Fransa’dan seçtiğimiz makale, “soykırım cephesindeki çatlaklar”a dikkat çekerken dayanışmayı büyütmenin artık tarihsel bir sorumluluk olduğunu hatırlatıyor ve emek hareketini göreve çağırıyor: “Bu süreçte emek hareketine büyük sorumluluk düşüyor. Ancak sendika yönetimleri, bugüne kadar bu soykırıma karşı ciddi bir adım atmış değil. Artık hem kitlesel eylemlerin büyütülmesi hem de sınıf mücadelesinin araçlarının devreye sokulması gerekiyor.”
Almanya’da yayımlanan Taz gazetesinden seçtiğimiz makale, siyasetçilerin İsrail destekçiliğinin toplumsal yansımalarına ve risklere dikkat çekiyor: “Antisemitlikten arınmış bir Almanya’yı temsil etme yönündeki kendi uydurduğu mite kapılan siyasi elit, ülkenin derin bölünmelerini ele almaktan ve bunlara demokratik yollarla karşı koymaktan aciz görünüyor.”
İngiltere’de ise İşçi Partisi Lideri ve Başbakan Keir Starmer’in son dönem politikaları çok tartışılıyor. İşçi Partisinin Eski Gölge Bakanı John McDonnell, Startmer’i eleştirdiği bir makale yayımlayarak, “Parti üyeleri, bağlı sendikalar ve milletvekilleri ayağa kalkıp İşçi Partisinin kontrolünü geri almak için kendilerini göstermeli” çağrısı yaptı.
Filistin hareketi soykırım cephesindeki çatlaklardan yararlanmalı
Nathan Deas
Révolution permanente .
Avrupalı liderlerin Gazze’deki soykırım karşısındaki tutumu, ikiyüzlülükte sınır tanımıyor. Sergilenen bu rezillik insanın midesini bulandırıyor. Ancak bu iğrenç gösteri, yapılan açıklamalardaki çelişkilerin ve çatlakların fark edilmesini engellememeli. Çünkü tam da bu çatlaklar, Filistin halkının haklı mücadelesinin yeniden güç kazanabileceği bir alan açıyor.
Avrupa Birliği söylemini değiştiriyor gibi görünüyor. Ancak verilen sözler fazlasıyla içi boş. “Filistin devleti tanınmalı” deniyor; ama Gazze bugün harabeye dönmüş durumda. “İsrail’e yaptırım uygulanmalı” deniyor; ama askeri ve stratejik ortaklıklar tüm hızıyla devam ediyor. “Netanyahu bir savaş suçlusu” deniyor; ama Filistin’le dayanışma gösterenler hâlâ baskı altına alınmaya devam ediyor.
Bu süreçte yalnızca sağcı hükümetler değil; sözüm ona sol partiler ve birçok Batılı entelektüel de İsrail’deki ırkçı, kana susamış koalisyonun suçlarına göz yummakla kalmadılar. Aynı zamanda uluslararası düzeyde süregiden gerici eğilimlerin hızlanmasına da katkı sundular.
Tarihte ilk kez bir soykırım, kameralar önünde, dünyanın gözü önünde adım adım gerçekleşiyor. Bu vahşetin dünya halklarının bilincinde ne gibi izler bırakacağı elbette tarihçilerin konusu olacak. Ama şurası açık ki, insanlar artık dehşete alışmış durumda. Bu alışkanlık, Avrupa emperyalizminin yeniden militarist bir çizgiye girdiği bir dönemde son derece tehlikeli sonuçlara gebe.
Geçmişte, 20. yüzyılda iki büyük dünya savaşının nasıl mümkün olduğu tartışılırken, birçok düşünür bunun yanıtını emperyalist sömürgeciliğin vahşetinde bulmuştu. Bugün yaşananlarla benzerlikler kurmak tarihsel açıdan eksik olabilir; ama benzer çizgiler mevcut. Gazze’de yaşanan soykırımın inkar edilmesiyle birlikte, Filistinlilerin çektiği acı da sistematik şekilde görünmez kılınmaya çalışılıyor. Bu sürecin bir sonucu olarak da, geçmişte Yahudi soykırımıyla doğrudan ilişkili olan aşırı sağın, antisemitizmden aklanmasına zemin hazırlandı. “Yeni antisemitizm” denilen kavram, topluca Müslümanlara ve İsrail’i eleştiren herkese yapıştırılarak, ırkçı “medeniyetler çatışması” teorisine dayanan bir ideolojik çerçeve inşa edildi.
