Demokrasi mücadelesi ve toplumsal devrim-1

Kapitalist düzen altında marksist açıdan demokrasi mücadelesi, demokratik bir burjuva siyasal düzeni yaratmaya, oluşturmaya, kurumlaştırmaya yönelik bir mücadele demek değildir. Zira böyle bir amaç ya da hedef, olanaklı olduğu her durumda, gerçekte burjuvazinin egemenliğini en sağlam temeller üzerine oturtmaktan öte bir anlam taşımaz.

  • Değerlendirmeler
  • |
  • Güncel
  • |
  • 02 Haziran 2025
  • 16:17

İki bölüm halinde sunacağımız bu metin, 28 Mayıs 2024’de verilmiş bir konferansın kısaltılmış kayıtlarından oluşmaktadır… Metnin daha geniş bir versiyonu 2024 yazında partiye sunulmuştur... Metnin hemen girişinde, TKİP VII. Kongresi’nin (Kasım 2023) aynı konuda (“Demokrasi mücadelesi ve toplumsal devrim” başlıklı gündemi kapsamında) yapılan sunuş konuşmasından bazı pasajlara yer veriyoruz… / EKİM

“Başlıca iki nedenle siyasal sorunların çok özel bir önem kazandığı yeni bir döneme girmiş bulunuyoruz. Bunlardan ilki, 14 Mayıs’la birlikte girilen yeni siyasal evredir. Yirmi küsur yıldır dinci-faşist gericiliğin siyasal hak ve özgürlüklere karşı sistemli saldırıları sürecini yaşıyoruz. Bu yirmi yıl içinde birçok hak ve kazanımı gasp edildi, fiilen artık bir anayasası bile olmayan keyfi bir baskı ve terör rejimi kuruldu. 14 Mayıs seçimleri sonrasında ise, elbette eğer güç bulabilirlerse, buna yeni bir düzeyde yüklenecekler, hak ve kazanımlara saldırıyı yeni bir boyuta çıkaracaklar. Dolayısıyla da bu alandaki mücadele her zamankinde çok önem kazanacak.

“İkincisi bu konunun günümüz koşullarında sınıf hareketine etkin bir siyasal müdahalede tuttuğu çok özel yerdir. Sınıfın dikkatini ve giderek de eylemini, politik sorunlara, bu kapsamda temel hak ve özgürlükler mücadelesine çekmek her zamankinden daha yakıcı bir hal almıştır.

“Bu iki nokta üzerinden konu önemli ve günceldir.

“Bunlara ilk ikisiyle bağlantılı olarak üçüncü bir neden daha eklenebilir. Siyasal sorunlara yaklaşım, her türden oportünizmin başlıca kaynaklarından biridir. Bugün topluma çöreklenmiş ezici bir dinsel gericilik ağırlığı var. Bundan bir an önce kurtulma haklı isteği ve arayışı, her türden oportünizmin dayanağı olarak kullanılabiliyor.

“Siyasal sorunlar söz konusun olduğunda, karşımızda iki önemli sapma görüyoruz.

“Ulusal sorun-Kürt sorunu ekseninde buluşanlar, demokrasinin kazanılması ve böylece Kürt sorununun da çözülebilmesi adına burjuvazinin belli kesimleriyle, hatta TÜSİAD’la bile ilişki arayışı içinde olabiliyorlar. Bunu elbette daha çok HDP şahsında Kürt hareketi yapıyor. Ama HDP yörüngesindeki sol da böylece bu çizgiye eklemlenmiş oluyor. Çoğu kere de bu böyle olur zaten. Devrimci ya da sosyalist olmak iddiasındaki bir sol elbette burjuvaziyle doğrudan ilişkilenemez. Arada hep de ara halkalar olur. Onlar bağlarlar sizi düzen siyasetine.

“Öte yandan, demokratik siyasal sorunların önemini küçümserken, bağımsızlık sorununu burjuva milliyetçi, laiklik sorununu ise burjuva radikal bir tarzda ele alan sol Kemalistler var. Bunlar demokratik siyasal özgürlükler sorununu küçümserler ve bunu da aldatıcı bir sol söylemle, burjuva demokrat eğilimlerden uzak durmanın gerekçesi olarak sunarlar. Gerçekte ise bağımsızlık, laiklik ve devletçilik sorunları üzerinden aynı burjuvazinin farklı katmanlarıyla ilişki ve ittifak içinde olurlar.

“Konuya önem kazandıran üçüncü temel nokta, solda bu türden oportünist konum ve tutumlara karşı mücadeledir. Oportünizme karşı başarılı bir mücadele için, konunun teorik çerçevesini tarihsel bir çerçeve içinde kavramak önemli bir ihtiyaçtır. Bu yeni dönemde hem görevleri doğru bir biçimde ele alabilmenin, hem de oportünist cereyanlar karşısında sağlam durabilmenin önemli bir alanıdır. Bu durumda konunun teorik ve ilkesel çerçevesini, somut politik anlamını ve kapsamını, daha bir açıklığa kavuşturmak, daha derinlemesine kavramak bir ihtiyaçtır…” (TKİP VII. Kongresi Tutanaklarından…)

Demokrasi ve demokrasi mücadelesi

Konumuz demokrasi mücadelesi ve toplumsal devrim. Öncelikle vurgulamak gerekir ki “demokrasi mücadelesi” tanımlaması belli bakımlardan sorunludur. Zira demokrasi kavramı, marksist teoride açıklıkla dile getirildiği gibi, aynı zamanda bir siyasal düzeni, dolayısıyla bir devlet biçimini de dile getirir. Demokrasi, sınıf egemenliği sistemi olarak, devletin bir biçimi, bir siyasal rejim durumudur. Örneğin burjuva demokrasisi dediğinizde, böylece burjuvazinin egemenliğinin belirli bir biçimini anlatan bir siyasal rejimi dile getirmiş oluyorsunuz. Aynı şekilde, sosyalist demokrasi ya da proleter demokrasi dediğinizde, bu kez bir başka sınıfın, işçi sınıfının devrimci sınıf egemenliğinin siyasal açıdan kurumlaşmış ve somutlaşmış iktidar biçimini anlatmış oluyorsunuz.

