Albert Einstein’ın, “Üçüncü Dünya Savaşı'nın nasıl yapılacağını bilmiyorum, ama Dördüncü Dünya Savaşı taş ve sopalarla yapılacak” dediği söylenir. Dünyamızın içinden geçtiği dönem, bu kara kehanetin ne yazık ki hiç de yersiz olmadığını gösteriyor.
Sert hegemonya mücadeleleri ve artan militarizm, emperyalist/kapitalist sistem tarafından dünyanın nükleer bir felakete doğru sürüklendiğini ortaya koyuyor. Stockholm Uluslararası Barış Araştırmaları Enstitüsü’nün (SIPRI) son raporu da insanlığı bekleyen bu risklere işaret ediyor.
SIPRI’nin yayımlanan son raporu, emperyalist rekabetin sadece ekonomik, siyasal ya da vekalet savaşları üzerinden değil; doğrudan nükleer silahlanma yarışı üzerinden de sürdüğünü açık bir şekilde ortaya koyuyor. Veriler, bu yarışının yavaşlamak bir yana, daha da hızlandığını gösteriyor.
SIPRI’nin raporuna göre, 2025 yılı başı itibarıyla dünyada 12.241 nükleer savaş başlığı bulunuyor. Bunların 9.614'ü “operasyonel potansiyel” taşıyan savaş başlıkları olarak sınıflandırılırken, 3.912’si doğrudan konuşlandırılmış durumda. Dahası, yaklaşık 2.100 savaş başlığı balistik füzeler aracılığıyla her an fırlatılabilecek şekilde hazır tutuluyor. Yani dünya, büyük yıkımlara yol açabilecek bir savaş riskiyle karşı karşıya bulunuyor.
Bu korkutucu tabloya rağmen, nükleer silah sayısının toplamda düşmeye devam ettiği de raporda yer alıyor. Ancak bu düşüş, büyük ölçüde ABD ve Rusya'nın hizmet dışı bırakılmış başlıkları hurdaya ayırmasından kaynaklanıyor. Asıl tehlike burada başlıyor: Hurdaya çıkarılan savaş başlıklarının sayısı azalırken, modernleştirilmiş ve daha etkili başlıkların envantere dahil edilme hızı artıyor.
ABD ve Rusya hâlâ küresel nükleer savaş kapasitesinin %90’ından fazlasını elinde bulunduruyor. İki ülkenin toplamda 10.636 nükleer savaş başlığına sahip olduğu tahmin ediliyor. Bu iki süper güç, dağıtım sistemlerini ve üretim tesislerini de sürekli modernize ediyor. Yeni nesil savaş başlıkları, gelişmiş füze sistemleri ve yapay zekâ destekli hedefleme teknolojileriyle nükleer silahlar artık daha yıkıcı ve daha “kullanılabilir” hale getiriliyor.
Nükleer silahlanma yarışına katılan Çin de “sessiz” ama “kararlı” bir şekilde nükleer kapasitesini genişletiyor. SIPRI’nin 2024 yılına ilişkin tahminlerine göre, Çin’in nükleer savaş başlığı sayısı 500’den 600’e yükseldi. Bu artış, Pekin’in sadece “savunma” amaçlı değil, aynı zamanda küresel bir nükleer güç olarak “denge kurma” arayışını yansıtıyor.
Çin, karadan fırlatılan nükleer başlıklı füzeler, nükleer denizaltı sistemleri ve stratejik nükleer bombardıman uçaklarıyla silahlanma yarışında yer alıyor.
Daha küçük nükleer güçler olan Hindistan, Pakistan, İsrail, Kuzey Kore ve İngiltere-Fransa ikilisi de bu yarıştan geri kalmıyor. Her biri ya yeni sistemler geliştiriyor ya da mevcut kapasitelerini genişletme çabasını açıkça beyan ediyor.
Örneğin, Hindistan ile Pakistan arasında süregelen askeri gerilim, her iki ülkenin nükleer kapasitesini bir “gözdağı” unsuru olarak yeniden kurgulamasına neden oluyor. İsrail, resmî olarak nükleer silah sahibi olduğunu kabul etmese de nükleer kapasitesini güçlendirmeye devam ediyor. Kuzey Kore ise sık sık gerçekleştirdiği füze denemeleriyle olası bir ABD saldırısını önlemeyi ya da ötelemeyi başarıyor.
SIPRI uzmanlarının dikkat çektiği bir diğer önemli nokta ise “şeffaflık eksikliği”. Dokuz nükleer devletten yalnızca üçü –ABD, İngiltere ve Fransa– cephaneliklerinin boyutuna dair kamuoyuna bilgi vermekte. Bu bilgilerin gerçekleri yansıtmadığı ise biliniyor. Diğerleri ise nükleer stratejilerini ve stok miktarlarını sır gibi saklamaya devam ediyor. Bu durum hem uluslararası güvenliği tehdit ediyor hem de silah kontrolüne dair anlaşmaları etkisiz kılıyor.
Sonuç olarak, dünyada emperyalist/kapitalist devletlerin bir kısmı giderek daha fazla silahlanıyor ve özellikle nükleer alanda yaşanan bu tırmanış emperyalist devletlerin çıkar çatışmalarını daha da tehlikeli bir boyuta taşıyor. Ezilen halklar ve işçi-emekçiler için bu yarışın anlamı açık: Derinleşen yoksulluk, artan baskılar, nükleer savaş tehdidi altında belirsiz bir gelecek...
Güya barıştan söz eden devletler, nükleer silah depolarını doldurmaya devam ediyor. Bu tablo karşısında, saldırganlık ve savaşa karşı barış ve silahsızlanma mücadelesini yükseltmek sadece etik bir sorumluluk değil, insanlık için yaşamsal bir zorunluluk olarak da öne çıkıyor. Nükleer savaşın eşiğinde yaşayan bir dünyada, halkların bu ölümcül düzene karşı ortak mücadeleyi büyütmesi, nükleer savaş felaketinden çıkışın tek gerçek yolu olarak önümüzde duruyor.