Bir annenin özgürce çalışabilmesi için en büyük ihtiyaçların başında kreşler geliyor. Anneliği dört duvar arasında bir angarya olmaktan kurtaran kreş uygulamaları, son dönemde bazı belediyelerin girişimleriyle adından söz ettirdi. Kreşlerin kapatılmasına yönelik alınan bir dizi karar ile birlikte ülke gündeminde de “Belediye dediğin kreş mi açarmış?” tartışması başladı.
Açar mı açmaz mı polemiğinden sıyrılıp meselenin köklerine doğru bir yolculuğa çıktığımızda çok daha çarpıcı bir sonuçla karşılıyoruz. Öyle ki dünya çapında sistematik olarak devlet öncülüğünde açılan ilk kreşler, bırakın belediyeleri bizzat Sovyetler Birliği devletince açılır! Ekim Devrimi ile birlikte kadın kurtuluş mücadelesinde atılan önemli adımların bir ayağı da ülke çapında kurulan ücretsiz (ya da sembolik ücretli) kreşlerle birlikte kadınların ekonomik bağımsızlığını sağlamaya yöneliktir.
Gelin, gündelik siyasetin tortusundan sıyrılıp, meselenin özüne doğru bir yolculuğa çıkalım.

Zengin ailelere sunulan bir ayrıcalık sona erince
Kreşin kökleri 18. yüzyıl sonlarına kadar geriye gitse de Sovyetler Birliği’ndeki uygulamayı özgün kılan faktörler var. Kreşler daha önce bir dizi özel girişim sonucunda kalbur üstü bir kesimin ihtiyaçlarını karşılamaya yöneliktir. Nicelik olarak da cılız bir tablo vardır: Devrimci bir merkezi model olmayınca da Ekim Devrimi’ne kadar olan süre içerisinde sadece mikroskobik sayıda kreşten söz edebiliyoruz. Bu sebeple kreş uygulamasının Ekim Devrimi ile birlikte ilk kez devrimci bir devlet stratejisi olarak yaygınlık kazandığını söyleyebiliyoruz.
Rakamlar ile farkı keskinleştirmek gerekirse eğer; 1917 ve öncesinde Çarlık Rusya’sında sadece 550 çocuğu kapsayan 14 mekan ile ‘deneysel’ sayılabilecek bir uygulama varken, devrimden sonraki 10 yıl içerisinde sürekli kreşlerin sayısı 824’e çıkar. Ayrıca kırsal kesimde çalışan kadınlar için, sezonluk kreşler ve gezgin çocuk yuvaları hayata geçirilir. Devrimden sonraki 10 yıl içinde 3 bin 985 sezonluk kreş açılır. Sonraki 10 yıllık dönemde (1927-1937) ise çocuk yuvası sayısı on kat artış gösterir. 1932’de 4 milyon 200 bin çocuğun, çeşitli çocuk yuvalarında bakıldığı kaydedilirken, bazı sanayi şehirlerinde tüm çocukların devlet kreşlerinde bakılıp eğitilmesi sağlanır.
Başkent Moskova’da 1918 tarihinde sadece 4 tane kreş varken 1928’de 104’e, 1931’de 120’ye çıkarılır. Moskova’daki kreş sayısı beş yıllık planın gerisinde olmasına rağmen sıçramalı bir ilerleme gösterir. 1932-33 yıllarında tüm Sovyetler Birliği’nde çocukların yüzde 80’i büyük sanayi merkezlerinin kreşlerinde, yüzde 66’sı da kolektif çiftliklerin kreşlerindedir.
Sağlık ya da barınma gibi hakların insan onuruna yaraşır şekilde herkese eşit bir şekilde sunulması nasıl Ekim Devrimi’yle birlikte elle tutulur gözle görülür hale geldiyse, eğitimde de aynı süreç yaşanır. Sınıflı toplum yapısında esamesi okunmayan fırsat eşitliği, Sovyetlerdeki ücretsiz, bilimsel, nitelikli ve ana dilinde eğitim sistemiyle birlikte tüm çocuklara ve hatta başta anneler olmak üzere ailelerin de hayatlarında devrimci bir dönüşüme öncülük eder.
