Savaşa doğru mu?

Avrupa Gündemi’nde bu hafta siyasi ve ekonomik göstergelerin dünya savaşını işaret ettiğine dair tartışmalar, Almanya’nın göçmen düşmanlığı ve Fransa’da adı istismar skandalına karışan Başbakan var.

  • Haber
  • |
  • Basın derleme
  • |
  • 18 Mayıs 2025
  • 09:30

İngiltere’de Savaş Karşıtı Koalisyonun Sözcüsü Lindsey German, dünyadaki gelişmelerin İkinci Dünya Savaşı öncesi yılları hatırlattığı uyarısı yaparak “Dünya savaşı tehlikesi, derin ekonomik kriz ve sağcı siyasi saldırıların hepsi mevcut” diye yazdı. German, “Avrupa’da savaşın sona ermesinin 80. yıl dönümünü kutlayan tüm dünya liderleri bir daha asla sözü verdiler. Yine de bizi yıkım yoluna sürüklüyorlar” dedi.

Almanya’da yeni hükümetin AB yasalarını hiçe sayarak ve diğer AB ülkeleriyle müzakere etmeden mültecilere sınırları kapatma kararı alması ve “bundan sonra böyle” demesi tepkilere yol açtı. AB Komisyonunun Avrupa Adalet Divanına başvurarak Almanya’nın tek başına aldığı bu kararı iptal ettirme girişiminde bulunacağı belirtiliyor.

Fransa’daki Bétharram skandalı, sadece çocuklara yönelik cinsel istismar ve şiddet vakası değil; özel ve dini okullardaki denetimsizliğin ve yıllardır örtbas edilen suçların simgesi haline geldi. Başbakan François Bayrou’nun, milletvekili ve eğitim bakanı olduğu dönemlerde okulda yaşanan istismardan haberdar olduğu ve Mecliste aylarca yalan söylediği iddiaları, skandalı siyasi bir krize dönüştürdü. Bayrou’nun sorumluluktan kaçma çabaları, aynı zamanda Boyun Eğmeyen Fransa Partisine (LFI) yönelik sistematik bir karalama kampanyasıyla da iç içe geçmiş durumda. Bu tablo, devletin tepesine kadar uzanan bir çürümeyi gözler önüne serdi ve mecliste bir soruşturma komisyonu kurulmasını tetikledi.

Ekonomik ve çevresel krizlerin yanı sıra küresel bir savaşın tehlikeleri ve aşırı sağın yükselişi kabul edilmeli ve bunlara karşı mücadele edilmelidir

Lindsay German
The Counterfire

1930’larda da böyle bir şey hissedilmiş olmalı. Dünya çapında bir dizi savaş, korkunç insan hayatı kayıpları, çevre ve altyapı tahribatıyla devam ediyor. Ekonomik kriz ve daha büyük küresel tarife savaşları kapıda. Aşırı sağ, Beyaz Saray’da en önemli rol modeline sahip ve dünyanın pek çok yerinde işçi sınıfı ve alt orta sınıfın sistemden duyduğu hoşnutsuzluktan beslenerek büyüyor.

1930’larda sol, bu tehlikelere karşı uyarıda bulunurken sesini duyurmak için mücadele etti. Mussolini’nin Habeşistan’a (Etiyopya) saldırısını, Franco’nun İspanyol cumhuriyetine karşı savaşını ve Japonların Mançurya’yı işgalini gördü ve bu savaşların, son savaştan sadece yirmi yıl sonra yeni bir dünya savaşının habercisi olduğunu anladı.

Bugün potansiyel savaşlar daha da ürkütücü. Hindistan ve Pakistan arasında, Hindistan’ın yaklaşık 80 yıldır tanımayı reddettiği Keşmir yüzünden yaşanan topyekûn savaş tehdidi geçici olarak önlenmiş gibi görünse de iki nükleer silahlı güç arasında hiçbir şey çözülmedi ya da gerilim azalmadı. Sudan’daki savaş, bütün bir toplumun genel yıkımının ortasında siviller üzerindeki etkisi bakımından korkunçtu ve özellikle BAE’nin bir tarafa silah ve destek sağlamasını içermektedir.