Oysa kapitalist düzen altında “demokrasi mücadelesi”nden söz ettiğimizde, kastettiğimiz hiç de bu değildir. Marksistler olarak, demokrasi mücadelesi derken, hiç de burjuva sınıf egemenliğinin belirli biçimini yaratmak hedefinden söz etmiş olmuyoruz. Kapitalist düzen altında marksist açıdan demokrasi mücadelesi, demokratik bir burjuva siyasal düzeni yaratmaya, oluşturmaya, kurumlaştırmaya yönelik bir mücadele demek değildir. Zira böyle bir amaç ya da hedef, olanaklı olduğu her durumda, gerçekte burjuvazinin egemenliğini en sağlam temeller üzerine oturtmaktan öte bir anlam taşımaz.

Demokrasi mücadelesini kurulu burjuva sınıf düzenini kendi içinde demokratik temellere oturtmaya yönelik bir mücadele olarak ele almak sorunun baştan aşağı çarpıtılmış bir ifadesidir. Dünya ve Türkiye’de oportünist solun sorunu bugünkü ele alışında açık biçimde bu var. Modern revizyonist akımın açık sosyal-demokrat kimlikle ortaya çıkmasını önceleyen son aşaması olarak euro-komünizmin programı, stratejisi ve dolayısıyla temel yönelimi tam olarak buydu.

Bu ele alış, bizim gibi göreli olarak geri ülkelerde bir dönem için halkçı devrimci-demokrat akımları da şu veya bu ölçüde etkiledi. Bunun gerisinde ise bozulmuş haliyle Komintern’in ideolojik-politik mirası vardı. 1930’ların ikinci yarısının ağır faşizm koşullarında, bu ele alış giderek Komintern’de egemen bir düşünce biçimi haline gelmişti. Başlangıç aşamasında resmen böyle formüle edilmese de, demokrasi mücadelesi uğruna toplumsal devrim hedefi gitgide geri plana düşmüş ve zamanla da anlamını yitirmişti. Bu bir ideolojik ve politik zaafiyet durumuydu ve dünya komünist hareketini köklü kimlik değişimine ve giderek yıkıma sürükledi. Modern revizyonizm, onun özel bir biçimi olarak da euro-komünizm üzerinden sosyal-demokrasiye yaşanan evrim bunun ifadesiydi.

Kapitalist bir ülkede marksist açıdan sorun, siyasal bir devlet düzenine ulaşmak anlamında bir demokrasi mücadelesi değil, fakat temel demokratik siyasal özgürlükler uğruna mücadele sorunudur. Bu mücadele kurulu burjuva düzenin yıkılması ve toplumsal devrimin zaferi hedefine bağlanmalı, onun içinde anlamlandırılmalıdır. Dolayısıyla sorunun kritik yönü, demokratik hak ve özgürlükler mücadelesi ile toplumsal devrim ilişkisidir. Bu hak ve özgürlükler kendi başlarına ele alındıklarında bilimsel anlamda burjuva bir mahiyet taşıyabilirler. Ama onlar uğruna mücadeleyi toplumsal devrim içinde anlamlandırmak ve onun başarısına bağlamak, sorunun mahiyetini temelden değiştirir.

Bu açıklamayı bu sınırlarda bırakıyorum. Zira onu çok daha geniş ve çok yönlü olarak bir sonraki bölümde, konunun teorik çerçevesine ayrılmış bölümde ele alacağım.

Kongre gündemi hangi ihtiyacın ürünü?

Konunun bugünün koşullarındaki özel önemi nereden geliyor? Neden TKİP VII. Kongresi gündemine böyle özel bir sorunu almak ihtiyacı duymuştur?

Dinci-faşist iktidar topluma tam olarak boyun eğdirmek istiyor ve bunun içinde sınırsız bir baskı rejimi inşa etmeye çalışıyor. Bu temel demokratik özgürlük uğruna mücadeleye her zamankinden daha çok bir önem ve anlam kazandırıyor. Bu birinci temel nedendir.

Öte yandan, Türkiye’de direnebilecek, sermaye egemenliğine karşı etkin bir toplumsal kuvvet olabilecek tek sınıf var; işçi sınıfı! Elbette ki onun yarı-proleterlerden, öteki emekçi katmanlardan oluşan müttefikleri var. Ama işçi sınıfı etkin bir kuvvet olarak öne çıkmadığı sürece müttefikleri de güçsüz ve etkisiz kalmaya mahkumdur. Ezilen ve sömürülen sınıf ya da katmanlardan oluşan bu müttefiklerin güç ve enerjisinin az çok etkili bir biçimde açığa çıkması bile işçi sınıfı hareketine sıkı sıkıya bağlıdır. Bu da karşımıza işçi sınıfının politik mücadele ekseninde eğitilmesi, birleştirilmesi, örgütlenmesi ve giderek devrimcileştirilmesi sorununu çıkarıyor.

İktisadi, sosyal ve siyasal hak ve özgürlükler uğruna mücadele burada temel önemde bir olanaktır. Bir yandan emeğin korunması mücadelesi, yani iktisadi ve sosyal istemler mücadelesi, öte yandan demokratik siyasal sorunlar, dolayısıyla istemler üzerinden mücadele. Temel hak ve özgürlükler sorununun yanı sıra, bağımsızlık sorunu, barış sorunu, ulusal sorun, kadın sorunu, çevre sorunu, ezilen mezhepler sorunu vb. üzerinden mücadele. Başta işçiler olmak üzere emekçi kitlelerin mücadeleyi çekilmesi, bu mücadele içinde birleştirilmesi, eğitilmesi örgütlenmesi...

