ve örgütler, ‘Kürdistan Bağımsızlık Komitesi’ bayrağı altında bir araya geldiler. Kürdistan’ın kurtuluşu ve bağımsızlığı için anlaşmaya vardılar” ve “Kürt halkının haklarını isteme ve elde etme görevi[ni] güvenle ve oybirliği ile [Halit Bey’e] verdiler.” (Bkz. https://kurdarastirmalari.com/yazi-detay-oku-309)
Bu güven boşa çıkmaz. Altı büyük şehir örgütlenmesiyle başlayan çalışma 1924’lere gelindiğinde artık on dokuz bölgeye yayılmıştır. Örgütün yöneticilerinden Kadri Cemil Paşa ile İhsan Nuri Paşa’nın 1925 yenilgilerinden sonra yaptığı açıklamalar İsmail Hakkı Şaweys’ı doğrular niteliktedir. Bu nedenle onlardan aktarma yapmak tekrar olacaktır. Fakat yabancı bir göz olması itibarıyla Hollandalı akademisyen Bruinessen’in yazdıklarını okumakta yarar var:
“Daha önceki örgütlenmelere göre epey farklı bir örgüt kurulmuştu. Bu örgütün kadrosunu kent soylular değil (birkaç kişisel etki dışında), deneyimli askerler oluşturuyordu. Merkez İstanbul’da ya da Ankara’da değil, 8. Kolordunun bulunduğu Erzurum’daydı. Merkez yöneticileri: Xalit Bey, II. Abdulhamit’in Hamidiye orduları için kurduğu okula devam etmişti. Milis kuvvetleri içinde büyük bir saygınlığa sahipti ve düzenli orduda albay rütbesindeydi. Gördüğü şehir eğitiminden olacak, diğerlerine göre daha ulusalcıydı.” (Bruinessen, M.V. Ağa, Şeyh ve Devlet, Özge Yay., 1992, s.348)
Azadi gerçekten de Kürt üst sınıflarının eğitimli kesimi tarafından kurulmuş ulusalcı bir örgüttür. Bu örgütün ulusalcı istemlerinin en iyi kanıtını Murat Bardakçı, 24 Mart 2013’te Haber Türk’te, “İlk Kürt bildirisi” vurgusuyla, orijinaliyle birlikte yayınladı. M. Emin Sever kitabında aynı bildiriye yer verirken, Kazım Karabekir de anılarında atıfta bulunuyor:
“Kürdistan Komitesi, hiçbir devletin aleti değildir. Gayesi, meşru olan milli hakların elde edilmesidir.
A- Milli sınırların belirlenmesiyle hizmetlerde ve iç görevlerde müstakil bir merkeze, müstakil bir idare heyetine sahip olması,
B- Milli hudutlar dâhilinde Kürtçenin resmi dil olarak kabulü,
C- Memurların kendilerinden olması,
D- Jandarma teşkilatının Kürt’e ait ve bağlı olması,
E- Kürt erlerinin ve zabitlerinin (subaylarının) müşterek orduda hususi kıtalar teşkiliyle Kürt lisanı (dili) ile talim ve terbiyeye tâbi tutulmalarını talep etmektedir.”
İsmail Hakkı Saweyş Azadi bayrağını ise şöyle tarif ediyor: “Bir hokka üzerinde uzun bir kalem, bir buğday ve bir pamuk dalı, ortasında bir hançer, fonda bir güneş vardı.” Hokka ve kalem bilginin; buğday ve pamuk üretimin, hançer mücadelenin, güneş ise özgürlüğün sembolleri olarak bayrakta yer alırlar.
Bütün bu bilgileri araştırmacılar yüz yılda adeta iğneyle kuyu kazarak ortaya çıkardılar. Böyle olmasının bir nedeni yasaklardı. Öteki nedenini Miralay Halit Bey’in yeğeni M. Emin Sever anlatıyor:
“Cibranlı Xalid Bey 20 Aralık 1924 tarihinde Erzurum’da tutuklanınca amcası İsmail Ağa, devletin eline geçmemesi için, örgütün kuruluşu, tüzük ve programı, hedefi, üyeleri ve bunların görev ve rütbelerinin yazılı olduğu Azadi Kayıt Defteri’ni Xalid Bey’in Erzurum’daki evinden alır ve Varto’nun Qerqerut köyündeki tandırında yakar.”