Rusya ve Ukrayna arasındaki savaş hem Ukrayna ve Rus askerleri hem de siviller için korkunç sonuçlar doğurarak 3 yılı aşkın bir süredir devam ediyor. İstanbul’daki barış görüşmeleri ve Batılı hükümetler tarafından talep edilen 30 günlük ateşkes, bir tür barışa yol açabilir.

Ancak bunun uzun vadede daha fazla istikrara yol açacağı yanılsamasına kapılmamalıyız. Keşmir’de olduğu gibi Ukrayna’da da barış koşulları çatışmaların durması anlamına gelecektir ancak bu çatışmalara daha fazla silahlanma ve barışın olası ihlalleri konusunda daha fazla çatışma eşlik edecektir. Savaş, ABD ve Avrupa’da siyaseti yeniden şekillendirerek silah harcamalarında büyük artışlara, Ukrayna’ya silah sevkiyatının devam etmesine ve NATO birliklerinin Rusya sınırlarına yakın konuşlanmasına yol açtı.

Herhangi bir barış anlaşması Ukrayna’nın NATO üyeliğini askıya alacak olsa da, NATO’nun bu savaştan çok daha önce başlayan müdahalesi devam edecektir. Eski tarafsız devletler İsveç ve Finlandiya artık askeri ittifakın bir parçası ve coğrafi ve askeri olarak genişlemesi devam ediyor.

1930’larda olduğu gibi, barışı koruması gereken -büyük güçlerin tüm imkanlarıyla hakim olduğu- uluslararası kurumlar bunu yapmaktan giderek daha aciz hale geldi. Bu o zaman Milletler Cemiyeti için geçerliydi, bugün de Birleşmiş Milletler için geçerli. Büyük çatışmalarda giderek daha fazla kenara itilmiş ve kurumları Donald Trump’ın ikinci döneminin tehdidi altına girmiştir.

Bu durum hiçbir yerde Filistin meselesinde olduğu kadar açık değildir. Gazze’deki soykırım, ateşkesin ihlali, Filistinlilerin etnik temizliğine yönelik açık çağrılar, Batı Şeria ve Kudüs’teki yasa dışı yerleşimcilerin korkunç davranışları, savaş sonrası uluslararası anlaşmanın üzerine inşa edildiği temelin yırtılmasına yardımcı olmuştur. İkinci Dünya Savaşı’nda yaşanan dehşetin bir daha asla yaşanmamasını sağlamayı amaçlayan yasalar, sivillerin hedef alınmasını, toplu cezalandırmayı, yiyecek ve ilaç verilmemesini ve etnik temizliği durduramamıştır ki bunların hepsi haklı olarak savaş suçu olarak kabul edilmektedir.

Bu durum, Netanyahu’ya silah ve yardım sağlarken, en fazla Netanyahu’nun eylemleri karşısında ellerini ovuşturan ve hafifçe azarlayan Batılı hükümetler tarafından yönetilmektedir. Ancak İsrail’in uluslararası hukuka, yaptırımlara ya da kamuoyuna meydan okuyabilmesi sadece liderlerini cesaretlendirirken diğerlerini de cesaretlendiriyor. Hindistan’ın Modi’si Keşmir’e yapılan saldırıların ‘terörizme’ karşı savunma amaçlı olduğunu iddia ederek açıkça Netanyahu’nun kitabından okuyor.

