Türkiye'nin peşpeşe gerçekleşecek olan seçim takvimi işlemeye devam ediyor. 30 Mart'ta gerçekleşen yerel seçimlerin ardından önümüzdeki ay ise cumhurbaşkanlığı seçimleri gerçekleşecek. Burjuva düzenin yeniden şekillenmesinde belirgin bir rol oynayacak cumhurbaşkanlığı seçimleri, dolaysız bir biçimde önümüzdeki Haziran’da gerçekleşecek genel seçimleri de etkileyecek.
Aynı zamanda Türkiye siyasi tarihinde ilk kez bir cumhurbaşkanı, “halkın” oyuyla seçilecek. AKP şahsında düzenin “demokratikleşmesinin” bir adımı olarak gösterilen “halkın seçimlere katılması”, yıllardır süregelen dinsel gericiliğin güçlenmesi ve palazlanmasıyla birlikte yaşanan rejim krizinin ve hükümet gücünü iktidar gücüne dönüştüren AKP’nin yükselişinin dolaysız sonuçlarıdır.
12 Eylül’ün ardından emperyalistlerin politikaların ürünü olarak ortaya çıkan AKP, 11 yıllık iktidarı boyunca emperyalistlerin ve sermaye sınıfının isteklerini kusursuzca yerine getirmiş, böylelikle kendi dinsel-gerici ideoloji ve değerlerini topluma egemen kılma olanaklarını da elde etmiştir. Hükümet gücünden, devletin kimi mekanizmalarında da etkinliğini artırarak iktidar gücüne dönüşebilmiştir. TÜSİAD şahsında sermaye sınıfının ihtiyaçlarını yerine getiren AKP, aynı zamanda Anadolu sermayesini de iktidar gücü olmanın avantajlarıyla palazlandırmış, rejim krizi, aynı zamanda sermaye sınıfının kendi kanatları içinde etkin olma mücadelesinin sonuçları olarak da yaşanmıştır.
AKP’nin yakın süreçte de yarattığı kimi sorunlara rağmen, egemenler için halen vazgeçilmez olması, etkin bir burjuva alternatifinin olmaması olduğu kadar, güçlü bir seçmen desteğiyle kitleleri düzen sınırları içinde tutabilme başarısı olmuştur. Halihazırda 2007 yılında gerçekleşen referandumla yapılan anayasa değişikliğiyle birlikte, cumhurbaşkanının halk tarafından seçilmesine karar verilmesi, AKP’nin seçmen desteğine yaslanarak, kendi iktidar gücünü pekiştirme politikasının ürünüdür. 2007 yılından itibaren de özü itibariyle AKP’nin misyonu değişmekten öte, (17 Aralık operasyonuyla birlikte cemaatçi güçlerin desteğini kaybetmesine rağmen) AKP’nin devletin içindeki mevzileri artmış, belediyelerde dahil olmak üzere bir dizi alandaki kadrolaşması daha da derinleşmiş ve seçmen desteği de korunmuştur. Dahası, son olarak Haziran Direnişi ve ardından gelişen süreçte (17 Aralık operasyonu, seçim süreçleri vb.) toplumu taraflaştırmak ve kendi tabanını elde tutabilmek için etkin politikalar izlenmiştir. Peşpeşe gerçekleşecek 3 seçim süreci (genel seçimlerin de önümüzdeki haziran ayında yapılacağını düşünürsek) Tayyip Erdoğan şahsında AKP’nin etki alanını genişletecek olmakla birlikte, düzen cephesinden rejimin yenilenmesi, tahkim edilmesi ve istikrarının sağlanması amacını taşınmaktadır. Ancak nafiledir… Kısa bir süre de olsa düzenin istikrarında soluklanma yaşansa dahi, içinden geçtiğimiz tarihsel dönemin tüm sonuçları, dünya ve Ortadoğu’daki gelişmeler, ekonomik krizin dinamiklerinin çoğalması, AKP’nin şahsında Türk sermaye devletinin dış politikasının çökmesi Tayyip Erdoğan’ın cumhurbaşkanlığıyla daha da pekişen AKP iktidarını sarsması ve yeni krizlere gebe olması kaçınılmazdır.
