Sıkça Lenin’e atfedilen bir söz vardır: “Eğer siyasete müdahale etmezseniz siyaset öyle ya da böyle hayatınıza müdahale edecektir.” Türkiye, uzun zamandır halkının siyasete yeterince müdahale etmediği ve tam da bu nedenle siyasetin halkın hayatına çok ağır, çok olumsuz müdahalelerde bulunduğu bir ülke durumunda.
O müdahaleleri yapanların en çok sevdiği söz kalıplarından biri ise “x üzerinden siyaset yapılmaz” şeklinde. X’in yerine o an neyi koymaları gerekiyorsa onu koyabilirler; bu bazen asker ölümleri olabilir, bazen bir iş cinayeti, bazen bir deprem olabilir, bazense bir yangın ya da sel felaketi.
Siyasetinin nasıl yapılacağını, neyin siyaset kapsamına girdiğini, neyin üzerinden siyaset yapılabileceğini ve bunu kimin yapabileceğini belirlemek bir güç ve iktidar göstergesidir. Bir konu üzerinden siyaset yapılacaksa eğer, onu ancak iktidar yapabilecektir, diğerleri yaptığında ise bu suistimal anlamına gelecektir.
Böylelikle siyasetin kırmızı çizgileri belirlenir, siyaset, yönetmeye dair teknik meselelere indirgenir, siyasal alan daraltılır ve muhalefet pasifize edilmek istenir. İktidar bunu başarabildiği oranda güçlü, muhalefet bunu kabul ettiği ve aşmaya girişmediği ölçüde zayıftır.
Oysa üzerinden siyaset yapılmaz denilen her şey sonuna kadar siyasidir, politiktir. Şiddetli bir depremde ölüp ölmeyeceğinizi o ülkenin konut politikaları, siyasetle sermaye arasında kurulan bağlantılar, belediyelerle rant arasındaki ilişki, ihale, rüşvet, komisyon belirler örneğin. Depremde ölen her bir kişi politik nedenlerle ölmüştür yani.
Aynısı “iş kazaları” denilen ama artık yaygın tabirle “iş cinayetleri” dediğimiz ölümler için de geçerlidir. İş cinayetlerinin sıklığını ve oranını o ülkenin emek politikaları, iş yasaları, emekçilerle patronlar arasındaki güç dengesi, denetimler ve cezalar belirler. Her bir iş cinayeti politiktir, ölen her işçi sonuna kadar politik nedenlerle ölmüştür.
Türkiye şimdilerde, son yıllarda bu mevsimde sürekli tanıklık ettiği üzere, büyük orman yangınları yaşıyor, bir metafor olarak ülke zaten yangın yeriyken bir de yaşadığımız bu yangınlar memlekete dair endişeli ve karamsar havayı daha da ağırlaştırıyor, daha da kesifleştiriyor.
Yangınlar demişken önce bir hatırlatma yapalım ve daha on gün önce, Meclis’in kapanmadan önceki son icraatı olarak geçen madencilik yasasını ve iktidar vekillerinin bu yasanın Meclis’ten hemen geçmesi için gösterdikleri çabayı hatırlayalım.
Zeytinlikleri büyük şirketlerin talanına açan bu yasa ve yasanın çıkması için alınan bu karar kadar politik çok az şey gösterebiliriz; çünkü karşımızda sermaye düzeninde iktidar-sermaye ilişkilerinin nasıl yürüdüğünü gösteren mükemmel bir örnek bulunuyor. Maden arama izinlerinin verildiği şirketlerin kamudan aldığı ihaleler, hazine garantili projeler üzerinden aktarılan paralar, bunlara verilen vergi teşvik ve istisnaları, yani bir bütün olarak bu şirketleri ihya etme politikası…
Yaşadıklarımızın hepsi politiktir ve o yasanın geçişi de nihayetinde siyaset hayatımıza müdahale ederken bizim siyasete müdahale etmeyişimizle ilgilidir. Meclis’in yanındaki Cemal Süreya Parkı’nda nöbet tutan bir avuç köylünün ve Meclis’teki vekillerin çabası yasayı durdurmaya yetmemiş, güçlü olan taraf kazanmıştır.
Şimdi, gelelim yangınlara. Yangınlar da elbette ki politiktir; orman arazilerinin ranta açılmasından yangın söndürme filolarınızın gücüne, orman işçisinin aldığı paradan itfaiyecilerin teçhizatına kadar ağaçların, kurdun, kuşun, börtünün, böceğin kaderini belirleyen şey siyasettir, izlenen politikalardır.