Buna rağmen İsrail’e verilen destek, eski sadık takipçilerinden bazıları arasında çatırdamaya başladı. Muhafazakar Parti milletvekillerinden Yahudi Temsilciler Kurulu üyelerine kadar, soykırım artık savunulamayacak kadar büyük. “Stop the War”dan (Savaşı Karşıtı Koalisyon) Andrew Murray’in de işaret ettiği gibi, bu durum Filistin halkının kendi direncinin yanı sıra uluslararası kitlesel dayanışma hareketinden de kaynaklanıyor. Bu hafta düzenlenecek Nakba gösterisinin bugüne kadar gördüğümüz en büyük gösterilerden biri olması gerekiyor. Hem Gazze’deki dehşeti hem de Ortadoğu ve ötesindeki daha geniş çaplı savaşa doğru gidişi durdurmak hayati önem taşımaktadır.

Şimdiye kadar olduğu gibi ‘kurallara dayalı uluslararası düzen’ artık paramparça olmuş durumda. Dünya savaşı tehlikesi, derin ekonomik kriz ve sağcı siyasi saldırıların hepsi mevcut. İnsan hayatı açısından son derece maliyetli olan iki Dünya Savaş’ının sona ermesinin ardından pek çok kişinin vardığı gibi, savaşı sona erdirmek için alternatif bir sistemin inşa edilmesi gerekmektedir. Daha büyük bir barbarlığa sürüklenmeden önce bu tehlikelerin farkına varmalı ve bunlara karşı örgütlenmeliyiz.

Üçüncü bir dünya savaşı şimdiye kadar hayal bile edilemeyen bir yıkımın habercisi olacaktır. Avrupa’da savaşın sona ermesinin 80. yıl dönümünü kutlayan tüm dünya liderleri bir daha asla sözü verdiler. Yine de bizi yıkım yoluna sürüklüyorlar.

(İngiltere İçişleri Bakanı) Yvette Cooper gibi politikacılar en azından bir vicdan azabı duymadan mültecilere ve göçmenlere karşı acımasız saldırılarını nasıl sürdürebilirler? Ülkeye girişte üniversite mezunu olanlara daha fazla kısıtlama getirme planı, İşçi Partisinin (ırkçı parti) Reform’un gündemini ne ölçüde yönlendirmeye hazır olduğunun bir başka sembolüdür. Bakımevlerinin yurt dışından personel istihdam etmesinin yasaklanması oldukça inanılmaz ve hiç şüphesiz ters etki yaratıyor.

Bu planlar -tıpkı ‘göçmen teknelerini durdurma’ çağrıları gibi- göçmenleri ‘sömürüden’ korumaya yardımcı olmak gibi gösteriliyor. Ancak göçmenlerin sömürülmesinde rol oynayanlar, bu koşulların işlerini zorlaştırdığını ve insanların yine de buraya gelmeye çalışacaklarını ama bunu yasaların koruması olmadan yapacaklarını bilen, birbirini izleyen hükümetlerdir. Dolayısıyla işverenler ve ev sahipleri tarafından kötü muameleye ve zulme maruz kalacaklardır.

Britanya’nın göçmenlere ihtiyacı var ve onlardan büyük fayda sağlıyor. Nüfus yaşlanıyor ve doğum oranı düşük. Göçmenlerin üreme masrafları geldikleri ülkelerde karşılanmaktadır, bu da eğitim, sosyal hizmetler ve sağlık açısından yerli nüfustan daha az talepte bulundukları anlamına gelmektedir. Gerekli ve genellikle düşük ücretli işler yapmaktadırlar. Birbirini izleyen hükümetlerin burada yatırım yapmakta başarısız olduğu becerileri getiriyorlar.

Politikacılar göç konusunu tartışmaya hazır olsalardı bunların hiçbirini söylemeye gerek kalmazdı. Ama değiller. Çoğu zaman göçmenleri suçladıkları sosyal sorunlarla başa çıkmak için zenginleri vergilendirmeye de hazır değiller. Bunun yerine seçim sonuçlarının göç rakamlarının azaltılması gerektiğini gösterdiğini iddia ediyorlar. Bu sürdürülebilir değildir ve gerçekleşmeyecektir, ancak ırkçılığı arttıracaktır. Daha fazlasını talep edecek olan Reform’u da tatmin etmeyecektir.