Bugün gelinen aşamada cumhurbaşkanlığı seçimi, iki turda yapılacak ve ilk tur 10 Ağustos tarihinde gerçekleşecek. Cumhurbaşkanlığı seçimleri, burjuva demokratik ölçülerde bile anti-demokratik ve tümüyle gayri-meşru bir yerde durmaktadır. Zira her ne kadar cumhurbaşkanının, “cumhur”un (yani halkın) oyuyla seçileceği söylense dahi, halk, seçilme hakkından tümüyle yoksundur. Zira, anayasa hükümlerine göre cumhurbaşkanı seçilebilmek için en az 20 milletvekilinin imzası gerekiyor. Yani herhangi bir vatandaş, cumhurbaşkanını seçme hakkına sahiptir, ancak ne yazık ki, seçilme hakkı neredeyse yoktur. Aynı şekilde, devletin her türlü imkanının (TRT’den, devletin mali kaynaklarına kadar) adaylardan biri olan Tayyip Erdoğan için seferber edilmesi ise seçimlerin ne kadar anti-demokratik olduğunu ayrıca gözler önüne sermektedir.
Türkiye’de cumhurbaşkanlığı seçimleri…
Bugünkü cumhurbaşkanlığı seçimleri, ifade ettiğimiz gibi, bölgede ve dünyada gelişmeler ışığında egemenlerin ihtiyaçları doğrultusunda, aynı zamanda AKP iktidarıyla birlikte derinleşen rejim içi krizin ardından gerçekleşmektedir.
Cumhurbaşkanının “halk”ın oyu ile seçilecek olması tartışmaları, yılları bulan krizin ardından Tayyip Erdoğan’ın adaylığı, cumhurbaşkanının misyonu, işlevi tartışmalarını da beraberinde getirmiştir. Son günlerde yarı-başkanlık, başkanlık sistemi, partili-partisiz cumhurbaşkanı, bağımsız-tarafsız cumhurbaşkanı vb. tartışmalar yapılmaktadır. Ancak Türkiye siyasi tarihi bizlere göstermektedir ki, burjuvazinin sınıf iktidarına dayanan Türk sermaye devletinde, 1923’den itibaren burjuva temsil kurumları ve bunun bir parçası olan cumhurbaşkanları, ne bağımsız, ne tarafsız olmuşlardır. Tam tersine dönemin ihtiyacı ne ise ona yanıt verecek şekilde konumlanmışlardır. 2. Dünya Savaşı’nın ardından değişen dünya dengelerinde Türk sermaye sınıfı yeni arayışlara yönelmiş, bu dönemde ABD’nin politikalarına tabi olmuş ve beraberinde emperyalist tekellerle ortaklık gerçekleşmiştir. 1950’lerde bu yönelimin ifadesi olarak yıpranan CHP’nin yerine gelen DP, bu politikaların yılmaz savunucusu ve uygulayıcı olmuştur. Menderes hükümetiyle birlikte DP kurucularından, eski İktisat Bakanı Celal Bayar ise, cumhurbaşkanlığına getirilmiştir. Aynı zamanda ABD’nin yörüngesinde “Sovyet tehdidi”ne karşı Ortadoğu ve Balkanlar’da “ileri karakol” görevinin yürütülmesi bizzat Bayar-Menderes yönetimi eliyle gerçekleştirilmiştir. Yine, dışa bağımlı ekonominin yapısal bunalımları aşılmadığında egemenler, bir askeri darbeye sürece müdahale etmişler ve yönetim değişikliğine gitmişlerdir.
Aynı şekilde 70’lerin ardından dünya ölçeğinde neoliberal politikaların Türkiye’deki ayağını oluşturan 24 Ocak Kararları’nın uygulanması için sosyal ve toplumsal muhalefeti sindirmek amacıyla gündeme gelen askeri darbenin ardından cumhurbaşkanı olan Kenan Evren ise, bu baskıcı politikalara dayanarak neoliberal politikaların temel uygulayıcı olarak devlet başkanlığına gelmiştir. Sonrasında cumhurbaşkanlığına gelen Turgut Özal da bu neoliberal politikalarının Türkiye’deki mimarlarını başında gelmektedir ve bu politikaların uygulanması rolünü üstlenmiştir.