Azadi arşivi böylelikle yok olur.
Miralay Halit Bey: Laik bir Kürt milliyetçisi
Miralay Halit Bey ile Azadi Örgütü’nün öteki önderlerini, onların 1920’ler Kürt dünyasında tuttuğu yeri bilip tanımadan 1925 Kürt olaylarına ilişkin sağlıklı bir değerlendirme yapılamaz. Çünkü bir önderlik yarattığı harekete kendi değerlerinin rengini verir.
Yazar Faik Bulut Azadi Örgütü’nü şöyle tanımlıyor:
“Azadi, din önderlerini ve aşiretleri kendi davası için seferber etmeyi planlamıştı.” Fakat “Fransız aydınlanmasından etkilenmesinden ötürü, laik veya seküler diye tanımlanacak kadar da modern ve dünyevi bir yapıya sahipti. Organizasyonun planlayıcıları modern ve demokratik bir dayanışma içinde faaliyet gösteren Kürt aydın ve yurtseverleriydi.”
(https://kovarabir.com/14278/faik-bulut-cibranli-halid-bey-ile-azadi-orgutu-hakkinda-yazilan-kitaptan-ogrendiklerim/)
Yazılanları doğrulayan sayısız bilgi ve belge mevcut. Alevi Kürtlerden İsmailê Seyidxan, Lolanlı Hüseyin Ağa ile Ermenilerden Sincar Bey’in, Miralay Halit Bey’in ilk ekibinde yer almış olmaları başka türlü açıklanamaz. Örgütün Beşiri temsilcisi Ezidi bir Şeyh, Midyat’ta ise Şemo isimli Hristiyan bir Süryani’dir. Çewlik diye adlandırılan bölgeye komutan olarak atanan Faqi Hasan Fehmi’nin dindar olmadığı, Şeyh Sait’in yargılandığı davanın mahkeme kayıtlarında var ve bunu bizzat mahkeme başkanı ifade ediyor.
Cibranlı Miralay Halit Bey’in mezhepler üstü çabasının en iyi tanıklarından biri de, yazdığı Doğu İlleri ve Varto Tarihi adıyla kitabıyla Türklüğü benimsemiş Kürt Kemalist M. Şerif Fırat’tır. M. Şerif Fırat, Alevi-Sünni bütün aşiret liderlerinin Haziran 1920’de Varto’nun Qeraj köyünde yaptığı toplantıda Miralay Halit Bey’in yaptığı konuşmayı şöyle aktarır:
“Cibranlı Halit nutkunda: Kürtlerin Nemrud’un neslinden, ve asırlarca dünyayı ellerinde tutan ulu bir soydan olduklarını ve bunların ittifaksızlıkları neticesi olarak Türklerin boyunduruğu altına girdiklerini, ve altı yüz yıldan beri Türklerin esareti altında yaşayarak uşak derecesine indiklerini, ve bugün kurtuluş yıldızının doğmuş, ve Türk idaresinin yıkılmış ve parçalanmış bulunduğunu, doğu illerinde yaşayan bütün alevilerin de diğer doğu aşiretleri gibi Kürt ve bir soydan olduklarını, ve ancak bunların bir mezhep ihtilafı yüzünden Kürtlerden ayrılarak sebepsiz yere yıllarca birbirlerini öldürdüklerini, ve artık birleşip müşterek haklarını Türklerden almanın zamanı gelmiş olduğunu, Sevr Muahedesi gereğince Kürt istiklalinin Cemiyet-i Akvam tarafından tasdik edileceğini ve bu işi biran önce başarmak için her aşiretin silahına sarılarak Türk memurlarını kendi bölgelerinden kovmaları gerektiğini...” (Doğu İlleri ve Varto Tarihi, 2. Baskı, Ankara, 1961, Milli Eğitim Basımevi s.119-120)
Miralay Halit Bey 1918 yılında Filistin dönüşü aylarca Alevi köylerinde misafir kalır. 1919 yılında görevli olarak gönderildiği Dersim’in Ovacık ilçesinde, Alevi aşiretlerin ileri gelenleri ve halkla iyi ilişkiler kurar. 1925 Kasım’ında idam edilen Dersim Mebusu Hasan Hayri ile dostane ilişkilere sahiptir. Miralay Halit Bey’in bir kahraman olduğunu söyleyen Nuri Dersimi de Halit Bey’in mezhepler üstü olduğuna tanıklık eder. Queraj toplantısından sonra devlet görevlilerinin kışkırtmasıyla Aleviler adına Cibran aşiretinden 7 kişinin öldürülmesi üzerine aşiretine müdahale ederek hiçbir intikam girişiminde bulunmamaları yönünde talimat veren yine Miralay Halit Bey’dir.