Ancak Filistin’in kurtuluş mücadelesi, bu eğilimlere karşı verilen merkezi bir mücadeledir. Bugün emperyalist devletlerin sergilediği bu kolektif çöküş, sadece aşırı sağın değil, Soğuk Savaş sonrası kurmaya çalıştıkları düzenin başarısızlığının da sonucudur. Bu da elbette yeni tehlikeler barındırıyor, ama aynı zamanda yeni fırsatları da beraberinde getiriyor.
Gazze’deki katliamlar ve Batı Şeria’da hızla ilerleyen sömürgeleştirme süreci, bir dizi yalın gerçeği gözler önüne serdi. Batı’nın “değerler” söylemi -özellikle uluslararası hukuk alanında- artık koca bir masala dönüşmüş durumda. Bugün Birleşik Krallık ve ABD’de yüz binlerce genç, hükümetlerinin bu soykırımdaki sorumluluğunu teşhir ederek siyasal bilince ulaşıyor. Bu mobilizasyonlar, önümüzdeki mücadeleler açısından önemli bir kazanım.
Batılı yöneticilerin Gazze’de yaşanan soykırımı nihayet kabul etmeye yönelik yarışa girmesi de bu itibarsızlığın bir göstergesi. Ama aynı zamanda Netanyahu’nun soykırımda frene basmayan saldırganlığının, bölgeyi tümüyle istikrarsızlaştırmasından ve Arap diktatörlüklerini de sarsacak halk ayaklanmalarına yol açmasından duydukları korkunun da ifadesi. Ürdün, Lübnan, Suriye ve Mısır’da halk isyanlarının yeniden patlak vermesi, hiç de uzak bir olasılık değil. Bu sırada İsrail içinde de -henüz küçük çaplı da olsa- soykırımın sona ermesi talebiyle gösteriler düzenleniyor.
Gazze’deki vahşet karşısında artık yalanların da etkisi zayıflıyor. Bu durum, Filistin’le dayanışma hareketine yeniden ivme kazandırmak için önemli bir fırsat yaratıyor. Paris’te bu hafta sonu on binlerce kişi sokağa çıktı. Geçtiğimiz hafta ise Londra ve Lahey’de yüz binlerce kişi yürüdü. ABD kampüslerinde de yeniden bir hareketlenme göze çarpıyor.
Bu süreçte emek hareketine büyük sorumluluk düşüyor. Tanca ve Fos-sur-Mer Limanlarındaki işçilerin İsrail’e silah taşıyan gemileri engellemesi bunun ilk örneklerinden. Ancak sendika yönetimleri, bugüne kadar bu soykırıma karşı ciddi bir adım atmış değil. Artık hem kitlesel eylemlerin büyütülmesi hem de sınıf mücadelesinin araçlarının devreye sokulması gerekiyor. Filistin’le gerçek bir dayanışma, ancak emperyalizme ve baskıya karşı ortak bir mücadeleyle mümkün olabilir. Bu yapılmadıkça, sergilenen suskunluk, açık bir suç ortaklığına dönüşür. Filistin halkının gösterdiği olağanüstü direniş, hepimize sorumluluk yüklüyor.
Emperyalist güçlere asla güvenilemez. Gazze’deki soykırım her geçen gün daha da vahşileşirken, Batılı liderlerin yön değiştirmeleri, aslında İsrail’e verdikleri en ölümcül silahı -yani baskı ve devlet terörünü- geri çektikleri anlamına gelmiyor. Bugün verilecek mücadele, yalnızca soykırımın sonlandırılması ve Filistin’in özgürlüğü açısından değil; aynı zamanda dünyada yükselen gerici dalgaya karşı bir karşı yönelimin inşası açısından da belirleyici olacaktır. Artık savunmadan çıkıp yeniden taarruza geçmenin zamanıdır.