En “tarafsız” ve “bağımsız” gözüken 10. Cumhurbaşkanı, Anayasa Mahkemesi eski başkanı A. Necdet Sezer ise, irtica tehlikesine karşı gerçekleşen 28 Şubat müdahalesinin ardından 2000 yılında “cumhuriyetçi-laik” devlet yönetiminin temsilcisi olarak yerini almıştır. Dahası bu kimliğiyle ordu-MGK eliyle yapılan müdahalelerin onaylayıcı olmuştur.
Bugünkü cumhurbaşkanlığı seçimleri de rejimin, sermaye sınıfı ve egemenlerin ihtiyaçlarından bağımsız değildir. Her ne kadar, Tayyip Erdoğan'ın son dönemde dayandığı sermaye gücünün palazlanması ve devlet içindeki etkisinin artması ve aynı zamanda iç ve dış politikada yer yer kontrolsüzleşmesi karşısında egemenler payına kaygılar taşınsa dahi, gerek seçmen gücü ve gerekse de halihazırda alternatifinin olmaması, geçmişte olduğu gibi bugün de ihtiyaç dahilinde kılmaktadır.
Ancak son dönemde Tayyip Erdoğan'ın cumhurbaşkanlığıyla ve başkanlık tartışmaları ile birlikte, etki ve gücünün “tek adam” konumuna yükseleceğine dair duyulan endişelere dair hatırlatmak isteriz ki, yaşadığımız sistemin sınıf egemenliğine dayalı olan yapısı var olduğu süre, hiç kimse burjuvazinin sınıf egemenliğinin üstünde değildir. Dünyadaki örneklerin ötesinde Türkiye siyasi tarihi, sermaye sınıfın ihtiyaçlarına yanıt vermekten uzaklaştığında cumhurbaşkanı da olsa(!) gerekenin yapıldığına dair örneklere tanıktır. Mendereslerle birlikte idam kararı verilerek yargılanan ve ipten son anda kurulan Celal Bayar ise bunun somut örneğidir.
Seçim oyunu aldatmacadan ibarettir!
Burjuva temsil kurumlarının seçimleri, işçi ve emekçilere “demokrasi” olarak gösterilmesine rağmen, başlı başına bir oyundan ibarettir. Burjuvazinin sınıf iktidarına dayalı kapitalist sistemde, bu sömürü düzeninde yıpranan atların yerine yenilerinin getirilmesi ile bu sömürü düzeninin bir dönem daha sürdürülebilmesi amacı taşınmaktadır.
Burjuva temsil kurumlarında yer alan “yöneticiler” el değiştirse bile, asıl yönetenler değişmiyor. Paranın saltanatını elinde tutanlar, bu düzenin asıl yöneticileri olmaya devam ediyorlar. Bugünkü cumhurbaşkanlığı seçimlerinde diğer seçimlerde olduğu gibi, rejimin yenilenmesi, emperyalist-kapitalist sistemin bölgedeki ve ülkedeki ihtiyaçları çerçevesinde yeniden şekillenmesi amacı taşınmaktadır.
Cumhurbaşkanları adaylardan ikisinin (Tayyip Erdoğan ve Ekmelettin İhsanoğlu) programları özünde bir ve aynıdır. Burjuva sistemin bekası ve sistemin devamı üzerine kurulu program, burjuvazinin istemlerine yanıt veren niteliktedir. Tayyip Erdoğan “yeni Türkiye” şiarıyla ortaya koyduğu programda bugüne kadar ortaya koyduğu icraatları ve programları tüm demagojik söylemlerle yeniden ortaya koyarken, Ekmelettin İhsanoğlu şahsında CHP ve MHP'nin özelde ise CHP'nin tutumu ise daha vahimdir. Bugün burjuva muhalefetin oynadığı rol, AKP'yi dengelemek, aşırılıklarını törpülemek olmakla birlikte, son yerel seçimlerden bugüne kadar onun ilkel bir uzantısı olduğu görülmektedir. Yerel seçimlerde, sözde AKP'yi geriletmek adına M. Sarıgül ve Mansur Yavaş'ın büyükşehir belediyelerine adaylıklarının ardından şimdi de öne sürdükleri Ekmelettin İhsanoğlu ise, CHP şahsında burjuva muhalefetin ilkesizliğini göstermektedir. Yaşamı ve bakışı da AKP'den farklı olmayan Ekmelettin İhsanoğlu'nun seçim sürecinde “hümanist”, AKP'nin taraflaştırma politikası karşısında “her kesimi kucaklama” söylemlerinin gerisinde asıl olarak “istikrar” vurgusu, sermaye sınıfına verilmiş bir yanıttır ve emperyalist güçlerle sermayenin politikalarının bizzat uygulayacağının ilanından başka bir şey değildir.