Sınıf hareketinin politikleştirilmesi, giderek devrimcileştirilmesi mücadelesi, bunlarsız düşünülemez. İşçi sınıfının politik eğitimi kapitalizme karşı sosyalizm, sermayeye karşı emek diyerek gerçekleştirilmez. Toplum yaşamındaki her türlü toplumsal, siyasal, kültürel sorunu değerlendirebildiğiniz ölçüde, kitlelerde bu konuda duyarlılıklar, giderek eylemsel davranışlar yaratabildiğiniz ölçüde, böylece kitleleri eğitebilir, giderek politikleştirebilirsiniz. Siyasal sorunlar uğruna, bu kapsamda temel demokratik hak ve özgürlükler için mücadelenin buradan da gelen büyük bir önemi var.

Konunun bir de bu sorunların doğru devrimci bir bakış açısıyla ele alınması ihtiyacı, dolayısıyla buna ilişkin oportünist eğilimlere karşı mücadele bakımından bir önemi var. Bu da bir üçüncü nokta. Demokrasi mücadelesi ve toplumsal devrim sorunu daha başından itibaren üzerinde özel biçimde durduğumuz bir konu oldu. Devrimci-demokrat çizgideki halkçı akıma karşı yürütülen ideolojik mücadeleler içerisinde demokrasi mücadelesi sorununun ele alınışı çok özel bir yer tutuyordu. Buna ilişkin kitaplarımız, kitaplaştırılmış çalışmalarımız var. Zamanında incelenmiş, polemikler içinde geliştirilmiş, teorik ve programatik açıdan fazlasıyla da aydınlatılmış bir konudur bu bizim için.

Ama bugünün Türkiye’sinin politik koşullarında konu giderek güncel ihtiyaçlar ve gündelik mücadeleler bakımından daha somut bir anlam ve çok özel bir önem kazanmıştır. ‘90’lı yılların başındaki tartışma, o günün somut politik koşullardan tümüyle bağımsız, teorik temellere dayalı bir program ve devrim stratejisi tartışmasıydı. Konuya ilişkin kitaplarımızın “Program sorunları üzerine” ortak üst başlığı taşımasının bu açıdan bir mantığı var.

Konunun TKİP VII. Kongresi gündeminde yer alışı bu tür bir bağlama değil, tümüyle gündelik mücadelenin taktik ihtiyaçlarına yöneliktir. Günümüz Türkiye’sinde gitgide ağırlaşan siyasal koşullar ve bunun temel hak ve özgürlükler mücadelesine kazandırdığı özel önemle ilgilidir. Gerçekte aynı sorun aynı biçimde günümüz dünyasında da giderek özel bir önem kazanmaktadır. Konunun şu sıra ele alınışı bu açıdan güncel politik ihtiyaçlara yöneliktir. Ama güncel bir politik sorunu da doğru anlayabilmek, doğru bir çerçevede ortaya koyabilmek, teorik ve ilkesel bakımdan, dolayısıyla devrim programı ve stratejisi bakımından çok özel bir önem taşıyor. Sorun teori ve pratik, program ve politika, strateji ve taktik ilişkisidir. Eğer gündemdeki önemli bir politik sorunu ilkesel ve stratejik açıdan doğru bir biçimde açıklığa kavuşturmamışsanız, sonuçta ona ilişkin olarak doğru, isabetli ve dolayısıyla devrimci açıdan başarılı bir taktik de izleyemezsiniz.

Konu siyasal durum ve gelişmelere bağlı olarak, dünyada olduğu kadarıyla Türkiye’de de çok günceldir dedim. Olup bitenler elbette çok yeni değil. Ama etki ve sonuçları bugün her zamankinden çok daha açık ve ağır biçimde ortaya çıkıyor. Dünya ölçüsünde burjuva gericiliği çok yönlü krizlerden öteye giderek genelleşen savaşlar aşamasına ulaştı. Süreçlerin yayılan ve giderek genelleşen savaşlara vardığı bir aşamada ise temel özgürlükler her yerde saldırı altında demektir. Yıllardır zaten parça parça sürdürülen kısıtlamalar gelinen yerde giderek kaba biçimde gasp etme aşamasına doğru evriliyor.

Türkiye ‘80’li yılların sonunda 12 Eylül rejiminden çıkmanın sancılarını yaşıyordu. ‘90’lı yıllara dönüldüğünde ise özellikle Kürt uyanışından dolayı ağır bir siyasal gericilik atmosferi oluştu. Zaten alabildiğine güdük durumdaki demokratik hak ve özgürlükler, “terörizm” söylemi üzerinden genel bir saldırının hedefi haline geldi. 2000’li yıllardan itibaren bunun yeni bir safhasına, AKP iktidarı dönemine geçtik. AKP başlangıç yıllarında, 2002’den yaklaşık olarak 2008’e kadar, nispeten daha yumuşak bir politik atmosfere oynadı. AB ile uyum, Kopenhag Kriterleri vb. kapsamında atılan bazı sınırlı adımlarla aldatıcı bir yumuşama atmosferi oluştu. Ama dinci gericilik (ki yapısal olarak gericiliğin en uç biçimlerinden biridir) devleti ele geçirip kendi düzenini adım adım inşa etmeye yöneldiği andan (kabaca 2008’den) itibaren, demokratik hak ve özgürlüklere karşı genel bir saldırıya girişti. Öylesine ki ‘90’lı yıllarda kullanabildiğimizi bugün artık kullanamaz bir aşamaya varmış bulunuyoruz.