İşçi Partisinin yerel seçimlerde yaşadığı erime, kışlık yakıt yardımı ile engelli ödemelerinde yaptığı kesintilerin popüler olmamasına bağlandı. Ancak bu gerçeği kabul etmek, rotayı değiştirmek, savaşa değil refaha harcama yapmak anlamına gelebilir. Bunun yerine göçmenleri günah keçisi ilan etmek çok daha kolay ve ucuz.

Çeviren: Sarya Tunç

Sınırları tek başına kapatmak

German Foreign Policy

Eleştirmenler, federal hükümetin sığınmacılara Almanya sınırlarını kapatma yönündeki yeni önlemlerinin yasa dışı olduğunu ve komşu ülkelerle de çatışmalara yol açtığını söylüyor. Berlin’in karar verdiği sığınmacılara yönelik genel yasakların yasal olup olmadığı, AB Komisyonu tarafından bile sorgulanıyor. Gözlemciler, Almanya’nın bu tavrına karşı yasal işlem öngörüyor ve Avrupa Adalet Divanının Berlin’e karşı bir karar vermesinin olası olduğunu düşünüyor.

Geçtiğimiz hafta potansiyel sığınmacıları tespit etmek için getirilen sıkılaştırılmış sınır kontrolleri, yurt içinde ve yurt dışında protestolarla karşılandı. Örneğin Kehl belediye başkanı, kontrollerin Fransa’nın Strazburg kentiyle özenle kurulan iş birliğini sabote edecek olmasını protesto ediyor. Bunların 8 Mayıs’ta, yani faşizmden kurtuluş gününde kararlaştırılmış olması, üzücü bir siyasi duyarlılık eksikliğini gösteriyor. Birkaç komşu ülkenin hükümetleri büyük öfke ifade ettiler. Polonya Başbakanı Donald Tusk, “Göçmen gruplarını Polonya’ya göndermek isteyen hiç kimseyi” kabul etmeyeceği konusunda uyardı. Başbakan Friedrich Merz ise tavizsiz.

Schengen bölgesindeki kalıcı sınır kontrolleri AB yasalarıyla uyuşmadığından, Alman hükümeti yaklaşımını Avrupa Birliği’nin İşleyişine İlişkin Antlaşma’nın (TFEU) 72. maddesine dayandırıyor. Bu, AB üye ülkelerinin “Kamu düzenini korumak” veya “İç güvenliği sağlamak” için gerektiğinde AB yasaları yerine ulusal yasaları kullanmalarına izin veriyor. Federal hükümetin şu anda uyguladığı ulusal yasa, Alman Sığınma Yasası’nın (AsylG) 18. maddesi, 2. paragrafı olup, özlü bir şekilde “yabancının” “Güvenli bir üçüncü ülkeden girmesi durumunda girişinin reddedileceğini” belirtiyor. Federal Cumhuriyet’in tüm komşu ülkeleri resmen “güvenli üçüncü ülkeler” olarak sınıflandırılıyor. Buna göre, Berlin artık ilke olarak sığınmacıları reddetmeye doğru ilerliyor. İstisnalar sadece çocuklar ve hamile kadınlar için yapılacak; prosedürün “orantılı” olması gerektiği belirsiz bir şekilde belirtiliyor. Almanya bunu yaparken, sığınmacıların AB’ye girdikleri üye ülkeye sınır dışı edilmesine izin verirken aynı zamanda hangi ülke olduğunu belirlemelerini gerektiren Dublin Yönetmeliği’ni ihlal ediyor. Berlin’de yanıt, Dublin Yönetmeliği’nin pratikte işe yaramadığı için göz ardı edilebileceği yönünde…

