Saray rejiminin 19 Mart darbe girişiminin, 16 Mart’ta gerçekleştirilen Erdoğan-Trump telefon görüşmesinin hemen ardından gelmesi dikkat çekiciydi. Halk hareketi doruktayken 25 Mart’ta Dışişleri Bakanı Hakan Fidan’ın Washington’a gönderilmesi ise, zincire eklenen yeni halk oldu. Milyonlar tek adam diktasına karşı sokaklardayken, Trump’ın “iyi lider” diyerek Erdoğan’a destek sunması tabloyu tamamladı.
Siyasette bu tür “çakışmaların” tesadüf olmadığı bilinir. Hele de dikta rejimini ayakta tutmak için şeytanla işbirliği yapmaya hazır olan Erdoğan Trump rejimine bu kadar bel bağlamışken. Nitekim pis kokuların yayılması uzun sürmedi. Washington merkezli “düşünce” kuruluşu Ortadoğu Enstitüsü'nün (MEI) Türkiye Programı Direktörü Gönül Tol'a konuşan ABD Senatosu temsilcisi Chris Murphy, şu ifadeleri kullandı:
“Henüz Türkiye hakkında konuşmadık, ancak biliyorsunuz, sadece son birkaç hafta içinde muhalefete yönelik büyük bir baskı gördük. Türkiye hızla ve tamamen demokratik normlardan uzaklaşıyor. Muhalefet liderinin hapse atılması kararının, Donald Trump ile yapılan bir telefon görüşmesinden hemen sonra alınması tesadüf değil; muhtemelen Trump tarafından onaylandı ve yeşil ışık yakıldı.”
Dinci-gericilik ve “Okyanus ötesi”
Sermayenin dinci-gerici temsilcilerinin “Okyanus ötesi” ile ilişkileri köklüdür. 1960’lı yıllarda CIA’nın “Komünizmle mücadele dernekleri” projesinde tetikçi olarak kullanılan bu gerici akım, adım adım iktidara taşındı. Bundan ABD kadar 12 Eylül faşist darbesini yapan generaller, sermaye ve “ana akım” medya da sorumludur. ABD’nin “proje partisi” olarak tarih sahnesine çıkan AKP’nin iktidara taşınmasının yolunu döşeyen de onlardır.
Dinci-gericiliğin diğer ana kanadı Fethullah Gülen cemaati de ABD ile organik bağ kuranlar tarafından kurulup palazlandırıldı. Gülen’in 1960’lı yıllarda Erzurum’da komünizmle mücadele derneğinin kurucusu olması, ilişkilerin ne kadar köklü olduğuna işaret ediyor. “Okyanus ötesi” tanımı daha çok Gülenciler için kullanıldı. Oysa Fetullahçılar ile uzun yıllara yayılan bir koalisyon kuran AKP bu konuda onları da fersah fersah geride bıraktı. 19 Mart darbe girişiminin Trump onaylı yapılması, onlar için esas kıblenin Washington olduğunu birkez daha gözler önüne serdi.
Boykot kararının ilanından sonra “yerli ve milli” safsatalarına sarılan AKP-MHP rejimi, Trump’ın desteği ile saldırıya geçtiği ortaya çıkınca panikledi. Bir yandan “demokrasi/milli irade” üzerine açıklamalar yaparlarken, aynı zamanda küstahça tehditlerin dozunu arttırdılar. Toplumsal meşruiyetini büyük oranda yitiren saray rejimi, Trump’ın bahşettiği “milli iradenin” bekası için halka ve gençliğe karşı kılıç kuşandı.
Panik içinde saldırıyorlar
Yağma ve talana dayalı rejimi “meşru” yollarla ayakta tutmanın mümkün olmadığını fark eden Erdoğan yönetimi, 31 Mart 2024 seçim hezimetinin ardından karşı saldırı hamlelerini hazırlamaya başladı. Keyfi tutuklamalar, sansür, kaba tehditler, kumpasa dayalı iddianamelere dayanarak adım adım 19 Mart’ı hazırladılar. Trump’ın da desteğini alınca harekete geçtiler.
Ancak sarayın hesapları sokaklara uymadı. Zira ne gençliğin ve halkın direnişini ne bunun basıncı altında kalan CHP’nin sokaklara çıkabileceğini hesapladılar. Milyonlar sokaklara çıkınca neye uğradıklarını şaşırdılar. Ellerinde kirli propaganda, kaba tehditler ve zorbalık dışında bir araç kalmadı. Polis şiddeti, güdümlü yargı kararları, yandaş medyanın yalan ve uydurma haberlerini, Erdoğan’ın saldırgan açıklamaları ve MHP şefinin “Evinizde oturun yoksa tetikçilerimizi üstünüze salarız” tehditi tamamladı.
Ne var ki zorbalık bu defa istenen sonucu yaratamadı. Halk hareketi dalgası ilk haliyle olmasa da boykot, gençliğin eylemleri, mitingler, çocukları tutsak alınan ailelerin başlattığı mücadele ile devam ediyor. Kitlelerin mücadelesinden büyük bir korkan saray rejimi polis şiddetine, işkenceye, tutuklamaya, tehdide daha çok sarılmaya başladı. Bu gözü dönmüş saldırganlığın öte yüzünde ise panik var. Çünkü gayrı meşru bir rejimi salt şiddet araçlarını kullanarak uzun süre ayakta tutmak kolay değil.