Türkiye’de ‘70’lerin devrimci yükseliş yıllarında faşist ve dinci hareket, devrimci halk hareketini boğmaya yönelik ideolojik bir dalga kıran ve paramiliter bir sokak gücü olarak kullanılmıştı. ‘80’li yıllarda ise Amerikancı 12 Eylül faşist askeri cuntası Türk-İslam sentezini devletin resmi ideolojisi ilan etti. Bu, dinci ve faşist gericiliğin dayandığı ideolojilerin resmi devlet ideolojisi düzeyine yükseltilmesiydi. ‘90’lı yıllardan itibaren de özellikle yine Kürt uyanışına karşı olmak üzere, bir yandan din ve dinsel gericilik, öte yandan ırkçı faşist milliyetçilik etkin bir biçimde kullanıldı.

Tüm bunların oluşturduğu birikim ve yarattığı zemin üzerinde, ve elbette belli süreçlerin ardından, düne kadar kurulu düzenin etkin birer yedek gücü, toplumsal mücadeleye karşı koçbaşı olarak kullandığı bu iki akım, bugün artık ittifak halinde Türkiye’nin egemen iktidar blokunu oluşturuyorlar. Yani ‘70’li yıllarda sokak gücü, ‘90’lı yıllarda yardımcı yedek güç olarak kullanılan bu akımların artık kendileri iktidar katındalar ve devleti ele geçirmiş durumdalar. Düne kadar kendilerini kullananlara (sermaye sınıfı adına ordu ve bürokrasiye) bugün artık hükmedecek bir düzeye ulaşmış durumdalar.

Bütün bunların ışığında ve elbette 2023 Mayıs seçimlerinin ardından siyasal gericiliğin muhtemel ağırlaşması ve bunun ortaya çıkaracağı mücadele görevleri kapsamında, bu sorun son parti kongresinde gündem maddesi olarak ele alındı. Temel hak ve özgürlükler uğruna mücadelenin kazandığı özel önem ve bu sorunlardan da giderek sınıf hareketine politik müdahale kapsamında.

Sınıf hareketine devrimci politik müdahale V. ve VI. Parti kongrelerinin de önemli birer gündem maddesiydi. Bu, konunun partinin gündelik çalışması için önemini gösteriyor. İşçi sınıfı kendi halinde kaldıkça, ücret ve nispeten daha iyi çalışma koşulları mücadelelerinin ötesine çok geçemiyor günümüz Türkiye’sinde. Gösterebildiği kadarıyla yaşadığı hareketliliğin gerisinde de bu var. Halen son derece dar sınırlar içinde bir hareket, işçi sınıfı hareketi. Komünist partisi elbette sınıfın ekonomik mücadelesini önemser. Ama temelde gerekli olan devrimci politik müdahaledir. Sorun, işçi sınıfı hareketini politikleştirmek, giderek devrimcileştirmektir. İşçi sınıfının gündemine politik sorunları koyabilmektir. İşçi sınıfının bugün kendi iktisadi çıkarlarını savunabilmek için bile politik hak ve özgürlüklere ihtiyacı var. Sendikal örgütlülüğü ve grev hakkını kullanmadan sermayeye karşı hangi direnişi nasıl gösterecek? Nitekim sorun TKİP VII. Kongresi Bildirgesinde de bu şekilde ortaya konulmuştur. Demokrasi mücadelesi ve toplumsal devrim gündeminin Bildirge’ye yansımasıdır bu. Türkiye’de siyasal süreçler, sınıf hareketi ve Kürt sorunu üzerine bölümlerde bunu görebilirsiniz. Demokratik hak ve özgürlüklere her saldırı, dolaysız olarak sınıf hareketine ve Kürt hareketine saldırıdır.

Oportünizme karşı mücadele

Bugün Türkiye’de sol hareket kabaca iki ana akıma bölünmüş durumda. Bir tarafta demokrasi mücadelesi, demokratik Türkiye, cumhuriyetin demokratikleşmesi mücadelesine angaje olmuş bir akımlar grubu var. Öte tarafta da bağımsızlık, laiklik, devletçilik diyen sol Kemalist çizgide bir akımlar grubu var. Her iki sol kümenin de öne çıkardığı sorunlar, gerçekte demokratik siyasal sorunlar kapsamındadır. Ama bu sorunlar, bu şekliyle, bu akımların programatik-stratejik bakış açısını oluşturuyor. Yani bugün kalkıp hedef cumhuriyeti demokratikleştirmektir demek, bir program ilan etmek, stratejik bir hedefi tanımlamaktır. Peki bu ne demektir? Bu kurulu burjuva düzeni kendi temelleri üzerinde demokratikleştirmek demektir. (Öteki küme aynı şeyi bağımsızlık hedefi vurgusu üzerinden yapıyor). Bugünün Türkiye’sinde bunun ne denli gerçekçi bir hedef olduğu bir yana. Ama kurulu düzeni kendi temelleri üzerinde demokratikleştirmeyi başarırsanız, gerçekte böylece görünür bir gelecek için burjuva düzeni yıkılmaz hale getirirsiniz.