Cibranlı Halit Bey’in ırkçılık ya da mezhepçilik yapmadığına, M. Şerif Fırat’la aynı aileden olan M. Halit Fırat yazdığı Yetmiş Beş Senelik Derbeder Bir Hayat Hikayesi adlı kitabında tanıklık ediyor. M. Halit Fırat’a göre Cibranlı Halit Bey’in derdi “Kürtçülük”tür. Hamidiye Alayları dönemindeki olaylardan hareketle Cibranlı Halit Bey’in mezhepçilik ya da ırkçılık yaptığı iddiası büyük bir haksızlıktır. Gerçekte ırkçılık yapan M. Şerif Fırat’ın kendisidir.
Varto’da yaşananlar bir Alevi-Sünni çatışması değildir. Kendisi de Kürdistan Teali Cemiyeti kurucu üyesi olan, fakat daha başından itibaren Mustafa Kemal ekibiyle kader birliği yaparak özerklik yanlısı Kürtlere karşı aktif mücadele içerisine giren İlyas Sami ve Binbaşı Kasım ile M. Şerif Fırat, Muş valisi Halet Bey, Muş Jandarma Alay Komutanı Mehmet Kasım Selçuk ile Kürt davasını savunanlar arasındaki çatışmadır.
Dersimci geçinen ve Kürt düşmanlığını marifet sayan bazı eski solculara göre, Cibranlı Halid Bey Albay Halis ile birlikte 1907 yılında Dersim’de bir katliam yapıp Tujik Baba tepesine bayrak dikmiştir. Oysa 1907 yılında adı geçen kişi Cibranlı Halit Bey’le aynı ön adı taşıyan Üçüncü Alay Komutanı Xalid Begê Meqsudi’dir. Tujik Baba olaylarının olduğu dönemde Cibranlı Halid Bey Filistin’de görevlidir.
Miralay Halit Bey’i tanımaya devam edelim. M. Emin Sever Kürt Tarihinde Bir Kesit Azadi Örgütü ve Cibranlı Halit Beyadlı kitabında, Halit Bey’in Sovyetlerle ilişki kurma çabası üzerine de bilgiler verir. Bunların bir kısmını elbette ihtiyatla karşılamak gerekir. Fakat Ehmed Ferid (Ehmede Şeyxi), Ekrem Önen ve arkadaşları tarafından Rus arşivlerinden alınarak Kürtçeye çevrildiği belirtilen Halit Bey’in 22 Şubat 1922 tarihinde Erzurum’daki Sovyet Konsolosu Pavlosky’e ilettiği mektubu, çevirideki olası bazı kusurlu ifadelere rağmen, bir belgedir:
“Ben, ferdi olduğum Kürt halkının genel eğiliminin İngilizlere doğru kaydığını hissediyorum. İngilizler, Kürtlerin özgür ve azad olmasını güya istiyormuş gibi görünseler de ben şahsen İngilizlere olan bu sempatinin sonucundan ümitli değilim. Ben çok inanıyorum ki, halkımız ancak Rusların desteği ile istiklallerini kazanabilir” diye yazan Halit Bey, Sovyet iktidarından yardım ve destek bekler: “Kürt hükümeti ve Kürt liderleri, SSCB hükümetinin prensiplerine ve komünizmin yayılmasına karşı çıkmayacaklar.” “Kürt hükümeti, SSCB’nin korumasını kabul eder. SSCB hükümeti de Kürt hükümetinin ekonomik ve siyasi kuruluşuna yardım edecek.” (M. E. Sever, age, s.113-114)
Miralay Halit Bey ne dediğini bilen biridir. Ne yazık ki Sovyet Konsolosu ile irtibatı sıkı takipler nedeniyle kopar.
(1925 Kürt olaylarını Azadi Örgütü’nün açık faaliyete geçişinden başlayarak anlatmaya devam edeceğiz...)