Çeviren: Ali Rıza Yıldırım
Suç ortaklığı devam ediyor
Charlotte Wiedemann
Taz
Son 20 aydır Filistinli sivil nüfusun çektiği acılara gözlerini kapatanlar şimdi yüksek sesle gözlerini kapatmamalarını talep ediyorlar.
Bazı yazı işleri ofislerinde de timsah gözyaşları var. Peki sözde dördüncü kuvvet son 20 ayda neredeydi? Soykırım eğilimlerini asla gizlemeyen bir savaş politikasına Alman desteğini eleştirel bir şekilde sorgulamak onun görevi olmaz mıydı? Bunun yerine, birçoğu propaganda konvoyuna destek toplamayı tercih etti.
Bu, tutarlı bir toplum imajı yarattı: Almanya, azınlıktaki göçmen, antisiyonist alçaklar dışında, kendi varlık nedeninin arkasında birleşmişti. Ancak bu tutarlı toplum sadece bir hayal. En azından bir yıldır, belki de daha uzun süredir, Alman İsrail politikası halk arasında çoğunluk elde edemedi. Anketler, üçte ikisinin İsrail’in Gazze’deki eylemlerini “anlamadığını” gösteriyor. Tüm partilerin destekçileri arasında benzer bir sayı, Almanya’nın bu savaşa verdiği askeri desteğe karşı çıkıyor. Son zamanlarda, reddetme oranı yüzde 80’e yükseldi.
Bu, Almanya’nın ve siyasi tabakasının siyasi karakteri hakkında sorular, zor sorular ortaya çıkarıyor. Her şeyden önce: Resmi İsrail politikasının kitlesel olarak reddedilmesi sessiz bir muhalefet olmaya devam ediyor ve bu muhalefetin sokaktaki marjinalleşmesini değiştirmek için hiçbir şey yapmıyor. Başka hiçbir Batı Avrupa ülkesinde Gazze ile dayanışma ifadeleri Almanya’daki kadar küçük değil. Bu edilgenlik nereden kaynaklanıyor? İftira atılacağı korkusu mu? Polis copu korkusu mu? Yoksa sadece atalet mi?
Eğer atalet olsa bile bu, Almanya’yı suç ortaklığından kurtarmaz. Uluslararası Adalet Divanı soykırım tehdidini makul ilan ettikten sonra, Almanya, Soykırım Karşıtı Sözleşme’nin imzacısı olarak bu tehdide karşı koymakla yükümlüydü. Bilindiği gibi, hükümet tam tersini yaptı ve askeri teçhizat sağladı. Bu nedenle, suç ortaklığı suçlaması önce ona düşüyor, ancak hepimizi de etkiliyor. Anayasanın 25. maddesine göre, uluslararası hukuk ulusal hukuktan önce gelir ve “federal toprakların sakinleri için doğrudan haklar ve yükümlülükler” yaratır. Birçok kişinin kamuoyunda sessiz kalması pasif suç ortaklığına varır. Şimdi, birçok Alman’ın resmi devlet aklını paylaşmamasının iyi ve kötü nedenleri var. Bir yanda Filistinliler için insanlık ve adalet arzusu; diğer yanda, İsrail’e karşı uzun süredir devam eden antisemitik nefret - ve ikisi örtüşüyor. Katılımcıların yaklaşık yüzde 30’u İsrail’in politikalarının onları Yahudilere karşı daha az sempatik hale getirdiğini ve İsrail politikalarının Yahudilere karşı düşmanlık için meşru bir neden olduğunu doğruluyor.
Bu nedenle, popüler görüş ile siyasi tabakanın açıklamaları arasındaki uçurumun tehdit edici bir yanı da var. Bir gün, muhalefet artık sessiz kalmayabilir, ancak kendini şiddetle -yan komşudaki Yahudilere karşı- gösterebilir. Bu endişeyi uzun zamandır sol görüşlü Yahudi çevrelerinde duyuyorum. Ancak, antisemitlikten arınmış bir Almanya’yı temsil etme yönündeki kendi uydurduğu mite kapılan siyasi elit, ülkenin derin bölünmelerini ele almaktan ve bunlara demokratik yollarla -örneğin İsrail’in sağcı aşırılığıyla nasıl başa çıkılacağına dair açık bir tartışma yoluyla- karşı koymaktan aciz görünüyor. Bunun yerine, pankartlar avlanıyor ve sanat sergileri sansürleniyor. Son 20 ayın otoriter İsrail politikasının yaygın bir hasara yol açtığını söylemek gerekiyor. Her şeyden önce, Gazze’deki sayısız kadın, erkek ve çocuğun hayatına, bedenine ve ruhuna. Ancak aynı zamanda Almanya’nın kendisine, dış politika itibarına, uluslararası hukuktaki konumuna ve birçok ülkedeki insan hakları aktivistleriyle ilişkilerine de zarar verdi. Göçmen toplumunun sosyal yapısı da derin, muhtemelen onarılamaz bir yabancılaşmayla zarar gördü.