“Darbe” püskürtüldü, “cunta” ne olacak?
Uzun süredir kitleleri sokaktan uzak tutmaya çalışan CHP yönetimi, bir anlamda 19 Mart darbesine giden yolun açılmasına katkı sundu. Saray rejiminin yolsuzluklarına, usulsüzlüklerine, keyfi dayatmalarına, yasaları ayaklar altına alarak yönetmesine karşı ciddi bir muhalefet göstermeyen CHP, rejimin son darbesiyle yere serilmek üzereyken, sokaklara çıkan kitleler tarafından kurtarıldı. Böylece CHP sokakta siyaset yapma kararı almak zorunda kaldı. CHP lideri Özgür Özel halka ve gençlere hitap ederken, “sizin desteğinizle darbeyi püskürttük” dedi. Sokakta siyaset yapmaya devam edeceklerini vaat etti. Boykota ile mitinglere devam edileceğini ilan etti.
Geçerli tüm oyları alarak yeniden CHP Genel Başkanlığı’na seçilen Özgür Özel, kurultayda yaptığı konuşmada ise şunları söyledi: “Millet bu darbeyi püskürttü ama karşımızda bir cunta kaldı. Darbeyi planlayanlar bir önceki seçimin sonuçlarından dolayı sarayda, bakanlıklarda, devlet dairelerindeki makam odalarına hapsedilmiş bir cunta olarak durmaktadırlar. Ama sokaklar, medyanlar, irade, halkındır, milletindir, bizimle birliktedir…”
Özel’in rejimi “cunta” olarak tanımlaması, AKP-MHP gericiliğini çileden çıkardı. Suçüstü yakalanmanın yarattığı paniği yansıtan açıklamalar yaptılar. Tam bir utanmazlıkla “milli irade”, “demokrasi” gibi lafları tekrarladılar.
Esas mesele tanımlama yapmak değil, bu cunta rejiminin nasıl yıkılacağı... Özgür Özel, erken seçim sandığı kurulana kadar eylemlere devam edeceklerini söyledi. Kitle hareketinden güç alarak, işi “Denizlerin yoldaşlarıyız” deme noktasına getirdi. Partisini kurtaran kitlelerin nabzına göre şerbet vermeye çalışıyor. Öte yandan devrimci mirasa atıf yapmak durumunda kalması, kitle mücadelesinin ne kadar etkili olabileceğini gösteriyor.
İstanbul Büyükşehir Belediyesi’ne ve CHP’ye kayyım atamak için saldırıya geçen iktidarın hevesleri şimdilik kursağında kaldı. Kitlelerin kararlı direnişi olmadan bu saldırı püskürtülemezdi. Ancak olay bitmiş değil. Göründüğü kadarıyla dinci-faşist rejim ilk fırsatta yeniden saldırmayı deneyecektir. “Cunta rejimi” 19 Mart öncesine göre daha yıpranmış olsa da, saldırıya geçtiğinde CHP’nin nasıl bir tutum geliştireceği olayın seyri bakımından önemlidir. Kitlelerle birlikte sokaklar da mı olacak, havlu atıp geri mi çekilecek, göreceğiz.
Tek adam diktasına karşı mücadele sürüyor
Gençler başta olmak üzere toplumun geniş kesimlerinin sokaklara çıkması, tek adam rejiminin zorbalığa dayalı tahakkümünü sarstı. Vahşi polis şiddeti, gözaltılar, işkenceler, tutuklamalar ne gençleri ne halkı yıldırıp geri adım attırabildi. Ne kadar çırpınsınlar da mücadeleyi engelleyemiyorlar. Tutuklananlar zindanlardan “mücadeleye devam” mesajları gönderiyor. Tutuklanan gençlerin aileleri bir araya gelerek keyfi tutuklamaların gayrı meşru olduğunu, çocuklarının derhal serbest bırakılması gerektiğini dillendiriyorlar. Hem okul boykotu hem “tüketmiyoruz” eylemleri ile mücadeleyi sürdüren gençler, “arkadaşlarımız özgür olana kadar mücadeleye devam” şiarını yükseltiyorlar. Kitlelerdeki mücadele eğiliminin farkında olan CHP haftada bir İstanbul’da, her hafta farklı bir kentte miting yapma kararı aldı.
Topluma orta çağ karanlığı, yoksulluk, sefalet ve zorbalıktan başka “sunacak” bir şeyi kalmayan rejime, geniş halk kitlelerinin onay vermesi artık mümkün görünmüyor. Geleceği çalınan genç kuşakların bu rejimle barışık olmaları olası değil. Rejim “rıza üretme” rezervlerini tüketmiştir. Bundan dolayı her işi sopa ile halletmeye odaklanıyor.
Bu süreçte rejimi daha derinden sarsabilecek gücü temsil eden işçi sınıfının bir sınıf olarak mücadele sahnesine çıkmaması, Erdoğan-Bahçeli gericiliğinin çöküşünü geciktiren en önemli etkendir. Ancak kitlelerin ve gençlerin mücadeledeki kararlılığı işçi sınıfının da sarsılıp canlanmasına vesile olabilir. O zaman ne sermaye ne de Trump tek adam diktasını kurtarabilir.