Tükenen Cumhuriyet'in demokratikleştirilmesi...
Cumhurbaşkanlığı seçimlerinin 3. adayı ise HDP Eşbaşkanı Selahattin Demirtaş. Asıl olarak “çözüm süreci”nde Kürt hareketinin elini güçlendirmek ve etki alanını genişletmek amacıyla cumhurbaşkanlığı seçimlerine katılan Selahattin Demirtaş, “Demokratik değişim, barışçı Türkiye” şiarıyla, özünde devletin demokratikleştirilmesini savunuyor.
Farklı toplumsal sorunlara dair demokratik istemlerin yeraldığı program, kuşkusuz ki diğer 2 adaydan farklılık taşıyor. Esaslı olarak HDP'nin genel ve yerel seçim progmlarından özünde farkı olmayan program, sınıf ilişkilerini yok sayarak, düzeni kendi karşısına almadan, kendi içinde demokratikleşmesini savunan anlayış esasta ilerici güçler nezdinde yanılsama yaratmaktan başka bir işlev taşımamaktadır. Abdullah Öcalan şahsında ortaya konulan “demokratik cumhuriyet” programı, düzenin temellerine dokunmadan düzenin reforme edilmesini içermekte, aynı zamanda kitlelerde parlamenter hayaller yayılmasına da yol açmaktadır. “Tükenen bir cumhuriyetten sözümona bir ‘demokratik cumhuriyet’ çıkarmak peşinde koşmak da aynı ölçüde hayalci ve dolayısıyla gerici bir ütopya ile oyalanmaktır. Bu beklenti dünya olaylarının genel seyrine, girmiş bulunduğumuz tarihsel dönemin genel eğilimlerine, bunun bulunduğumuz bölgeye yansımalarına da aykırıdır. Kendi geçmişinden gelen ilerici değerlerden bile kopan, toplum yaşamının tüm alanlarını ortaçağ artığı bir ideoloji ve kültüre göre yeniden şekillendirmeye çalışan, iç politikada polis rejimini kurumlaştıran ve dış politikada militarizmi ve saldırganlığı bir politika haline getiren bugünkü cumhuriyet, demokratikleşmeyi değil fakat yıkılmayı, yerini sosyalist bir cumhuriyete bırakmak üzere köklü bir biçimde aşılmayı beklemektedir. (TKİP 4. Kongre Bildirisi)
Ek olarak belirtmek gerekir ki, özellikle CHP'nin çakma bir AKP'liyi aday olarak göstermesi ve HDP'nin demokratik istemleri içeren programı kimi ilerici kesimlerde Demirtaş'ın bir alternatif olarak görülmesine yol açmaktadır. Ancak, sınıf mücadelesi tarihi göstermektedir ki, en “iyiniyetli” çabalar bile sömürü ve kâra dayalı kapitalist sistemi karşınıza almadığınız koşullarda sonuçsuz kalmaya mahkum olmaktadır. Bunun en çarpıcı örneklerinden birisi ise Güney Afrika deneyimidir. 1994 yılında Güney Afrika'daki seçimlerde ANC'nin (Afrika Ulusal Kongresi) lideri olan Nelson Mandela devlet başkanı olarak seçilir. Yıllar boyunca beyazların egemenliğindeki rejime karşı amansız bir mücadele sergileyen Nelson Mandela ve ANC'nin programında siyahlar için “eşit ekonomik, toplumsal ve siyasal katılım” yer alır. Güney Afrika'da “beyaz” sermaye, sınıf egemenliğini elinde tuttuğu sürece, sosyal sorunlara çözüm olamaz. Hatta ANC yönetimi, 20 yıl boyunca vahşi sömürüyü uygulayan temel güç haline gelir. “(...) Bu bağlamda ANC, Güney Afrika’da emperyalizme