Lüksemburg İçişleri Bakanı Léon Gloden geçen hafta, her gün Almanya’dan Lüksemburg’a işe gidip gelen yaklaşık 52 bin kişi olduğunu ve Alman sınır kontrollerini reddettiğini açıkladı: “Sınır ötesi trafikte gereksiz kesintilerden kaçınılmalıdır” dedi. İsviçre’den de protestolar geliyor. Yeni kontroller henüz orada büyük trafik sıkışıklıklarına yol açmamış olsa da, geçen haftanın sonunda temel itirazlar olduğu belirtildi. Adalet Bakanı Beat Jans “Almanya’nın planladığı gibi sınırda sistematik reddetmeler, İsviçre açısından uygulanabilir yasayı ihlal ediyor” dedi. Berlin’in uygulamalarına karşı olası “tedbirler”den söz ediliyor. Avusturya da eleştirilerini dile getirdi.

Polonya Başbakanı Donald Tusk, çarşamba akşamı Varşova’da Başbakan Merz’i kabul ettiğinde özellikle sert eleştirilerde bulundu. Tusk, Polonya’da ikamet eden ve her gün iş için Almanya’ya gidip gelen yaklaşık 95 bin kişiyi işaret etti. Sınırda uzun bekleme sürelerinin günlük yaşamda çok can sıkıcı olduğunu belirtti.

Merz’in yanıtı, Almanya’nın yeni sınır yaklaşımını çevreleyen çatışmaların yoğunlaşacağını gösteriyor. Başbakanın, tüm AB üye ülkelerinin “Topraklarına erişimi düzenleme” hakkı konusunda soğukkanlı bir şekilde ısrar ettiği bildirildi. Bu nedenle, onun görüşüne göre, komşu ülkelerle bir uzlaşma gereksiz. Merz, Brüksel’de de şunu açıkça belirtti: “Sığınmacıları reddetmeye devam edeceğiz.” Ancak, “Her şey Avrupa yasalarına uygun olarak” yapılacak. “Burada Almanya’nın tek taraflı bir eylemi yok,” iddiasında bulundu. Ve bunu “Avrupalı komşularımızın” Berlin’in eylemleri hakkında “Tam olarak bilgilendirildiğini” söyleyerek haklı çıkardı.

Önemli kararları tamamen kendi inisiyatifiyle tek başına alıp etkilenenleri bu kararlar hakkında bilgilendirmenin yeterli olduğu görüşü, Almanya sınırlarının ötesinde hemen hiçbir yerde paylaşılmıyor.

Çeviren: Semra Çelik

Betharram skandalı: Bayrou yalanlarına sarılmaya devam ediyor

Arthur Vivien
Révolution Permanente

Fransa Başbakanı François Bayrou, Betharram skandalının ardından kurulan meclis soruşturma komisyonu tarafından çarşamba günü ifade vermeye çağrıldı. Devletin okullardaki şiddet olaylarını nasıl denetlediğini ve önlemeye çalıştığını araştıran bu komisyon, Bayrou’nun son aylarda defalarca değiştirdiği anlatımını sorguladı. Görüşme beş buçuk saat sürdü ve Bayrou, Meclisin iki raportörüyle karşı karşıya geldi: Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron’un partisi Rönesans (Renaissance) Milletvekili Violette Spillebout ve Boyun Eğmeyen Fransa (LFI) Milletvekili Paul Vannier.

Bayrou bu ifadeyi bir siyasi hesaplaşmaya çevirmeye çalıştı. LFI’yi kendisine karşı bir “linç kampanyası” başlatmakla suçladı ve bu kampanyanın amacının onu istifaya zorlamak olduğunu iddia etti. Yanında, Boyun Eğmeyen Fransa hareketini hedef alan “La Meute” (Sürü) adlı karalama dosyasını getirdi ve bu belgeyi medyanın odağına yerleştirdi. Görüşme sırasında Paul Vannier’i “acımasızlık”, “inanılmaz bir sahtekarlık” ve “manipülasyon” ile suçlamaktan da çekinmedi.