Burjuvazi baskıya, teröre, şiddete ya da faşizme keyfi nedenlerle ihtiyaç duymuyor. Burjuva sınıf egemenliğinin en sağlam biçimi aslında demokratik siyasal biçimdir. Ne var ki bununla götüremiyor işleri. Ekmeği ve işi veremediği zaman bunlar isteyenin kafasına vurmak için sopaya davranmak zorunda. Yine de varsayalım ki gerçekten demokrasiye dayalı bir düzeni benimsedi, ekmek ve iş verecek, dolayısıyla hak ve özgürlükleri sorun etmeyecek bir durumda. Zaten ekmek ve iş verebildiği koşullarda, hak ve özgürlüklerin pratikte fazlaca bir anlamı kalmıyor. İşçi için sendikalaşma özel önemini yitiriyor, grev bir ihtiyaç olmaktan çıkıyor. Sokağa dökülmek, protesto gösterileri yapmak, çok özel durumlar dışında ihtiyaç olmaktan çıkıyor. Dolayısıyla, yinelemiş oluyorum, burjuva düzeni demokratik temeller üzerinde inşa etmek olanaklı olabilseydi, böylece burjuvazinin sarsılmaz egemenliği kurulmuş olurdu. Ama kurulamıyor. Çok geçmeden krizler burjuva düzenin kapısını yeniden yeniden çalıyor. Kriz geldiğinde ise ekmek küçülüyor, işsizlik büyüyor, sosyal haklar saldırılara hedef oluyor. İşte o zaman sopaya davranmak zorunlu hale geliyor. Zira krizin bedelini ödemeyi reddederek mücadeleye atılan, bunun için de atıl haldeki demokratik haklarını nihayet kullanmaya kalkan işçiyi, emekçiyi başka türlü dizginlemek olanağı kalmıyor.

Bu dünya çapında genel bir durum, genel bir eğilimdir. Artık gündemde çok yönlü krizler ve onların ayrılmaz bir parçası olarak militarizm ve savaşlar var. Krizlerin, militarizmin ve savaşların gündeme girdiği bir evrede ise temel özgürlükler sistemli bir saldırının konusudur. Ve bu her zaman da böyle olmuştur. Ukrayna’daki savaşın kışkırtıcısı olan iki ülke, İngiltere ve Almanya, henüz çok sınırlı bir grev hareketi karşısında bile grev hakkını kısıtlamaktan söz edebiliyorlar. Almanya düşünce ve gösteri hakkına kaba sınırlamalar getirebiliyor. Soykırımın hedefi Filistin halkıyla her türden dayanışmayı kategorik olarak yasaklıyor. En gelişmiş, en demokratik sanılan ülkelerde halen uygulama budur. Örneğin ABD’de, bir üniversite rektörünün Gazze’deki soykırıma karşı yapılan protestoya demokratik bir müsamaha göstermesi anında görevden alınmasına neden olabiliyor. Almanya’da parlamenter sistem işlese ne olur ki! Filistin’le ilgili gösteri yapmak istiyorsunuz, yapamazsınız diyor. Greve gitmek istiyorsunuz, gidemezsiniz diyor. Siyonizm diyorsunuz, diyemezsiniz diyor. Neredeymiş söz ve düşünce özgürlüğü, toplantı ve gösteri özgürlüğü?

Emperyalist ya da işbirlikçi olsun, burjuvazi hiçbir zaman demokrat değildir. Olduğu ve kurumlaştığı kadarıyla demokrasi hiçbir biçimde onun bir lütfu da değildir. Bunlar ancak zorlu mücadelelerle elde edilmiş kazanımlardır ve her zaman da potansiyel olarak burjuvazinin saldırı hedefleridirler. Parlamenter düzeni demokrasi diye sunmak burjuva çağının en büyük aldatmacasıdır. Dört yılda bir sizi sandığa çağırıyorlar, oy kullanıyorsunuz, sonra da bir dahaki seçime kadar sizi siyasi yaşamın dışına itiyorlar. Seçmen desteği ile yetki alındı, parlamento ve hükümetler artık tam yetkili ve dolayısıyla tüm siyasal icraatların da asli unsurudur diye bakılıyor. Bu demokrasi değildir. Ya da temsili sisteme dayalı salt biçimsel burjuva demokrasisi işte gerçekte budur. Oysa gerçek demokrasi kitlelerin birlik halinde örgütlü olduğu ve toplumsal-siyasal yaşama etkin bir biçimde sürekli katılabildiği bir toplumsal düzendir. Gerçek bir sosyalist düzen de demokrasi tam olarak budur. Örgütlü kitlelerin siyasal yaşama, kamusal yaşama kesintisiz, etkin ve örgütlü bir biçimde katılımıdır. Bu varsa demokrasi vardır, ötesi bir aldatmacadır. Dört ya da beş yılda bir gidilen o sandığa gelinen yerde bir dizi ülkede en fazla yüzde 50-60’lık bir seçmen katılımı olabiliyor. Bunun yarısını alan iktidar ya da hükümet oluyor. Yani toplam seçmenin dörtte birinin oyu sözüm ona toplumun demokratik iradesi oluyor. Demokrasi diye sunulan aldatıcı oyun işte budur.

Burjuva toplumsal düzende olduğu kadarıyla demokrasi, kitlelerin mücadelesiyle kazanılmış hak ve özgürlükler yasalarla kayda geçmesi ve belli kurumsal ifadeler kazanmasıdır. Bu sendikalaşma ve grev hakkıdır, genel örgütlenme hak ve özgürlüğüdür, toplanma ve gösteri özgürlüğüdür, basın özgürlüğüdür vb. Bunlar varsa burjuva demokratik hak ve özgürlükler var demektir. Ama bunlar hep işçi sınıfı ve emekçilerin uzun yıllara yayılan zorlu mücadeleleriyle kazanılıyor, mücadeleyle korunuyor ve koşullara bağlı olarak da mücadele içerisinde kaybedilebiliyor. Yani burjuvazi tarafından gasp edilebiliyor.

Girişte, demokratik hak ve özgürlükler uğruna mücadele ederken bizim için sorun hiç de kapitalist ilişkiler temeli üzerinde demokratik bir düzene ulaşmak değildir demiştim. Sorun, zaten elde edilmişse temel hak ve özgürlüklerin kullanılması ve saldırılar karşısında savunulmasıdır; yoksa eğer, mücadeleyle kazanılmasıdır. Burada her hâlükârda önemli olan, bu mücadelenin nasıl ele alınacağı, hangi stratejik hedef içinde anlamlandırılacağıdır. Sorun devrimci bir bakış açısıyla ele alındığında, kapitalist toplum koşullarından kendi içinde ya da kendi başına bir demokrasi mücadelesi olamaz.