Peki tüm bunlar neden? Bu soruyu cevaplamak için bir dizi faktörün analiz edilmesi gerekir. Kendimi anahtar kelime olarak aklama ile sınırlayacağım. Son zamanlarda çok konuşulan “uzlaşma masalı” gerçekten de bir masal, sahte bir tarih. Başbakan Konrad Adenauer yönetimindeki Federal Almanya Cumhuriyeti, İsrail’e para ve silah teslimatı yaparak, Batılı güçler tarafından rehabilite edilecek gerçek bir politika anlaşmasıyla tazminat ve uzlaşma hakkında konuşma hakkını satın aldı.
Ve tıpkı o dönemde Alman İsrail politikasının kendi suçluluğuyla yüzleşmekten kaçınmasına yardımcı olması gibi, bugün İsrail’e verilen destek de Almanya’daki milliyetçi duygunun yükselişini gizlemeyi amaçlıyor. Ama tabii ki bu işe yaramıyor. Almanya’nın tarihi suçuna dair tüm retorik ısrarlar, daha yakın zamandaki suçunu -faşist ideolojinin yeniden canlanmasını engelleyememeyi- gizlemeyi amaçlıyor. Ve bugün AfD, 1950’lerde Adenauer’in izlediği aynı aklama modelini izliyor, yani İsrail ile bir ilişki kurarak kendini açıkça antisemitizmden arındırıyor. Dolayısıyla, tüm bunlarda acı bir ironi var. Almanya’nın Yahudilerin toplu katliamı için ödediği tek yüksek bedel, sağcı aşırılık yanlıları tarafından yönetilen bir İsrail ile kendi kendine dayattığı zorla evliliktir.
Çeviren: Semra Çelik
Starmer ve arkadaşları İşçi Partisinin mirasını mahvediyorlar
John McDonnell
The Guardian
50 yıl önce İşçi Partisine katıldım. O zamanlar bir genç olarak, en yüksek ideallerle hareket eden bir hareketin parçası olmaktan gurur duyuyordum. Dünyayı daha iyi bir yer haline getirmek isteyen, benimle aynı fikirde olan bir gruba katıldığımı hissediyordum ve ne tür aksilikler olursa olsun, tarihin doğru tarafında olduğumuzu düşünüyordum.
Hayatımı, toplumumuzu dönüştürecek İşçi Partisi hükümetlerinin seçilmesini sağlamak için adadım. Liverpool’un varoşlarında, liman işçisi bir baba ve temizlikçi bir annenin çocuğu olarak doğmuş bir işçi sınıfı çocuğuydum ve İşçi Partisinin politikalarının tüm faydalarından yararlandım: Parker Morris standardında bir sosyal konutun güvenliği ve hastalandığımda Ulusal Sağlık Servisinin bakımı. Sendika şube sekreteri olan babam ve arkadaşları, işçi ailelerini yoksulluktan kurtaran ücret düzeylerini güvence altına almak için haklarını ve dayanışmalarını kullandılar.
Thatcher döneminin en kötü zamanlarında ve özellikle Tory’nin sert kemer sıkma politikalarının uygulandığı zorlu yıllarda ne kadar zor olursa olsun, sonunda İşçi Partisinin yeniden iktidara geleceği ve herkes için sosyal ilerlemenin doğru yoluna geri dönebileceğimiz umudu içimde hâlâ yanıyordu.