Ancak son aylarda kamuoyunu maniple etmeye çalışan bizzat Bayrou’nun kendisiydi. Sürekli yalan söyleyerek tüm suçlamaları inkar etmeye devam etti. Yeminli ifadesinde de yine şu iddialarda bulundu: Betharram’a hiç gitmediğini, adalete asla müdahale etmediğini, 1998 yılında soruşturmayı yürüten Hakim Christian Mirande ile görüşmesini hatırlamadığını ve Mirande’in açıklamalarının tutarsız olduğunu söyledi. En düşük seviye saldırılarını ise, ismini sürekli yanlış telaffuz ettiği Françoise Gullung’a yöneltti.

Françoise Gullung, Betharram’daki okulda matematik öğretmenliği yapmış ve 1995 yılında bu cinsel istismar olaylarını ilk kez gündeme getiren kişiydi. Bayrou onu “Hayal kurmakla” suçladı, hatta akıl sağlığını dahi sorguladı. Bayrou’nun en iğrenç açıklamalarından biri de, 2002 yılında bir çocuğa tokat atmasına dair oldu: Bu davranışı “bir babanın şefkatli tokadı” ya da “eğitici bir jest” olarak nitelendirdi ve arkasında durdu.

İfadenin sonunda, komisyon başkanı olan Sosyalist Parti Milletvekili Fatiha Keloua Hachi bile, Bayrou’nun ifadesini “Kafa karıştırıcı, belirsiz, zaman zaman kaba ve saldırgan” olarak değerlendirdi.

Bayrou’nun ifadesi bir fiyasko olurken, geniş çaplı bu skandalda Başbakanın sorumluluğunu bir kez daha gözler önüne serdi. Ancak Bayrou, Fransız siyasetinin farklı kesimlerinden, Sosyalist Partiden Rönesans milletvekillerine ve aşırı sağcı Ulusal Birlik’e (RN) kadar birçok siyasi güçten destek aldı…

En güçlü ve doğrudan destek aşırı sağdan, yani Ulusal Birlik (RN) cephesinden geldi. Parti son dönemde kendi yolsuzluk ve adli sorunlarıyla çalkalanırken bile, soruşturma komisyonunu hedef alan saldırılara öncülük etti. RN Milletvekili Jean-Philippe Tanguy, “Komisyonun geldiği noktadan rahatsız olduğunu” ve “LFI ile solun bu süreci bir engizisyona çevirdiğini” iddia etti. RN Başkan Yardımcısı Sébastien Chenu ise, bu ifade alınma sürecini “Moskova duruşmalarına” benzettiğini söyledi. Bayrou gibi o da “Aşırı solun bu trajediyi Başbakanı devirmek için kullandığını” ve hatta “Başbakana ve Katolik eğitim sistemine kurşun sıkmak için bu olayın araçsallaştırıldığını” iddia etti. Bu sözler, rejime güven vermek isteyen aşırı sağın verdiği açık bir siyasi destektir.

Bayrou bir yandan koltuğunu korumaya çalışırken, diğer yandan 2026 için son derece kemer sıkıcı bir bütçe hazırlamaya çalışıyor. Ancak bu ifade süreci, Başbakan’ın hâlâ çok kırılgan bir konumda olduğunu gösterdi. Bayrou’nun kendisi bile bütçenin ülkeyi genel grevlere ve peş peşe eylemlere sürükleyebileceğini itiraf etti.

O halde onu haklı çıkarmanın zamanı geldi: Bu ırkçı ve güvenlikçi saldırıları sürdüren hükümete bir dur demek için aşağıdan bir güç dengesi yaratmak, sınıf mücadelesinin yöntemlerini ve ekonomik-demokratik taleplerimizi savaş ve militarizme karşı mücadeleyle birleştiren bir eylem programını inşa etmek gerekiyor.

Çeviren: Ali Rıza Yıldırım

Evrensel / 18.05.25