Tarihte geri toplumlarda bir demokratik devrim mücadelesi var, zorunlu bir tarihsel aşama olarak. Feodal ya da yarı-feodal ilişkilerin tasfiye edilmesi, köylülüğün özgürleşmesi mücadelesidir bu. Bu da bir tür toplumsal devrimdir aslında. Kapitalizm öncesi toplumsal yapıyı etkin bir biçimde tasfiye etmek anlamında ve sınırlarında. Örneğin Rusya’da yarı feodal düzenin ve onun siyasal üst yapısı olarak Çarlık rejiminin tasfiyesi bu kapsamdadır. Çin’de bu içe dönük olarak feodal, yarı-feodal, komprador kapitalist ilişkilerin tasfiyesi, dışa dönük olarak emperyalist köleliğin son erdirilmesidir. Bu tür toplumlarda bile, demokratik devrim aşaması tarihsel, dolayısıyla stratejik bir zorunluluk olsa bile, bunun nasıl bir perspektif içinde ele alınacağı temel önemdedir. Bolşevizm ile Menşevizm arasındaki temel ayrım çizgilerinden biridir bu.

Ama modern sınıfların oluştuğu, kapitalist ilişkilerin oturduğu toplumlarda artık stratejik bir mücadele aşaması ya da hedefi olarak kendi içinde bir demokrasi mücadelesi yoktur. Demokratik siyasal ya da toplumsal sorunları yaratan ya da yeniden yeniden üreten artık bizzat burjuva toplumsal düzenin kendisidir. Sorun bu düzenin aşılmasıdır ve dolayısıyla demokrasi mücadelesi de bunun içinde bir anlam kazanır. Bu konuya zamansız olarak girmiş oldum, zira onu konunun teorik çerçevesi içinde ele alacağım. Yine de burada bu bağlantıya işaret etmem gerekiyordu.

Faşist akımların yükselişi

Dünyayı son yirmi yıldır yeni bir tarihi evre olarak krizler ve savaşlar dönemi üzerinden değerlendiriyor, tartışıyoruz. Sovyetler Birliği dağılmak üzereydi ki ABD emperyalizmi Körfez’deki birinci savaşla (Ocak 1991) savaşlar dönemini başlattı. Irak’a müdahale edildi ve böylece yeni bir savaşlar dönemi başlatıldı. Ardından Yugoslavya’ya (1999) ve Afganistan’a (2001) yönelik emperyalist müdahaleler geldi. 2003’te Irak’a yeni bir saldırı gerçekleşti. 2010’lu yılların başında bunları Libya ve Suriye izledi. Artık yeni bir emperyalist savaşlar dönemi içinde idik. Şimdi Ukrayna savaşı var, Avrupa’nın göbeğinde.

Dünyaya halen çok yönlü krizler ve savaşlarla belirlenen bir tablo egemen. Krizler ve savaşların mayaladığı tarihsel zeminlerde burjuva gericiliğinin yoğunlaşmış hali olarak faşizm ve elbette zaman içinde devrimler gündemde demektir. Birbirinin karşıtı çıkış ve çözüm yolları olarak.

Dünya ölçüsünde karşı karşıya olduğumuz tarihsel tablonun genel çerçevesinin ötesine geçerek bir de güncel çerçeveye bakalım.

Halen Ukrayna’yı faşistler yönetiyor ve emperyalist batı dünyasının tam desteğine sahipler. Ukrayna’daki faşist sivil birlikler doğrudan Nazi sembolleri, gamalı haç taşıyorlar. NATO bayrağıyla birlikte kendi gamalı haçlarıyla geniş görüntüler veriyorlar. Bu demokrasi şampiyonu batılı emperyalistler için herhangi bir sorun oluşturmuyor.

İtalya’yı halen Mussolini’nin mirasına açıkça sahip çıkan faşist bir hükümet yönetiyor. Düne kadar faşist bir partinin yüzde 3-5 oy alması bile büyük bir sorun oluyor gibi görünüyordu, şimdi hükümet olmaları bile sorun edilmiyor. Mussolini’nin torunları ülkeyi yönetiyor, bu en ufak bir rahatsızlık yaratmıyor. Almanya’nın eski bir bakanı, Meloni’yi savunuyor, solun bu konudaki gürültüsüne aldırmadan Avrupa Birliği içinde onunla yakın çalışma içinde olacağız diyor. Böylece faşist bir partiyle gelecekteki muhtemel bir ittifakı bugünde meşrulaştırmaya yönelik bir söylem kullanıyor. Bu yarın ülke içinde faşist AfD ile “büyük koalisyon” demektir. Ve Almanya’da AfD halen ikinci büyük parti!

Fransa’da durum farklı değil, farklı olarak faşist parti ülkenin artık en büyük partisi.

Hollanda’da koalisyon görüşmeleri anlaşmazlığı olmasa, şimdi ülkeyi bir faşist başbakan yönetiyor olacaktı. Faşist parti ülkenin birinci partisi. Polonya’yı düne kadar faşistler yönetiyordu. Şimdi nöbet devri var ama onlar yedekte yeniden sıralarını bekliyor. İsveç’te, Finlandiya’da faşist partiler artık hükümet ortağı. Bunlar “özgürlük sever halklar”dı güya. Arjantin’i faşist bir şarlatan yönetiyor, ABD ve Avrupa’nın tam desteğine sahip. Adam doğrudan faşizmi savunuyor, kimse de bundan rahatsız olmuyor. ABD’deki eğilim de farklı değil. Trump’ın halen faşist bir ekibi var. Büyük ihtimalle yakında yeniden nöbeti devralacak.

