17 Haziran’da Kanada'da düzenlenen G7 zirvesinde Almanya Şansölyesi Friedrich Merz, Almanya’nın ikinci kanalı ZDF’ye yaptığı açıklamada, İran’a yönelik saldırı konusunda şu ifadeleri kullanmıştı:
“Bu, İsrail'in hepimiz için yaptığı kirli bir iş. Sadece İsrail ordusunun, İsrail hükümetinin bunu yapma cesaretine sahip olduğu gerçeğine en büyük saygıyı duyduğumu söyleyebilirim.”
Bu açıklamadan dolayı Merz’i kutlayan soykırımcı İsrail hükümetinin şefi Binyamin Netanyahu, başlattıkları savaşla, sadece İran’ın değil, Ortadoğu’nun da çehresini değiştirmeyi hedeflediklerini söylemişti.
İlan eden ve başlatan Netanyahu ve savaş çetesi olsa da planlayan, finanse eden, silah ve mühimmat sağlayan, İsrail’e kalkan oluşturmaya çalışan ise ABD emperyalizmidir. Ortadoğu halklarına karşı yürütülen her savaşta olduğu gibi İngiltere, Fransa, Almanya gibi emperyalistler de aynı safta yer aldı.
ABD’nin hegemonya savaşının bir cephesi olarak İran’a yönelik saldırısının öncelikli hedeflerinden biri “rejim değişikliği” yapmak, Tahran’da emperyalist/Siyonist güçlere uşaklık edecek bir rejim kurmaktı. Bu, savaşı başlatan saldırganların 50 yıldan beri varmak istediği bir hedefti. Onlar, 1979’da yıkılan Şah Rıza Pehlevi’nin faşist rejimini diriltme hayalinden hiçbir zaman vazgeçmediler.
Hem bu hevesin yansıması hem bir planın parçası olarak İran'a yapılan saldırı, emperyalist/Siyonist egemenlik altında "yeni bir Orta Doğu" yaratmaya yönelik ABD-İsrail projesinin temel ayaklarından biridir.
***
İran için ABD‚ “Büyük şeytan, tanrısız ve bütün kötülüklerin kaynağı” olan bir güçtür. ABD ile çoğu Batılı emperyalist devlet için ise İran‚ “Kötülük ekseninin parçası, nükleer bomba üretmek isteyen köktendinci, kadın düşmanı bir rejim.”
Lakin, bu düşmanlığın nedenleri nereye dayanıyor?
İran-ABD çatışmasının tarihçesini ve ABD’nin özellikle Ortadoğu’ya yönelik onlarca yıllık politikasını irdelemeden bugünü anlamak mümkün değil.
İsrail ve ABD'nin İran'a karşı saldırgan tutumunu anlamak için, Soğuk Savaş yıllarında ABD ile İngiltere’nin Orta Doğu politikasına bakmak gerekiyor. Molla rejiminin Batı'ya, özellikle ABD emperyalizmine karşı beslediği kin ve nefretin arkasında ne yatıyor? Batı'nın İran'a karşı tutumunun arkasında ne yatıyor?
20. yüzyılın başlarına uzanmak bunu anlamayı kolaylaştıracaktır.
Emperyalistler Musaddık hükümetine karşı
2. Emperyalist Paylaşım Savaşı sonrasında dünyada petrole duyulan ihtiyaç giderek arttı. Bunun bir nedeni otomotiv endüstrinin sürekli genişlemesi ise, diğeri de “soğuk savaş” döneminde askeri kapasitelerini artıran Sovyetler Birliği ile ABD’nin büyük miktarda petrole ihtiyaç duymasıdır. O koşullarda yeni petrol yatakları arayışında dikkatler öncelikle Ortadoğu’ya çevrildi. 20. yüzyılın başından itibaren bölgede büyük petrol yatakları keşfedilmiş ve büyük petrol tekelleri bu kaynakları pervasızca yağmalıyordu.
Zengin petrol yatakları olan ülkelerden biri de İran’dı. Dönemin emperyalist hegemon gücü olan Büyük Britanya İran’ın petrol sahalarının üzerinde kontrol kurmuş ve bunu sürdürmek istiyordu. 2. Paylaşım Savaşı’ndan sonra British Petroleum/BP (ki o zamanlar Anglo-Iranıian Oil Company/AIOC olarak bilinen şirket), İran’daki bütün petrol üretimini kontrol ediyor, Büyük Britanya ekonomisinin petrol tedarikini karşılıyor ve muazzam kârlara el koyuyordu. İranlıların payı ise yaklaşık %20’ye tekabül ediyordu. Yani İranlılar kendi petrollerinden pek de faydalanmıyordu.