bağımlı Apartheid rejiminin sosyal temelini, yani kapitalizmin tasfiyesini hedefine koymadı. Başka birçok hareket de bazı politik tavizlerle yetinerek, egemen siteme angaje oldular ve elde edilen ekonomik politik kazanımları koruyarak mücadelelerini reformlarla sınırladılar. Oysa Güney Afrika’da olduğu gibi, sosyal kurtuluş olmadan, diğer bir ifadeyle sömürü ve kölelik ilişkilerinin kaynağı olan kapitalist sistem yıkılmadan Apartheid sisteminden kurtulmanın olanaklı olamayacağını, son 20 yıllık ANC yönetimi deneyimi de somut olarak göstermiştir.” “Mandela’nın ‘iyi niyeti’ ve beyaz sermayeyi ikna çabası, sonuçta sınıf gerçekliğinin duvarına çarparak tuzla buz olmuştur.” (Irkçı Apartheid rejiminin yıkılışının 20. yılında - Mücadele devam ediyor - A. Eren - Kızıl Bayrak)
Bir diğer çarpıcı örneğimiz ise Şili'dir. Küba Devrimi’nin ardından Şili'de toplumsal hareketin (toprak işgalleri, öğrenci eylemleri, işçi grev ve direnişleri) gücüyle Halk Birliği'nin adayı olarak Salvador Allende devlet başkanı seçilir. Şili sermayesi, ilk yıllarını, sandıkta aldığı yenilgi karşısında güç toparlamak ile geçirir. Ancak emperyalistlerin güdümünde Şili sermayesi ve generaller Allende şahsında örgütlülükleri dağıtmak, Allende yönetimini ezmek için sistematik çaba sergilerler. 11 Eylül 1973 yılında gerçekleşecek vahşi ve barbar askeri darbeden yaklaşık 1 hafta önce Şili işçileri, yaşanan kriz ve darbe çağrıları karşısında iki seçeneğe işaret ederler: “Ya askeri diktatörlük, ya proletarya diktatörlüğü.” Barışçıl koşullarda sosyalizme geçişi savunan, Şili işçi ve emekçilerinin Yoldaş Bakanı (“Companero Presidente”) Salvador Allende ve 30 bin Şilili darbe ile katledilir. Bu yaşananlar, Şili'de iktidarın sermaye sınıfının elinde olmasının dolaysız sonuçlarıdır.
Seçim oyunu karşısında devrimci sınıf mücadelesini yükseltelim!
Burjuva temsil kurumlarının başında yeralan cumhurbaşkanlığı seçimlerinde bu çürümüş ve kokuşmuş sömürü düzenine oy vermeyeceğiz!
Bugün yaratılmaya çalışılan sahte umutlara ve yanılsamalara karşı sınıfın gerçek sorunlarını işaret etmek, bu sorunlar karşısında işçi sınıfının devrimci programıyla çıkmak büyük önem taşımaktadır. Geride bıraktığımız yerel seçimlerde, düzenin seçim oyununa kanmamak gerektiğini söyleyen sınıf devrimcileri, devrim ve sosyalizm hedefiyle birlikte devrimci sınıf mücadelesini büyütme çağrısında bulunmuşlar, bu çağrının güncel karşılığı olarak ise, Greif işçilerinin yolundan ilerleme şiarını yükseltmişlerdi. Bugün de her türlü bilinçleri bulandırma, toplumu taraflaştırma, ufukları sandığa kilitleme tutumları karşısında asli görev, sosyalist işçi-emekçi cumhuriyeti şiarını propaganda etmekle birlikte, sınıf mücadelesini yükseltmektir.
Sınıf içinde gün geçtikçe büyüyen ve özellikle büyük ölçekli işletmelere doğru yayılan direnme eğilimi bunu ayrıca zorunlu kılmaktadır.