Kapitalizmde sermaye sınıfı kendi çıkarlarını bütün bir toplumun çıkarlarıymış gibi sunar ve öyle yönetir. Bu sunumun yapılmasını kapitalist devlet üstlenmiştir ve o da bunu başarabilmek için kendisini sermaye sınıfının değil bütün bir toplumun devleti olarak sunmak zorundadır. Bunun becerilemediği durumlarda; yani sermayenin çıkarlarının tüm toplumun çıkarları olmadığının, devletin de aslında bütün bir topluma ait olmadığının görüldüğü durumlarda ise yönetenler yönetemez hale gelir, yönetilenler de bu şekilde yönetilmeyi reddederler ve hegemonya krizleri yaşanır.
Ancak kapitalist devletin başka bir görevi daha vardır; o, farklı sermaye fraksiyonlarının çıkarlarınıuzlaştırmak, aralarındaki rekabetin sermaye düzenine zarar vermesini engellemek durumundadır. Elbette ki başat bir sermaye fraksiyonu olacaktır ama diğer sermaye fraksiyonlarının da çıkarları gözetilecek ve fraksiyonlar arası bir denge sağlanacaktır. Bunun becerilemediği durumlarda yine krizler yaşanır ve genelde kapitalist devlet adına bunu beceremeyen hükümetler değişir ve yerine yenileri gelir.
Yazı bu kısımdan itibaren böyle teorik bir minvalde ilerlemeyecek ama derdini anlatabilmesi için böyle bir girizgâh şarttı; çünkü Türkiye’nin sermaye sınıfının bütün fraksiyonlarıyla gidişattan rahatsız olmaya başladığına ve iktidarın bu rahatsızlığı giderme potansiyelinin azaldığına dair ciddi emareler görülmeye başlandı.
Evet, doğru; bu iktidar Türkiye’yi sermaye için bir cennet, emek için de bir cehennem haline getirdi. Asgari ücretle çalışan milyonlar, asgari ücrete yakınsayan ortalama ücretler, uzun çalışma saatleri, yüksek vergi oranları, giderek derinleşen yoksulluk, alt üst edilmiş bir gelir dağılımı ve çok yüksek kârlarla ve karşılarında güçlü bir emek hareketi olmadan semiren bir sermaye sınıfı… Ancak belli ki bunlar sermaye açısından tek başına yeterli görülmüyor artık ve bunun böyle olmadığı da açık bir şekilde görülebiliyor bu dönem itibariyle.
Hâkim sermaye fraksiyonunun örgütü olan TÜSİAD’dan başlayalım. TÜSİAD’ın, iki yöneticisine dava açılmasına yol açan açıklamasındaki esas derdi elbette ki demokrasi ya da laiklik değildi; TÜSİAD “rasyonel politikalar” olarak değerlendirdiği Şimşek programının daha etkili bir şekilde uygulanmasını ve küresel sermayenin perspektifine bağlı bir şekilde enflasyonun bir an önce düşürülmesini talep ediyordu. Bunun yanı sıra bir de uzun vadeli talepler vardı ki bunlar da Türkiye kapitalizminin yapısal dönüşümüyle ilgiliydi. TÜSİAD, ucuz emeğe ve fiyat rekabetine dayalı mevcut modelin yerini yüksek teknolojiye ve yüksek katma değere dayalı bir modelin almasını istiyor, mevcut modelin artık tıkanma noktasına geldiğini söylüyordu.
MÜSİAD ve TOBB’da temsil edilen sermaye fraksiyonları ise yani orta ve küçük ölçekli sanayiciler ve ticaret burjuvazisi ise iktidarın hışmını çekmemek için destek veriyormuş gibi görünse de en başından itibaren Şimşek programına mesafeliydi. Çünkü enflasyonla mücadele adına iç talebi kısma hedefi üzerine kurulu program iki ayak üzerinde yükseliyordu; düşük değerli döviz ve yüksek faiz.
Döviz kurunun yükselişinin belli sınırlar içerisinde tutulmasının fiyat artışlarını da önleyeceği, yüksek faizlerin ise tüketimi kısarak talebi düşüreceği inancına dayalı bu program, söz konusu sermaye fraksiyonlarını doğrudan olumsuz bir şekilde etkiliyordu. Çünkü bu fraksiyonlara mensup sanayiciler uluslararası piyasalarda ancak fiyatlar aracılığıyla rekabet edebiliyorlardı, yani sattıkları ürünler ucuz olmalıydı, bunu sağlayan şey ise yüksek kur ve düşük değerli TL’ydi. Ve ikincisi bu fraksiyonlara mensup sanayici ve tüccarlar ancak ucuz kredi sayesinde ayakta durabiliyorlardı; yani faizler ne kadar yüksek olursa finansman maliyetleri de o kadar artıyor ve katlanılamaz hale geliyordu.
İşte Yeni Şafak’ın iki gün önce manşetten ve doğrudan Şimşek programını hedef almasının gerisinde bu sermaye fraksiyonlarının bakış açısı vardı. Yeni Şafak onlar adına konuşuyor ve program yüzünden ve özellikle de yüksek faiz oranları nedeniyle sermayenin ucuz krediye ulaşamadığını ve çarkların durmak üzere olduğunu söylüyor, Şimşek’i istifaya çağırıyordu. Dönülmesini istediği program ise Damat Berat-Nebati programıydı. Yani piyasanın devlet tarafından ucuz krediye boğulduğu, enflasyonist bir ekonomik büyümeye dayalı, çarkların döndüğü bir program.