1951 Nisan’ında başbakanlığa seçilen Muhammed Musaddık, 1 Mayıs’ta petrol sanayisini kamulaştırma kararı aldı. Daha önce AİOC ile imzalanan sözleşmeyi tek taraflı olarak fesh eden Musaddık, İngiliz emperyalizminin şimşeklerini üzerine çekti. İngilizlerin dev petrol sanayisini kamulaştırma “cüretinde” bulunan Musaddık, “3. Dünya ülkeleri” diye anılan geniş bir coğrafyada “anti-emperyalizmin” bir nevi simgesi haline geldi. Orta Doğu’da petrol kontrolünü kaybedeceği kaygısına düşen İngiliz hükümeti, Musaddık’ın diğer liderlere örnek olmasından da korktu. Nitekim dönemin Savunma Bakanı Emanuel Shinwell, başka ülkelerin de cesaretleneceğini, Hürmüz Boğazı’nın dahi kamulaştırılacağını varsaydı. Emperyal çıkarlarını korumak ve İran’a göz dağı vermek için bölgeye savaş gemileri göndermeyi düşünseler de Musaddık yönetimine açık savaş ilan etmeye cesaret edemediler. Zira o dönem Malezya gibi sömürge ülkelerini kaybetmemeye çalışan İngiliz hükümeti, Kore cephesinde ABD emperyalizminin uşağı olarak askerlerini savaşın ön saflarına sürmüştü.
Londra’daki sömürgeci şefler, Musaddık hükümetini sıkıştırmak için hemen harekete geçtiler. Bu amaçla İran ekonomisini zayıflatmak ve Musaddık’ı istifaya zorlamak için ilk başta Abadan kentinde bulunan ülkenin en büyük petrol rafinerisini ele geçirmeyi planladılar. Dönemin ABD başkanı Harry S. Truman hükümetinden yardım istediler. ABD ise bu talebi reddetti. Zira İran’ı ne daha fazla zayıflatmak ne de Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği’nin kucağına itmek istiyordu. Truman, sadece ekonomik açıdan güçlü olan bir İran’ın, SSCB’nin etkisine direnebileceğine inanıyordu. Öte yandan İngiltere’nin Ortadoğu’da güçlenmesine de göz yumamazdı. İngiltere de ABD ile ilişkileri zedelemek istemedi. Abadan petrol rafinesini ele geçirmekten vazgeçmek mecburiyetinde kaldı.
Hafızaları tazelemek gerekirse; İkinci Emperyalist Paylaşım Savaşı’ndan hemen sonra ABD ile İran arasında ilişkiler o denli iyiydi ki, 1951 yılında Amerika’nın önde gelen dergilerinden Times, “demokratik seçimle” İran başbakanı olan Muhammed Musaddık’ı “Yılın Adamı” olarak seçmişti.
1 Mayıs 1951’de petrol sanayisini kamulaştırma kararı Washington’da o denli etkili oldu ki, Musaddık, bazı akademisyen çevrelerce ABD’nin kurucularından biri olan ve bağımsızlık ilanında merkezi rol oynayan Benjamin Franklin’e benzetildi ve “İran’ın Benjamin Franklin’i” diye adlandırıldı. ABD ile İran arasındaki bu “iyi ilişkiler”, ABD'nin İran'da Sovyetler Birliği'nin etkisini sınırlamak istemesinden kaynaklanıyordu. Soğuk Savaş döneminde Sovyetlerin bölgedeki etkisini sınırlamak, ABD’nin stratejik çıkarları açısından hayati bir önem taşıyordu.
ABD emperyalizminin bu yaklaşımı 1952 yılı sonlarında D. Eisenhower’ın başkan olmasıyla değişti. O dönemde İngiltere, petrol sahalarındaki ayrıcalıklarını korumak için sürekli müzakereler yürütüyor, ancak İran taviz vermiyordu. Bunun üzerine petrol ambargosu uygulayan İngiltere, ithalat ve ihracat yasaklarıyla İran ekonomisini iki yıl içinde iflasın eşiğine sürükledi. İran halkları o dönemden beri İngiltere başta olmak üzere Batı emperyalizmine karşı tutum almaya başladı. Dolayısıyla İran’da sol/sosyalist güçler güç kazandı, giderek ülkenin siyasi yaşamında daha etkili bir güç haline geldi.