Türkiye’deki dinci-faşist iktidardan söz ediyoruz. Ama İsrail’i de dinci-faşist bir iktidar yönetiyor. Üstelik Türkiye’dekilerden daha beterler. Türkiye’de hiç değilse Kürtlere “bunlar böceklerdir, imha edilebilir” denilmiyor henüz. Halen İsrail’de Filistinliler için söylenen bu. Ve bütün sözde “demokratik”, gerçekte emperyalist Batı dünyası İsrail’in, dolayısıyla bu faşist kudurganlığın arkasında. Hiç de sorun olmuyor.

Daha sıralayabilirim. İspanya ve Portekiz de hızla büyüyen faşist akımlar peydah ettiler şu son yıllarda. İspanya’daki şimdi üçüncü en büyük parti. Almanya’da ikinci, Macaristan, İtalya, Fransa ve Hollanda’da halen birinci parti. Latin Amerika’dan Arjantin örneğini verdim. Asya’dan çarpıcı bir örnek olarak Hindistan verilebilir. Kuşkusuz faşist partilerin yönettiği hükümetler, o ülkelerde faşizme geçildiği anlamına gelmiyor henüz. Fakat böylece faşist akımları olağanlaşıyor, sistemin meşru siyasal unsurları haline geliyorlar. Bu eğilimin yarın nereye evrileceği ise, kriz ve savaş koşulları kadar sınıflar mücadelesinin akışıyla belirlenecek.

Halen içinde bulunduğumuz dünyanın tablosu bu. Krizler, savaşlar ve faşizmin yükselişiyle belirlenen bir tablo bu. I. ve II. emperyalist dünya savaşlarını ayıran döneme kriz egemendi. Ardından faşizm, onun ardındansa yeni bir emperyalist dünya savaşı geldi. Bunları üreten sosyo-ekonomik ve sosyo-politik zemin aynıdır. İçerde faşizm dışarıda savaş! Dünya yeniden oraya olağan bir biçimde gidiyor. Ama daha yumuşak bir evrimle gittiği için bu yeterince fark edilmiyor ve dolayısıyla gereğince önemsenmiyor.

İktisadi kazanımlara ve sosyal haklara saldırı, neo-liberal yükseliş çerçevesinde son kırk yılın bir gerçeği aslında. Burjuva gericiliğinin buna eşlik eden siyasal saldırısı da aynı şekilde kırk yıldır sürüyor. Şimdiyse bunun yeni, daha ağır, daha pervasız ve arsız safhalarına geçiliyor. “Yeni sağın yükselişi” olarak ifade edilen bu dönem 1980’lerle birlikte başladı. Söz konusu olan temel özgürlüklere, iktisadi kazanımlara ve sosyal haklara genel ve bütünsel bir saldırıydı. Küresel kapitalizm ‘70’lerin ortasından itibaren yeni bir krize girmişti. ‘80’lerin başından itibaren bundan çıkış için burjuvazinin uyguladığı saldırı politikaları oldu bunlar.

‘90’ların başında ise, Sovyetler Birliği’nin yıkılışının da yaratığı uygun atmosferde, bu sefer dünya çapında bu saldırılar genelleştirildi. Sadece daha geri ülkelere yönelik politikalar olmaktan çıktı, sistemin genelinde uygulanmaya başlandı. Sovyetler Birliği engeli kalkmıştı, devrim tehlikesi geride kalmıştı Devrimin en dip noktaya vurması burjuvaziyi rahatlamıştı. Ve emperyalist metropollerde emekçileri devrimden alıkoymak için verilmiş olan tavizler adım adım geri alınmaya çalışılıyordu. Küreselleşme saldırısı dediğimiz böyle bir safhaydı.

2000’li yıllarda yeni bir safhaya geçtik. 11 Eylül saldırıları bahane edilerek teröre karşı önlemler adı altında polis devletine geçiş somut bir politika haline getirildi. Ve o zamandan beri işlerin gelip nereye vardığını bugün görüyoruz. Savaş Ukrayna üzerinden Avrupa’nın göbeğine kadar taşındı. Yine krizlerin, emperyalist nüfuz mücadelelerinin, paylaşım mücadelelerinin bir ürünü oldu bu. Sovyetleri Birliği’nin yıkılışının ardından, Amerikan önderliğindeki batılı emperyalist sistem kendi egemenlik alanını alabildiğine genişletti. Bu giderek somutta NATO ve Avrupa Birliği genişlemesi olarak gerçekleşti. NATO genişlemesi Rusya’yı adeta nefes alamaz duruma düşürdü. Batılı emperyalistler, her ülke özgürdür, istediği kuruma, dolayısıyla NATO’ya katılabilir diyorlar, Ukrayna’yı ve dolayısıyla onun üzerinden krize dönüşen durumu kastederek. Ama olayların gelişim seyrinin hiç de bu kadar masum olmadığın çok iyi biliyoruz. Soros’un 2004’teki “renkli devrim”inden ABD emperyalizminin doğrudan desteği ile 2014’de gerçekleşen faşist Maidan darbesine kadar, tüm bu süreç planlı bir müdahalenin ürünü oldu. Bu hiç de Ukrayna halkının özgür seçimi falan değildi.