Keir Starmer; (Eski Başkan) Jeremy Corbyn ve benim geliştirdiğimiz politika platformuyla parti lideri seçildi, ancak hemen ardından verdiği neredeyse tüm politika vaatlerini geri çekti. Benim endişem, radikal bir programı ve söylemi terk edip, laf kalabalığına dayalı bir siyaset benimsemenin, Starmer yönetiminin en iyi ihtimalle çekingen bir ilerleme sağlayacağı anlamına gelmesiydi. Ancak o zaman bile, Torylerin mirasının çaresizliği onu rotasını değiştirmeye zorlayacağına inanıyordum.
İşçi Partisinin görev süresinin ortasına gelindiğinde, bu vasat politikaların etkisiz kaldığı ortaya çıkacak ve Starmer yönetiminde derin bir popülerlik kaybı yaşanacağı için hâlâ umut olduğunu savunan makaleler yazdım ve konuşmalar yaptım. O aşamada, alternatif bir strateji için argümanların çok güçlü olacağını düşünüyordum. İşte o zaman, hareket içindeki geniş sol ve ilerici kesimlerin önemli bir rol oynayacağına inanıyordum.
Anlamadığım şey, Starmer Hükümetinin seçildikten sonra sadece çekingen reformlar yapan bir yönetim olmayacağı, aksine, partiye katıldığımda İşçi Partisinin temsil ettiğine inandığım değerlerin kalbine bıçak saplayan bir dizi politikayı hızla uygulamaya koyacağıydı.
İşçi Partisi, yoksulluğu ortadan kaldırmak ve eşitliği sağlamak için kurulmuştu. İlk kral konuşmasından sonra, hükümet şu anda İngiltere’deki çocuk yoksulluğunun ana nedeni olan Muhafazakarların iki çocuk yardım sınırı konusunu ele almamakla kalmadı, İşçi Partisi milletvekillerinden bu sınırın kaldırılmasına karşı oy kullanmalarını talep etti. Bu, yeni yönetimin karar vericilerinin siyasi yetersizliği ve duyarsızlığının ilk kez ortaya çıktığı andı. Daha sonra, sınırın kaldırılması için oy kullandığımız için beni ve altı meslektaşımı parti disiplininden çıkarmak, kibir ve muhakeme eksikliğinin dikkat çekici bir birleşimini gösterdi.
Aynı zamanda, halk, İşçi Partisi bakanlarının zenginlerden ve şirketlerden hediye, bilet ve bağış kabul ettiklerini gören tatsız bir manzaraya tanık oldu. Bu skandalın ardından hükümetin toplumumuzun en yoksul kesiminin yardımlarını kesmesi, birçok İşçi Partisi destekçisi için mide bulandırıcıydı.
Bunu, kış yakıt yardımı değişiklikleri ve engelli kişilerin yardımlarına yönelik acımasız saldırıların izlemesi, İşçi Partisi seçmenlerini partinin yakın tarihinde görülmemiş bir ölçekte hayal kırıklığına uğrattı. Bu, Nigel Farage’ın bölücü ve yıkıcı oportünizmine kapı açtı ve Farage şimdi iki çocuk sınırını kaldıracağını söyledi.
Anakronik bir mali kurala bağlı kalarak İşçi Partisinin tarihi rolünü reddetmeyi haklı çıkarmak, hükümeti sadece duyarsız göstermekle kalmıyor. Onu esnek olmayan ve yetersiz gösteriyor.
Şu anda tanık olduğumuz şey, panik içinde, yarı yürekli bir politika geri çekilmesidir, bu arada liderin ofisindeki Morgan McSweeney ve lider yardımcısının ofisindeki Nick Parrott gibi arka oda adamları kendi aralarında kavga ediyorlar.
Tüm bunlar, İsrail savunma kuvvetlerinin Gazze’yi bombalamaya devam etmesini sağlayan F-35 savaş uçağı parçalarının ihracatını savunmak ve İşçi Partisi başbakanının Enoch Powell’ın dilini tekrarlamak gibi bir arka plan karşısında gerçekleşiyor.
Parti üyeleri, bağlı sendikalar ve milletvekilleri ayağa kalkıp İşçi Partisinin kontrolünü geri almak için kendilerini göstermezlerse, tarihinin bir sonraki döneminde sadece hükümeti kaybetmekle kalmayabiliriz. Partiyi de kaybedebiliriz.
Çeviren: Sarya Tunç
Evrensel / 01.06.25