Bunun en iyi örneklerinden biri 1941 yılında kurulan İran Komünist Partisi/Tudeh idi. Tudeh o dönemde Sovyetler Birliği’yle yakın ilişkiler içindeydi ve Moskova’dan aldığı destekle gittikçe güçleniyordu. Sovyetler Birliği, İran’da “komünizmin” etkisini genişletmek için Tudeh’i önemli bir müttefik olarak görüyordu. Tudeh, işçi sınıfının temsilcisi ve emperyalist etkilerin karşıtı olarak kabul görmesi nedeniyle büyük ilgi görüyordu. Bu gelişmeler, anti-komünist histerinin doruğunda olan ABD’nin dikkatinden kaçmadı ve İran’ın Sovyetler Birliği’ne yaklaşacağı “kaygısı” oluştu. Daha evvel İngiltere’nin İran’a müdahale talebini reddeden ABD, Musaddık’ı Sovyetlerin eline teslim etmemeye karar verdi. Bugün Trump’ın oluşturduğu kabine nasıl çoğunlukla İsrail yanlısı Siyonistlerden oluşuyorsa, o dönemde ise kabine anti-komünist bakanlarla doluydu.
ABD-İngiliz patentli ilk CIA darbesi
Güya “özgür dünyayı” temsil eden ABD-İngiltere ikilisi, Musaddık gibi bağımsız karar alabilen bir lidere tahammül edemezdi. Kendilerine ve Siyonist İsrail’e hizmet edecek bir kukla istiyorlardı. Bu kukla, onlara İran petrollerini yağmalamaya devam etme imkanı da sağlayacaktı. Nitekim MI6 ile birlikte CIA 1953 başlarında İran başbakanı Musaddık’ı devirme planını uygulamaya başladı. Bu plana ilişkin belgeler, özellikle Ajax Operasyonu diye adlandırılan operasyonla ilgili gizli servis dosyaları 1970'lerde araştırmacı gazeteciler tarafından kısmi de olsa ifşa edildi. 2017 yılında ise, gizlilik kararının kaldırılmasından sonra bu belgeler yayınlandı. Daha sonra, ABD Ulusal Arşivleri ve diğer resmi kurumlar tarafından da açıklandı. Yani belgeler yıllar içinde resmi açıklamalar, gazetecilerin araştırmaları ve tarihi yayınlar yoluyla kademeli olarak kamuoyuna açık hale getirildi.
Ortaya çıkan belgeler, CIA’nın “rejim devirmek” için gerçekleştirdiği ilk darbeyi gözler önüne serdi. Amerikalı gazeteci Stephen Kinzer de “Şah'ın Bütün Adamları” adlı kitabını büyük ölçüde o belgelere dayanarak yazdı.
“Ajax Hareketi/Operasyonu” planı nasıl işledi?
Operasyonun gerçekleştirilmesindeki en önemli noktalar şunlardı:
CIA’nın ilk adımı, Musaddık hükümetini istikrarsızlaştırmak ve Batı yanlısı kukla güçlerin iktidarı ele geçirmesini kolaylaştırmak, kamuoyunu etkilemek ve Musaddık'a duyulan güveni sarsmak için çeşitli taktikler kullanmak oldu. Sürecin ikinci önemli ayağı ise propaganda ve dezenformasyondu. Yani halk arasında hoşnutsuzluğu körüklemek ve hükümetin değişmesi yönündeki “talebi” yaygınlaştırmak için yanlış haberler yaymak, bu amaçla broşürler ve diğer propaganda araçlarını pervasızca kullanmak vb…
Bunun yanı sıra “sözde” muhalefet grupları yaratıldı, var olan gruplar ise desteklendi. Yani, Musaddık’a karşı harekete geçmeye hazır işbirlikçi gruplar ve askeri yetkililer CIA tarafından desteklendi, organize edildi ve ihtiyaca göre harekete geçirildi. Ek olarak orduyu darbecilerin tarafına çekmek için planlar da geliştirildi. Bütün bu hazırlıklar sonucunda CIA’nın planladığı Ajax Operasyonu’nun son evresinde Başkent Tahran’ı ele geçirmek için 19 Ağustos 1953 tarihinde askerler konuşlandırıldı ve işbirlikçiler sokaklara salınarak eylemler başlatıldı. Oyunu fark eden Musaddık yanlıları da harekete geçti. Musaddık yanlıları ile CIA’nın organize ettiği darbeciler arasında çatışmalar başladı. Darbeciler başkentin kontrolünü ele geçirdikleri gün Musaddık tutuklandı. CIA ve İngiliz istihbarat teşkilatı MI6’ın en ince noktasına kadar planladıkları bu darbe ile Şah Muhammed Rıza Pehlevi yeniden iktidara getirildi. Rıza Pehlevi, emperyalistlerin kuklası, İsrail işbirlikçisi bir hükümet kurdu. Operasyon Ajax, İran siyasetine emperyalist müdahalenin bilinen en küstahça örneklerinden biri olarak tarihe geçmiş ve İran halklarının hafızasında derin izler bırakmıştır. Emperyalistlerin gericilik ihraç ederek “rejim değiştirme” küstahlığının ilk kurbanı İran halklar olmuştu. 73 yıl sonra aynı sömürgeci güçler yine aynı amaçla sahnede.