Brzezinski Rusya’nın kuşatılmasında ve olanaklıysa çökertilmesinde Ukrayna sorununun hayati önemini daha 1997’de yayınlanan kitabında açıklıkla ortaya koymuştu. Büyük Satranç Tahtası’nda, Rusya’yı Ukrayna’ya kadar kuşatacağız; Ukrayna’yı düşürebilsek, bu Rusya’nın sonu olur ve çok da iyi olur; ama yazık ki böyle bir şansımız yok, işi bu noktaya vardıramayız, diye yazmış bulunuyordu. 1997 üzerinden, artık o kadar da değil demek istiyordu. Ama sonuçta işi o noktaya vardırdılar ve daha da ötesine geçmek istediler. Olup bitenin gerisinde bu var. Bu savaşı onlar, batılı emperyalistler, kışkırttılar, hazırladılar ve sonunda da yarattılar. Almanya’da dört dönem, yani tam on altı yıl başbakanlık yapmış Merkel utanmadan, biz Misk Anlaşması’nı sadece Ukrayna’ya zaman kazandırmak, yani Putin’i oyalayarak bu arada Ukrayna’yı silahlandırmak için imzaladık dedi kamuoyu önünde.

Sonuç olarak Ukrayna’da sürmekte olan savaş tümüyle batının izlediği emperyalist politikaların bir ürünüdür. İşi buralara vardırdılar, savaşı Avrupa’nın göbeğine taşıdılar. Şimdi de savaşı bahane edip temel özgürlüklere yeni bir düzeyde saldırıya girişmiş bulunuyorlar. Lenin, “her savaş hakların yerine şiddeti koyar” diyor. Hakları gasp eder, yerine baskı ve şiddeti geçirir ve tüm topluma dayatır. Bugün olan da budur.

Bugün temel demokratik haklar sorunu Türkiye’nin olduğu kadar Avrupa’nın da bir sorunudur. Siyasal özgürlükler kullanılmadığı sürece, onlara sahip olup olmadığınızın farkında bile olmazsınız. Rosa Luxemburg “kıpırdamayan zincirlerini fark edemez!” der. Bugünün Avrupa’sında, çok uzun yılların sosyal-siyasal durgunluğunun ardından nihayet kıpırdadığınızda, sizi durdurmaya, sınırlandırmaya çalışıyorlar. Sahip olduğunuzu sandığınız hak ve özgürlüklerin bir sınırı olduğunu, hatta duruma göre bir anlamı olmadığını hatırlatıyorlar size. Savaşlar patlak verdiğinde, krizler savaşlara vardığında, her zaman olan işte tam olarak budur. Burjuva düzenin, onun sözde demokrasisinin temel önemde bir gerçeğidir bu. Burjuva demokrasisi sahte ve aldatıcıdır. Onun resmi sınırlarını belirleyen, sermayenin çıkar ve ihtiyaçlarıdır. Buna aykırı her durumda onun kurallarını en kaba biçimde çiğnemek bizzat burjuvazinin kendi davranışı olmuştur. İşlerin dünya ölçüsünde az çok iyi gittiği, dolayısıyla emperyalist karlardan kendi emekçi sınıflarına tavizler verebildiği safhalarda, batılı burjuvazi hak ve özgürlüklere katlanır. Bu safha geride kalır kalmaz, temel haklara saldırı başlar. İktisadi ve sosyal hakları sınırlamak bir ihtiyaç haline geldiğinde, bu beraberinde siyasal hakların da adım adım sınırlanmasını getirir.

Bugün böyle de bir tarihi evrenin içindeyiz. Bu nereye varır? Büyük bir dünya savaşı yıkımına mı, toplumsal devrimlere mi? Bunu şu an bilemiyoruz. Ama güçlü mücadelelerle önü alınamazsa eğer, şu an girilen yoldan geriye dönüş yok, kimse bunu beklememelidir. Bundan ya görülmemiş bir yıkımla, insanlığın, kültürün, canlı yaşamın, doğanın, bir bütün olarak gezgenin geri dönülemez bir yıkımıyla çıkılacaktır, ya da… Ya da’sını daha geçen yüzyılın başında dönemin marksistleri zaten formüle etmişlerdi: Ya barbarlık içinde çöküş ya da sosyalizm!

Militarizme ve savaşa karşı mücadele de temel hak ve özgürlükler uğruna mücadele kapsamdadır. Bu mücadelenin ele alınışını konuşuyoruz. Bu mücadelenin önemi yeterli açıklıkta ortada. Netameli konularda toplanma özgürlüğünüz yok, protesto etme özgürlüğünüz yok. Karnaval gibi geçen bir 1 Mayıs gösterisine izin verilse ne olur. Gerçek sorunlar sözkonusu olduğunda gerçekte toplanma ve gösteri hakkı fiilen yok. Toplanma ve gösteri hakkı Filistin’deki soykırımı protesto etmektir, Ukrayna’daki savaşın karşısına dikilmektir, NATO’nun yayılmasına, halihazırdaki silahlanma histerisine, olağanlaştırılmaya çalışılan militarist tırmanmaya karşı çıkmaktır. Bütün bunlar söz konusu olduğunda toplanma ve gösteri hakkını ya sınırlıyorlar ya da dosdoğru yasaklıyorlar. Dünya ölçüsünde bu haklara saldırı var. Temel haklar uğruna direnmenin önemi ve aciliyeti buradan geliyor. Direniş dünya ölçüsünde bir ihtiyaç.

Dolayısıyla konuyu teorik ve ilkesel yönleriyle yeniden ele almak, açıklıklar yaratmak, bilinçleri aydınlatmak, taktiklerimizi ve politikalarımızı da buna dayandırmak durumundayız. Konunun TKİP VII. Kongresi’nin gündemine neden girdiğini anlatmak için giriş kapsamında söylemiş oluyorum bunları. Konunun teorik ve tarihsel açıdan, yanı sıra elbette partimizin programından hareketle ele alınacak temel önemde farklı yönleri var.

Bunları ikinci bir bölüm halinde ayrıca ele alacağım.

(Devam edecek…)

Haziran 2025 tarihli EKİM 337. sayısından alınmıştır…

www.tkip.org