14 Haziran 2023’de bu köşede yayınlanan “'Yoksullaştıran büyüme' bitti, sırada 'yoksullaştıran küçülme' var” adlı yazımda Şimşek öncesi dönemdeki “ekonomi büyürken yoksulluğun artışı”nın yerini Şimşek döneminde “ekonomi küçülürken yoksulluğun artışı”nın alacağını söylemiştim. İlkinde ekonomi büyümeye, çarklar dönmeye devam ediyor, yoksulluk artsa da işsizlik belli bir seviyede tutulabiliyor ve kriz ötelenebiliyordu; Şimşek programı ise enflasyonu düşürmek için ekonomiyi soğutmayı hedefliyordu ve bu da kaçınılmaz olarak çarkları yavaşlatacaktı. İşte şimdi yavaşlamanın da ötesinde çarkların durma noktasına ilerliyoruz ve derinleşen yoksulluğa bir de derinleşen işsizlik ekleniyor, yani kriz geliyor.
TÜSİAD fraksiyonu aynı zamanda bankaları da elinde bulundurduğu ve uluslararası piyasalardan borçlanabildiği için yüksek faizi daha az umursuyor ve enflasyonla mücadeleyi öncelemeye devam ediyor. MÜSİAD-TOBB’un temsil ettiği gruplar ise az önce anlattığımız üzere programdan rahatsızlar ve öncelikle ekonomik büyüme istiyorlar. Ancak Şimşek programına bakıştaki bu farklılığa rağmen, sermayenin bütün fraksiyonları açısından tablo giderek rahatsız edici bir hal alıyor.
Dün açıklanan İSO 500 verileri üzerinden bu tabloyu daha iyi anlayabiliriz. İstanbul Sanayi Odası’nın açıkladığı ve Türkiye’nin en büyük 500 şirketinin 2024’deki durumunu ortaya koyan verilere göre, birincisi bu şirketlerin üretimden net satışları üç yıldır, yani 2021’den beri net olarak geriliyor. İkincisi, şirketler kazandıkları paranın çok önemlice bir bölümünü finansman giderlerine ayırıyorlar. Ve üçüncüsü bu şirketlerin kârlılığı 2014-2023 arası yüzde 10,4 seviyesindeyken 2024 itibariyle yüzde 6,2’ye gerilemişdurumda. Aynı şekilde satış kârlılığı da on yılın ortalaması olan yüzde 7,1’den 2024 yılında yüzde 2,6’ya inmiş görünüyor.
Tüm bunlar Türkiye kapitalizmi için çanların çaldığını gösteriyor. Tek tek kapitalistlerin kişisel servetleri artsa da ve hâlâ ciddi kârlar ve rantlar söz konusu olsa da yapısal bir krizin eli kulağında ve bu krizi durdurmaya Kamu Garanti Fonu üzerinden verilen krediler de bir çare olacağa benzemiyor. Bu kriz halinin siyaset üzerinde çok ciddi sonuçlar yaratması ise kaçınılmaz görünüyor.
Erdoğan Şimşek programından desteğini çekerek yeniden enflasyonist büyüme modeline mi dönecek yoksa Şimşek programına sonuna kadar destek mi verecek, henüz bilemiyoruz. İlkini tercih ederse, bunu finanse edecek kaynaklardan yoksun bulunduğunu, ülkeye yabancı sermayenin kısıtlı bir şekilde girdiğini, Merkez Bankası rezervlerinin de yeterli olmadığını biliyoruz. İkinciyi seçerse, yani Şimşek’le devamı tercih ederse, hem üzerinde yükseldiği asıl sermaye fraksiyonu olan MÜSİAD-TOBB sermayesinin desteğini yitirebilir hem de ucuz krediye ulaşamadığı için borçlanma maliyetleri giderek artan ve düzenli olarak yoksullaşan tabanı daha hızlı bir şekilde Erdoğan’dan desteğini çekebilir. Dolayısıyla Erdoğan’ın ve iktidarın ciddi bir sıkışmışlık hali içerisinde olduğunu ve yön tercihi yapmakta büyük bir zorluk çektiğini rahatlıkla söyleyebiliriz.
Erdoğan hangisini tercih ederse etsin faturanın geniş halk yığınlarına, çalışan sınıflara kesileceği açık. Özellikle Şimşek programı yoluna devam ederse, kısa bir süre sonra çarkların durma noktasına geleceği ve buna bağlı olarak şimdiden sinyallerinin gelmeye başladığı üzere kitlesel işçi çıkarmaların söz konusu olacağı anlaşılıyor. Ayrıca patronlar böyle bir durumda kendi krizlerini emekçilerin sırtına yıkmak için sadece işsizlik silahına başvurmayacak, reel ücretleri de geriletmeye devam edecekler, bu da köleci emek rejiminin karanlığını daha da koyulaştıracak ve yoksulluğu daha yaygın, daha derin bir hale getirecek.
İşte tam da bu nedenle önümüzdeki dönemde siyasetin emek-ekmek eksenli bir zemine yerleşmesi, asıl siyasal kutuplaşmanın bunun üzerine inşa edilmesi ve toplumun bunun üzerinden ayağa kaldırılmasıöncelikli bir görev olarak karşımızda duruyor. Eğer sermaye krizi fırsata çevirmeye çalışacaksa aynısınıhalk da emekçiler de yapabilir, krizin faturasını Türkiye’nin sermaye düzenine çıkarabilir. Bu ise siyasetin işidir ve şimdi bize gereken şey sermayenin krizini halkın fırsatına çevirecek bir siyaseti memleketin önüne koyabilmektir.
soL / 28.05.25