Ağustos 1953’de CIA darbesiyle tahta çıkan Rıza Pehlevi’nin ilk icraatı, “ünlü” gizli polis teşkilatı SAVAK’ı bir aparat olarak kullanarak cezaevlerinde vahşi işkence yöntemlerine baş vurmak ve her tür muhalefeti bastıran acımasız bir terör rejimi kurmak olmuştur. Zaman geçirmeden petrol üretiminin kamulaştırılması kararını geri çeken Şah, İran petrolünü İngiliz ve ABD başta olmak üzere Fransız ve Hollandalı Tekellerin yağmasına açtı. İran halkına petrol kazançlarından elde edilen karın bir dirhemi bile düşmedi. Uşaklığını kanıtlayan Şah rejimi, ABD tarafından devasa mali yardım ve modern silahlarla desteklendi. Şah rejimi Ortadoğu’da ABD’nin yanısıra Siyonist İsrail’in de en önemli müttefiki haline gelmişti. O yıllarda yaklaşık 25 bin askeri danışmanın bulunduğu CIA’nın Ortadoğu Ana Karargahı İran’da kuruldu.
Şubat 1979’da gerçekleştirilen İran Devrimi'nin ilk günlerinde yapılan Şah karşıtı protesto gösterilerinde eski başbakan Musaddık’ın resimleri de dalgalanıyordu. Zira Musaddık’ın 1953 yılında ABD-İngiliz ortak yapımı bir darbe ile devrilmesi İran halklarının belleğinde derin izler bırakmış ve anti-emperyalist tutumu pekiştirmişti. Darbenin üzerinden 72 sene geçmiş olmasına rağmen halkın üzerindeki etkisi sürüyor. 1979’da iktidara gelen Molla Rejiminin “anti-Amerikancı” propagandası da bu mirastan besleniyor.
ABD ajanı Şah devrildi “Carter Doktrini” devrede
Amerika-İsrail işbirlikçisi Şah’ın bir halk devrimi ile yıkılması Washington ve Tel Aviv’de alarm zillerini çaldı. ABD’nin İran ve Ortadoğu halklarına karşı her zaman takındığı sömürgeci tutum, 1980 yılında dönemin ABD Başbakanı Jimmy Carter’ın, dış politikasını oluşturan “Carter-Doktrini” metninde de vücut bulmuştur. Şah’ın devrilmesinden sonra İran birkez daha hedefe çakıldı. Doktrinde İran’a yönelik tehditler şu şekilde ifade ediliyordu: “ABD, Basra Körfezi'ndeki petrol üretimini veya stratejik öneme sahip bölgeleri kontrol altına almaya çalışan herhangi bir yabancı güce karşı askeri müdahalede bulunma hakkını saklı tutar.”
Doktrin, ABD'nin Orta Doğu'daki çıkarlarını askeri güçle “savunmaya” hazır olduğunu belirtiyor ve Sovyetler Birliği veya İran gibi diğer güçlerin bu bölgedeki nüfuzunu engellemeyi öngörüyordu.
