“Dostuna yarasını gösterir gibi”

Devrimci sanatçı Yılmaz Güney'i ölümünün 31. yıldönümünde saygıyla anıyoruz.

  • Haber
  • |
  • Kültür-sanat
  • |
  • 09 Eylül 2015
  • 06:36

"Sinema, bir direnme biçimidir"
Yılmaz Güney

Toplumcu-gerçekçi sanat ve politik sinema denince Türkiye’de ilk akla gelen sanatçı kuşkusuz Yılmaz Güney'dir. Topraksız bir köylü ailenin çocuğu… Babası Siverekli bir Zaza, annesi Vartolu bir Kürt kadını… Nam-ı diğer Çukurova yiğitlerindendir Güney! Yaşar Kemal romanlarında anlatılan türden…

Yılmaz Güney’den Çukurova’yı, yoksullukları ve yalnızlıklarıyla dinlemek de Yaşar Kemal’den Çukurova’yı dinlemeye benzer. İyi bir sinemacı iyi bir edebiyatçı kadar güzel betimleyebilir bir coğrafyayı; mayasını kendi geçmişiyle ve halkının acılarıyla karmışsa eğer. Ve Güney, geleceğe dair izleyicisiyle ortak bir geçmiş ve ortak bir kader çizdiği için kendine, onun filmlerini izlemek kendi köyümüzün öyküsünü duru akan bir pınarın suyundan serin serin içmek gibidir; tanıdık ve özlenen bir tat bırakır damağımızda. Aynı Ahmet Arif’in dizelerindeki gibidir kısacası yaşayışı da sanatı da dostuna yarasını gösterir gibi, öyle içten öyle derin… Türküsünü sahiplendiği kadar onun düzene karşı öfkesini de sahiplenmektedir arkasında bıraktığı halkı.

Güney, ne yalnızca oyunculuğa, ne yalnızca yönetmen koltuğuna sığan bir sinemacıydı. Yasaklamalar, cezalar, kovuşturmalar derken beyaz perdeden kitaplara, kitaplardan hayata, cezaevinden sokağa taşmayı başardı! O sadece akademik sinema çevrelerinin değil halkın belleğine kazınmış eserlere kimi zaman senaryo kimi zaman yönetmen olarak imza atmış ve politik sinema alanına dair kapsamlı bir seçki yaratmıştır. Umut (1970), Sürü (1979), Yol (1982) ve Duvar (1983) gibi sadece Türkiye değil dünya politik sineması açısından her biri ayrı bir eşik değeri taşıyan filmlerinde güçlü bir tema etrafında işlenen oldukça net bir politik mesaj ile birlikte kolay anlaşılabilir, sade bir sinema dili ve dönem şartlarına göre teknik açıdan oldukça yenilikçi bir çekim anlayışı göze çarpmakta ve her bir filmi kült eser olarak sinema tarihine armağan edilmektedir.

Türkiye'de popüler sinema kendi kahramanını şehirli, eğitimli ve burjuva bir figür olarak tanımladı. Maddi zenginlik, burjuva ahlakı ve fiziksel cazibeyi erkek bireyde somutlayan "jön" tanımı klasik Türkiye sineması için temel bir yapıtaşı haline geldi. Tam da bu sırada Yılmaz Güney bu jön tanımının dışına çıkan bir “karşı-kahraman” olarak seyirci ile buluştu. Şehirli, kibar ve zengin kahramanın karşısına o halkın içinden çıkmış doğal tavırları, gerçek yaşamın içinden beslenen karakteriyle alışılagelenin dışında bir kahraman denemesi yarattı. Ve bu deneme başarılı da oldu. Bir gazeteye röportaj verirken gazeteci kendisini Ayhan Işık ile karşılaştırdığında Yılmaz Güney sinema tarihine kazınan ve  kendisine en çok yakışan lakaplardan birini verdiği yanıtla yaratır :" Eğer o yakışıklı kralsa ben de çirkin kralım!"

Güney'in bu dönem canlandırdığı kahramanlar arasında kabadayılar, serseriler, kanunları çiğneyerek sisteme karşı koyanlar vardır. Yeşilçam'ı aşan "Çirkin Kral" dönemi oynadığı karakterlerde kapitalizmin altında ezilen fakat tutunmaya çalışan ve hayatının her veçhesinde ezilen "öteki"nin uçarı isyankârlığı vardır. Bu yönüyle "Çirkin Kral" döneminin de kendi içinde politik bir içeriği olduğunu söylemek yanlış olmaz. Özellikle de çoğu lümpen denilebilecek karakterleri oynayarak seyirci ile buluşan Güney, kitleler nezdinde sınıf ezilmişliği ve kinini yansıtması yönüyle karşı-kahraman olmanın hakkını fazlasıyla vermiştir. Ucuz bir başrol değildir onun oynadığı. O zaman için lümpen olan karakter, yıllar sonra devrimcileşecektir. Yönetmen koltuğuna oturduğunda yıllarca canlandırdığı ezilmiş karakterin içinde taşıdığı direnme potansiyeli artık beyaz perdeye taşar ve devrimcileşir.

Bir hayatta kalma mücadelesidir Güney sineması. Sıradan insanların öykülerinin senaryolaştırılmış biçimidir. Seyirci ile konuşan, seyirciye dert anlatan bir sinema. Yaşamın içinden öğrenen bir sanatçı olarak o, olgunluk dönemi üretimlerini bir işçi titizliği ile yaratmış, bir terzi gibi biçmiş, bir mermer ustası gibi yontmuştur filmin karakterlerini... Bir dönemin ve toplumsal çalkantıların kolektif hafızası olmakla kalmayıp işçi sınıfının devrimci hafızasında önemli bir yer işgal eder Yılmaz Güney sineması. Çünkü Türkiyeli ötekilerin çelişkilerini yüzlerine vurur ve o çelişkileri yıkarak aşmayı öğütler. Bu yüzden onun sineması sakıncalıdır! Egemenler için, sömürücü kapitalistler için, iktidar dalkavukları için. “Ağam, paşam, beyim!” diye diye el pençe divan durmaya alışanlar hala korkarlar Yılmaz Güney imgesinden. Korkmakta da haksız değiller, çünkü Yılmaz Güney’in çizdiği yolda, sansürleri, yasakları, şiddeti göze alarak bendini yıkar gibi aşıyor Güney’in evrensel devrimci düşüncesi önüne dizilen barikatları. Ezilenlerin ellerinde patlamaya hazır mavzer olarak ovalara, dağlara, yollara, fabrikalara taşınıyor. Bir direnme biçimi olarak Güney sineması zalimin karşısına dikilmeye devam ediyor!

K. Ehram