Türkiye’nin yangın söndürme uçakları yeterli midir, gece görüşlü helikopter sayısı kaçtır, Türk Hava Kurumu’na neden kayyım atanmıştır ve kurum neden yıllardır kayyımla yönetilmektedir, kurumun uçakları nerededir, ne yapmaktadır, orman yangınlarıyla mücadele için makro bir plan var mıdır, yakılan ormanlar nasıl rehabilite edilmektedir, bunların hepsi birer sorudur ve hepsi birer politik sorudur, çünkü mesele politiktir.
Açın bakın geçen seferki İzmir yangınlarıyla ilgili raporlara, hepsinde açıkça yangınların elektrik kablolarından çıktığı yazıyor. Peki kimin kontrolünde bu kablolar? Elektrik dağıtımının özelleştirilmesinden en büyük parsayı toplayan şirketlerden biri olan Gediz Elektrik’e. Peki yapmaları gereken altyapı yenilemelerini, kontrolleri vs. yapıyorlar mı? Yapmadıklarını biliyoruz. Yani sadece “özelleştirme” adı altında kamunun vermesi gereken bir hizmet özelleştirme adı altında sermayeye peşkeş çekilmiyor; o şirketler kâr oranlarının düşmemesi adına aynı zamanda ormanlarımızı yakıyor, hayatlarımızla oynuyor, geleceğimizi çalıyor.
Bursa’daki son yangınlarda da durum pek farklı değil. Yangının çıktığı bölge, bir süre önce maden sahası ilan edilmiş, kireçtaşı ocağı ve kırma-eleme tesisi kurmak için yapılan başvuruya Çevresel Etki Değerlendirmesi (ÇED) raporu gerekli değildir denilmiş. Yangın kasıtlı mı çıkarılmıştır onu bilmiyoruz ama bildiğimiz şey sermayenin gözünü başta ormanlar olmak üzere memleketin doğasına diktiği, bu ülkeyi bir sömürge toprağı gibi gördüğüdür.
Sahiden de memleket toprakları, bu topraklara ve insanına çoktan yabancılaşmış bir sömürgeci zihniyet tarafından yönetilmektedir. 22 bin liralık ve artık ortalama maaş halini almış asgari ücretle çalışan milyonlar, en uzun çalışma saatleri, en kayıt dışı, en güvencesiz, en sendikasız istihdam politikaları üzerinde yükselen köleci bir emek rejiminin bize sunduğu tablo budur ama bu tek başına yeterli değildir.
Bir avuç şirketin çıkarları uğruna memleketin yeraltında ve yerüstünde ne varsa sonsuz bir talana, açılması, ormanının, ağacının, deresinin, sahilinin yağmalanması, kamuya ait olanın gasp edilerek özel mülkiyet haline getirilmesi ve tüm bunların pervasızca, arsızca bir doğa katliamı şeklinde ilerlemesi… Tabloya bu da eklenmelidir. Karşımızda yerli ve uluslararası sermayenin işgaline açılmış bir Anadolu coğrafyası vardır ve bu coğrafyaya artık bir iç sömürge muamelesi yapılmaktadır.
Demek ki ortada bütünlüklü bir siyaset vardır ve buna ancak siyasetle karşı çıkılabilir; halk her şey bir yana, artık yaşayabilmek, biyolojik varlığını devam ettirebilmek için siyaset yapmak zorundadır, meselenin sıfır noktası burasıdır.
Yangın manzaralarını gözünüzün önüne getirin, yangını söndürmeye fedakârca koşan itfaiyecileri, orman işçilerini, köylüleri… Pet şişelerle, damacanalarla, karınca misali yangına su taşıyan insanımızı, traktörünün patlak tekeriyle yardıma koşan çiftçiyi, yanan ağaçlara, kül olan ormanlara bakarak gözyaşı döken insanımızı…
Siyaset, bir avuç elitin ve kalantorun hayatlarımız üzerinde oyun oynamasından çıkarılmalı, kendi kaderimizi, memleketin kaderini elimize alma mücadelesine dönüştürülmelidir. Siyaset kirli, karanlık, ayıplı yerlerden, şirketlerin yönetim kurulu odalarından, borsalardan, bankalardan, bakanlık koridorlarından, saraylardan çıkarılmalı, meydanlarda, alanlarda, sokaklarda ortak akılla, ortak sevinçle, ortak kederle ve ortak kaderle, bir arada, omuz omuza yapılmalıdır.
Kurtuluş, hayatları üzerinde oyunlar oynananların o oyunları bozmaya dair iradesiyle masaya yumruğunu vurup “artık yeter” demesindedir, o gün geldiğinde bu yangın yerinde bütün bir oyun en baştan ve yeniden kurulacaktır.
soL / 30.07.25