Bu doktrin, özellikle Bill Clinton başkanlığı döneminde İran’a karşı uygulanan yaptırımlarla daha somut bir görünüm kazandı. Clinton, nükleer programla ilgili olarak İran'ı müzakere masasına oturtmak için baskı politikası izledi. Clinton döneminde uygulanan ambargo, tam bir ithalat ve ihracat ambargosuydu ve uluslararası finans kuruluşlarından İran hükümetine ve bireylerine verilen kredilileri engelliyordu. Dahası, sözde “nükleer silah geliştirmesini engellemek” için İran’ın özellikle ticaret, finansal işlemler ve belirli teknolojilere erişimi kısıtlandı. Bu ambargo İran’ı derin bir ekonomik krize sürükledi.
Bu emperyalist yaptırımların gerçek amacı, adı geçen doktrine göre yeni hamleler yapmak ve İran’da rejim değişikliğini teşvik ederek ABD-İsrail uşağı olabilecek bir rejimi yeniden başa geçirmekti.
11 Eylül 2001: Saldırganlıkta yeni aşama
ABD’nin sıkı yaptırımlar ve provokatif tacizler içeren politikası, 11 Eylül 2001’de New York’taki İkiz Kuleleri’nin vurulmasından sonra daha saldırgan bir muhteva kazandı. Dönemin ABD Başkanı George W. Bush, Ocak 2002’de ilk defa “Kötülük Ekseni” veya “Şeytan Üçgeni” tanımlamasını yaparak, ABD’ye biat etmeyenlere savaş ilan etti. Somut olarak Kuzey Kore, Irak ve İran’ı hedef almıştı. Bu ülkelerin “küresel güvenliğe” tehdit oluşturduğunu iddia eden oğul Bush, “ABD'nin bu tehditlerle mücadele etmek için önlem almaya hazır olduğunu” ilan ederek, Afganistan’dan sonra Irak’ı işgal etme kararını aldı. Bir milyondan fazla kişinin hayatına mal olan, ülkeyi yakıp/yıkan Irak işgali ABD için bir bataklığa dönüşünce, İran’a saldırıyı ertelemek zorunda kaldılar.
Oğul Bush ve neo-con/faşist çetesi İran’a diş bilese de o dönem saldıramadılar. Saldırıyı göze alamadıkları için, sonraki yıllarda “müzakere” yoluna girdiler. ABD ile İran arasında ilk önemli nükleer müzakereler 2013 yılında Barack Obama’nın başkanlığı döneminde başladı. Bu müzakereler, ABD ile diğer BM Güvenlik Konseyi üyeleri Çin, Rusya, İngiltere, Fransa artı Almanya’nın (P5+1) katılımıyla gerçekleştirildi. İran ve “P5+1” diyaloğu ile nükleer programa “çözüm” bulmaya çalıştılar. “P5+1” tanımı, bir diyalog veya müzakere çerçevesini ifade ediyordu. Tahran yönetimi, önerilen kurallara göre nükleer programı konusunda işbirliği yapacak, İran’a uygulanan yaptırımlar ise aşamalı bir şekilde kaldırılacaktı.
Obama’dan sonra başkanlık koltuğunu oturan Trump, “İran’ın tüm vaatlerinin yalandan ibaret olduğunu, bununla ilgili de kesin kanıtların bulunduğunu” iddia etti ve Mayıs 2018'de tek taraflı olarak nükleer anlaşmadan çekildi. Dönemin Dışişleri Bakanı Mike Pompeo, Trump’ın açıklamalarını da referans alarak‚ “İran’ın kötü niyetli faaliyetlerini geri püskürtmek için yeni yaptırımlar uygulama” kararı aldıklarını ilan etti. Takip eden yıllarda, nükleer müzakereleri yeniden başlatmak veya yenilemek için İran tarafından çaba harcandı. Geçen aylarda Trump yönetimi görüşmelere yeniden başlama kararı almıştı. Buna ek olarak belirtmek gerekir ki, Uluslararası Atom Enerji Ajansı (UAEA) İran’ın anlaşmaya uyduğunu birçok kez deklare etmişti. Ancak 13 Haziran’da görüldü ki, İran’la görüşmeler devam ederken, Trump-Netanyahu ikilisi savaş hazırlığı yapıyordu. Bir devlet başkanından çok bir mafya babası gibi davranan Trump, görünürde masada “müzakere” ederken, gerçekte Netanyahu ile “savaş” hazırlığı yapıyordu.