Kreş uygulaması bu anlamda Bolşeviklerin kadın kurtuluş mücadelesini ele alışları açısından kilit bir yerde duruyor. Bunu Ekim Devrimi’den çok daha öncelerinde görüyoruz: Rusya Sosyal Demokrat İşçi Partisinin (RSDİP) 1903 programında bulunan madde şöyle diyor: “Kadınların çalıştığı tüm atölye, fabrika ve diğer işletmelerde meme çocukları ve küçük çocuklar için kreş ve çocuk yuvalarının kurulması; emziren kadınların en azından üç saatte bir ve en az yarımşar saat işten muaf tutulması.”
Devrim ile birlikte sağlanan yasal güvence ile birlikte bu vaatler gökten yere indirilir.
Sovyet Aile Hukuku (1918) ile çocukların korunması, eğitimi ve sağlıklı bir şekilde büyümesi devletin temel sorumlulukları arasında sayılır. Bu yasayla: Çocukların eşit haklara sahip olması sağlanır, evlilik dışı doğan çocuklar dahil edilir. Devlet, velayet ve bakım konularında etkin ve düzenleyici rol üstlenir. Boşanma sonrası çocukların ihtiyaçlarının devlet tarafından karşılanması hükme bağlanır. Eğitim ve sağlık hizmetleri ücretsiz hale getirilir. Yine 1918 tarihli Moskova Çocuk Hakları Bildirgesinde ise çocuklar, ebeveynlerin veya devletin mülkiyeti olarak değil, birey olarak tanımlanır. Bildirgeyle: Çocukların sağlık ve eğitime erişimi anayasal güvence altına alınır. Çocukların yaşam koşullarının iyileştirilmesi ve fiziksel-zihinsel sağlıklarının korunması devletin önceliği olur.
Bu bakış açısıyla kreşler de sadece mekanik bir bakımevi olarak tasarlanmaz; ‘yeni Sovyet insanının’ yaratıldığı bir seferberlik alanı olarak düşünülür. Bu kreşler pedagogların, çocuk doktorlarının ve diyetisyenlerin koydukları tuğlalarla inşa edilir.
‘ABD’de kadınlar evden çıkmak istemiyor mu?’
Kreşlerin nasıl işlediğini daha net görmek üzere günlük yaşamın içerisinden bir örneği inceleyebiliriz. Hatta kaynak olarak bu sefer ABD merkezli bir gazeteye, The New York Times’a başvuralım. ‘Sovyetler Birliği’nde gündüz bakımı [kreşler] bir kuraldır’ başlıklı 1974 tarihli haberde, Kiev’de yaşayan genç bir anne olan Zoya Idenko’nun hayatında kreşlerin yeri ele alınıyor. Öğretmenlik ve tur rehberliği yapan Idenko’nun düzenli bir çalışma yaşamı vardır. Hal böyle olunca üç yaşındaki oğlunu haftanın altı günü devlet kreşlerine bırakır. Sabahları 8’de kreşe giden çocuk akşam 7’de annesi tarafından alınana kadar üç öğün yemek ve bir atıştırmalık yer. Tüm bu hizmetin karşılığında sembolik bir ücret talep edilir (Idenko’nun gelirinin yaklaşık onda biri).
“Oğlumun doğumundan üç ay sonra işe geri döndüm. Yasal olarak bir yıl bekleyebilir ve işimi koruyabilirdim. Ama benim için bebeği taşımak zor olurdu ve evden çıkmak istiyordum. Kayınvalidem bizde kalıyordu, çocuğu başta ona bırakıyordum” ifadelerini kullanan Idenko, bir rehber olarak diğer ülkelerden, özellikle de ABD’den gelen annelerin çoğunlukla evlerde çocuk bakarak yaşamlarını geçirmesine “Amerikan kadınları evden çıkmak istemiyorlar mı? Çalışmak istemiyorlar mı? Kendi paralarını kazanıp biraz bağımsızlığa sahip olmak istemiyorlar mı?” sözleriyle şaşkınlığını gizlemez.
Yazıda Sovyet yurttaşların daha fazla kreş ve anaokulu talep ettiği dile getiriliyor. Fakat tüm bu eleştirilere rağmen Sovyetler Birliği’ndeki okul öncesi eğitim modelinin ABD ya da diğer Batı ülkelerine kıyasla çok daha yaygın ve gelişkin olduğu vurgulanıyor.