ABD’nin bu yaptırımlardaki asıl hedefi ne insan hakları ne de demokrasi kaygısıdır. Amaç, bu yaptırımlarla İran halklarının hoşnutsuzluğunu artırmak ve Molla rejimine karşı tepki yaratarak Batılı emperyalistlere uşaklık edecek bir rejimi işbaşına getirmekti. Ancak küstah sömürgecilere özgü bu kirli plan tutmadı. Zira rejime muhalif İranlılar, emperyalist/Siyonist cellatlardan özgürlük dilenmeyeceklerini gösterdiler.
“Rejim değişikliği” planı 2009’da güncellendi
İran yönetimini devirip Amerikancı bir rejimi işbaşına getirme stratejisi 2009 yılında güncellenmişti. Üstelik bunu açıkça yapmışlardı. “Düşünce” kuruluşu Brookings Enstitüsü tarafından 20 Haziran 2009 yılında yayımlanan 170 sayfalık raporun/kitapçığın başlığı şöyleydi: “Hangi Yol İran’a Gidiyor? İran’a Yönelik Yeni Bir Amerikan Stratejisi İçin Seçenekler.” (WHICH PATH TO PERSIA? Options for a New American Strategy toward Iran)
Brookings Enstitüsü, Washington merkezli “düşünce” kuruluşlarının en bilineni sayılır. Bu kurum hem ABD hükümeti ile ordusu hem Batı'nın en büyük şirket ve finans kuruluşları tarafından finanse edilmektedir.
Dikkat çekici olan, raporda yer alan “stratejik önerilerin”, 2009 yılından beri tüm ABD başkanlarının politikalarıyla bire bir örtüşmesi ve kesintisiz bir şekilde sürdürülmesidir. Temmuz 2015’te imzalanan “İran Nükleer Anlaşması” veya “Ortak Kapsamlı Eylem Planı” ile yeni bir sürece girilmiş gibi görünse de 2018 yılında anlaşmadan çekilen Trump, İran’a yönelik baskı, şantaj ve provokasyonlara yeniden ağırlık verdi.
Brookings Enstitüsü'ne bağlı Ortadoğu Politikaları Merkezi'nin (CMEP) "İran'a Hangi Yoldan Gidilir" başlıklı raporunda, ABD'nin “düşman devlet” İran'la bir çatışmayı nasıl kazanabileceğine dair çeşitli stratejiler öneriliyor.
Dokuz alt bölümden oluşan kitap, "Diplomatik Seçenekler", "Rejim Değişikliği", "Askeri Seçenekler", "Kontrol" gibi adlar altında gruplandırılıyor.
ABD’de dış politika için çalışan “düşünce kuruluşları” İran’da rejim değişikliğini “açıkça” savunuyor. Ancak daha çok "gizli" stratejilerden medet umuyorlar.
CMEP analizi, halk ayaklanmalarına destek vermenin veya muhalif (askeri) grupların finanse edilmesinin yanı sıra “taktiksel anlaşmalar” ("angajman") üzerinde de duruyor. Bunları “İran rejimini, ABD'nin ‘tehdit edici’ diye tanımladığı davranışlardan vazgeçmeye ikna etme stratejileri” olarak da tanımlıyor.
“Diplomatik seçenekler” hakkındaki bölümlerde ise mafya babalarının taktiği öneriliyor: “İran'la nükleer programı konusunda bir anlaşmaya varmış gibi görünmek, planı tek taraflı olarak terk etmek ve ardından bu başarısızlığı bahane olarak kullanarak İran hükümeti ve ekonomisi üzerinde daha fazla baskı uygulamak…”(Bölüm 2: Tahran'ın cazibesi: Angajman Seçeneği).
Trump’ın “İran’la anlaşmaya varmak üzereyiz” açıklamasının hemen ardından İsrail’in ABD emriyle savaşı başlatması, yukarıdaki çerçeveye tamamen uyuyor.
Takip eden bölümlerde ise “İran'da kargaşa çıkarmak için kullanılan yöntemlere” yer veriliyor. Bu yöntemler arasında şunlar da var: ABD hükümeti tarafından finanse edilen muhalif grupların kullanılması, (Bölüm 6: Kadife Devrim: Halk Ayaklanmasının Desteklenmesi). Bu bölümde ABD Dışişleri Bakanlığı'nın listesinde yer alan Halkın Mücahitleri Örgütü/Mojahedin-e-Khalq (MEK) gibi emperyalizm maşası terörist örgütlerin desteği ile İran'da ayaklanma çıkarma yöntemleri anlatılmaktadır (Bölüm 7: Ayaklanmaya Teşvik: İran'daki Azınlık ve Muhalefet Gruplarının Desteklenmesi).
“Kadife Devrim - Halk Ayaklanmasını Desteklemek” başlığını taşıyan bölümde ise “İran rejimi pek çok İranlı tarafından sevilmediğinden, rejimin sonunu getirmenin en ‘bariz’ ve ‘dostane’ yöntemi, 1989'da Doğu Avrupa'da pek çok komünist hükümeti deviren ‘kadife devrimler’ çizgisinde bir “halk devriminin” teşvik edilmesine yardımcı olmak olacaktır” deniliyor. Rejim değişikliğini savunan pek çok görüşe göre ABD'nin İran halkını kendi adına iktidarı ele geçirmeye teşvik etmesi gerek ve bu, rejim değişikliğinin en “meşru” yöntemi olacaktır.
Diğer bölümlerde ise doğrudan bir ABD işgali (Bölüm 3: Sonuna kadar gitmek: İşgal) ve daha küçük çaplı bir hava harekâtı (Bölüm 4: Osiraq seçeneği: Hava saldırıları) anlatılmaktadır.
Bu bölümde aynen şu ifadeler de kullanılıyor: “Amerikan halkını ulusal ekonomik krizin yaşandığı bir dönemde buna ikna etmek bir yana, bir işgalin getireceği maliyetleri ödemeye ve riskleri üstlenmeye bile hazır olmayan İran'ın sorunlarını çözmenin en iyi, hatta tek yolunun güç kullanmak olduğuna inananların, İran'ın kilit hedeflerine karşı daha sınırlı bir hava saldırısı kampanyasını savunmaları daha muhtemeldir. Özellikle böyle bir politika, İsrail'in 1981'de Tuwaitha'daki Irak nükleer programına (genellikle inşa halindeki Fransız reaktörü Osiraq reaktörünün adıyla anılır) ve 2007'de Deyr az- Zor'da yeni ortaya çıkan Suriye programına yönelik önleyici saldırılarını büyük ölçüde genişletilmiş bir versiyonunda İran'ın çeşitli nükleer tesislerini (muhtemelen balistik füzeler gibi kilit silah dağıtım sistemleri de dahil olmak üzere) hedef alacaktır. ABD, BM Güvenlik Konseyi'nin İran'ın nükleer zenginleştirme faaliyetlerini BM Şartı'nın VII. bölümü uyarınca alınan ve tüm üye devletler için bağlayıcı olan kararlarla defalarca yasaklamış olması gerçeğine dayanarak böyle bir kampanya için makul bir gerekçe sunabilir.”
Son olarak, bir bölümün tamamında, “ABD'nin daha sonra isteksizce müdahale edebileceği bir savaşı başlatmak için İsrail'in rolü” ele alınmaktadır (Bölüm 5: Bibi'ye Bırakın: İsrail'in Askeri Saldırısına İzin Vermek veya Teşvik Etmek).
İran’a karşı İsrail’in başlattığı savaşa bakıldığında, “Bibi'ye Bırakın” diye adlandırılan saldırı senaryosunun tercih edildiği görülüyor. Senaryo, "İsrail hava saldırısına izin verilmesi veya teşvik edilmesi” tercihini esas alıyor. “Bibi” ile de Binyamin Netanyahu kastediliyor.
ABD'nin İran'a yönelik hava saldırılarında olduğu gibi, bu seçeneğin amacı İran'ın önemli nükleer tesislerini yok etmek ve böylece İran'ın kendi nükleer silahlarını edinmesini önemli ölçüde geciktirmek olacaktır.
Bu durumda ABD, İsraillilerin hava saldırılarını gerçekleştirmesini teşvik edebilir ve hatta belki de bu konuda yardımcı olabilir. Nitekim tam da öyle oldu.
İsrail’in savaşı başlatması, ancak İran’ı çökertme planının fiyaskoyla sonuçlanması üzerine ABD’nin doğrudan devreye girip İran’ın üç nükleer tesisini bombalaması, tam bir “Bibi’ye bırakın” senaryosudur. Ancak savaşın 12. gününde “Bibi” ile patronu Trump’ın ateşkes talep etmek zorunda kalmaları, en azından şimdilik heveslerinin kursaklarında kaldığını gözler önüne sermiştir.