Tabii yazının devamında Idenko’nun sorduğu soruya yanıt gecikmiyor. The New York Times’a göre ABD’de kadınların ev içine mahkum edilmesinin sebebi, ‘Babanın birden fazla kişiyi besleyebilecek seviyede eve para getirebiliyor oluşu’ olarak açıklanıyor. Böylesi bir yanıtta, Idenko’nun vurguladığı ‘ekonomik bağımsızlık’ meselesine değinilmiyor tabii. Ya da devlet destekli kreşler gibi teşviklerin olmadığı ABD’nin sosyal düzleminde kadınların ‘tercihen’ değil ‘zorunluluktan’ böylesi bir durumla karşılaştığı gerçeğini değiştirmiyor. Üstelik ‘Her babanın eve yeterli ölçüde para getirdiği’ de son derece değişken bir varsayımdan ibaret.

Ekim Devrimi’nin kutsal emanetleri
Sovyetler Birliği üzerinden gitmiş olsak da benzer modellerin 20. yüzyılın ikinci yarısında diğer sosyalist ülkelerde de başarıyla uygulandığını görüyoruz. Belki geçmişten kalan kırıntılara rastlansa da sosyalist ülkelerde yaşanan çöküş ile birlikte kreşlerin de etkilendiğini görüyoruz.
Hatta en gelişmiş okul öncesi sistemlerinden birine sahip olan Demokratik Almanya Cumhuriyeti’nde (DAC - namıdiğer Doğu Almanya) yaşananlar belki de en hazin örneklerden biridir. Öyle ki DAC ile Federal Almanya Cumhuriyeti (FAC - namıdiğer Batı Almanya) arasında yaşanan sözde birleşme, gerçekte sosyalist tasfiye sürecinde yaratılan göz boyamalık protokolde her iki cumhuriyetteki ‘ileri’ özelliklerin korunacağı vurgulanır. DAC’daki okul öncesi eğitim kurumları, Batı Almanya’ya oranla çok daha gelişmiş olmasına karşın, belirli bir kesim için değil tüm toplum için oluşturulan bu sistem, sosyalizmin pek çok diğer artısı gibi parçalanır.
Ne ilginçtir, burjuva-liberal kalemler, sosyalist deneyimleri geçmişe ait kasvetli hatıralar gibi insanlara sunarlar. Tarihin lineer bir çizgide ilerlediğini düşünen bu kesimler için insanlık bugün düne göre daha gelişkin adımlar atmaktadır ne de olsa? Bugün hâlâ kreşlerin tüm dünya için yakıcı bir ihtiyaç olması ve mevcut sistemin verdiği yanıtların dünden daha geride oluşu onları pek alakadar etmez. Bu yüzden teknolojik-teknik ilerleme illüzyonu ile burjuva-liberal tarih anlatısını bize pazarlamaya çalışanların maskesi en kolay gündelik hayatın gerçekliği ile sınanır.
Uygarlığımızın ‘gelişmişlik’ seviyesi, yaşadığımız gezegenin güncel zamanında en temel haklar üzerinde verilen kavgalarla ölçülebilir. Başını sokacak bir dama sahip olmak, karnını doyurmak ya da güvenceli işlerde çalışmak gibi. Dünyanın mahşeri çoğunluğunun derdi budur. Bizim ‘seviyemiz’ de bu dertlerin yanıtlarıyla belirlenir, bir teknolojik mağaza bülteni ile değil.
Bu sebeple asıl kasvetli olan, bir hastalık sebebiyle parası olmayanın öldüğü bugünün dünyasıdır. Asıl distopik olan yetenek ya da beceri yerine aile sermayesinin öne çıktığı eğitim sistemidir. Asıl korkunç olan kadınların ekonomik ve sosyal alanlarının kısıtlanarak onlara dört duvar arasında bir ‘iş’ olarak annelik dayatmasıdır.
Varsın geçmiş yüzyılın sosyalist deneyimleri çökmüş, Lenin heykelleri yıkılmış olsun. Hiç kimsenin gücü, geçtiğimiz yüzyılda sosyalizmin insanlık için nasıl bir devrimci dönüşüm yarattığı gerçeğini tarihten kazımaya yetmeyecek. Konutlar, okullar, yemekhaneler, hastaneler ya da kreşler... İşte bizim Ekim Devrimi’nin ışığında parlayan basit ve kutsal emanetlerimiz bunlar!
Evrensel / 28.04.25