TÜPRAŞ’ta sefalet sözleşmesi, eylemli tepkilere rağmen imza altına alınmış oldu. İşçilerin genel olarak çalışma koşulları ve ücretlerdeki gerilemeyi 2019 sözleşmesine bağlamasına rağmen, esasında özelleştirme saldırısının hemen ardından başlayan ve bugün AKP hükümetinin ekonomi programıyla paralel şekilde tırmandırılan baskı rejiminin işçi sınıfına yansımasını yaşıyoruz. Sendika yöneticilerinin teslimiyet için bahane olarak önümüze koyduğu “Koç da daha fazlasını vermek istiyor ama hükümet izin vermiyor” söylemindeki oyun işçi sınıfı tarafından aşılmak üzere orta yerde duruyor.
Mücadelesiz müzakereciliğin ve yasalcılığın getirdiği geri nokta!
TÜPRAŞ’ta çalışan işçiler açısından çalışma ve yaşam koşulları hızla kötüleşiyor. Sefalet sözleşmesine Kocaeli ve İzmir rafinerilerinden gelen, yol kapamalı, polisi aşmalı, yürüyüşlü tepkiler bunun ne kadar farkında olunduğunun kanıtıdır. Ancak bunu tüm Türkiye işçi sınıfı yaşıyor. Çünkü milyonlarca işçiye krizin faturası baskı ve zor yoluyla ödetiliyor. Bu, düşük ücretle, ağır vergilerle, eylem ve grev yasaklarıyla, işten atma tehditleriyle yapılıyor. Tüm bunların yanında TÜPRAŞ’taki kıskacın daha da keskin olduğu bir gerçek. Bir yanda Türkiye kapitalizminin koçbaşı bir sermaye grubu, onunla kol kola yürüyen, Orta Vadeli Program’la işçinin ekmeğini küçültmeye odaklı, zor aygıtlarını sonuna kadar kullanan bir hükümet işbirliği var. Grev yasağı ve Yüksek Hakem Kurulu, ülkenin geldiği atmosferde ezici bir sopa haline gelmiş durumda. Sözleşme sürecinin başından itibaren TÜPRAŞ işçisi büyük bir sıkışmışlık yaşadı. Petrol-İş Sendikası’na hakim müzakereci ve yasalcı anlayış bu sıkışmışlığı pekiştiren bir duruma yol açtı. Kıskacın en büyüğü buydu; ama aynı zamanda sıkışmışlığı aşmanın da tek çıkış yolu buradaydı. Nitekim Kocaeli ve İzmir Tüpraş işçisi tam da buradan yürüdü!
Uzun yıllardır büyük bir marifetmiş gibi masa başı uzlaşmaya dayalı, “aman tadımız kaçmasın” soslu yasalcılığı kutsayan sendikal anlayışın işçiyi bir adım bile öteye götürmediği gerçeği ile karşı karşıyayız. Şimdi bu gerçekle yüzleşip buna karşı yol ve yöntem geliştiremezsek, yıllardır yaşanan kaosu büyütmekten başka bir şey yapmamış oluruz. Neredeyse 32 saat süren, dört rafineriden sadece ikisinin katıldığı direnişin hiçbir şey elde edemeden neden geriye çekildiğini anlayamayız. Sendikal bürokrasinin uğursuz rolünü, işçiyi mücadeleden geri çekmek için öne sürdüğü bahaneler üzerinden tartışıp buna hak verdiğimizde bir adım ileriye gidemeyiz. İlk olarak, ya sermayenin verdiği %35 ya da YHK’nın vereceği muhtemel daha düşük zam arasında seçim yapmaya zorlandık. Eyleme geçildiğinde de “Tek başımıza bir şey yapamayız, diğer rafineriler yalnız bıraktı” denildi. Sorun ne kötünün iyisi olan zammı tercih etmekte ne de işçinin tek başına yalnız kalmasında. Bunlar gerçek sorunlar olsa da çözüm, tam da bu tartışmaların dışında davranmaktan geçiyor.
Grev yasağına ve YHK’ya teslim olduktan, bunlara karşı yapacak bir şey yok diye bakıldıktan sonra o kurulan masalardan işçinin lehine bir şey beklemek kadar abes bir durum yoktur. Fiili mücadele bakışıyla davranılmadığı, yasaklara karşı baştan tutum geliştirilmediği, kapitalistlerin çıkarlarını koruyan yasalara kutsiyet bahşedildiği sürece işçinin kapitalistin ve onun hizmetindeki devletin insafına güvenmesi dışında elinde bir şey kalmaz. Böyle bir güvenin sonuçları da on yıllardır belidir. Sermaye kazanmakta işçi sınıfı kaybetmektedir. Tüpraş sözleşmesi bize açık bir gerçeğin, yasalcı-icazetci sendikal anlayışla hiçbir şey elde edemeyeceğimizi bir kez daha göstermektedir. Sorun işçilerin bunu anlayıp buna göre bir örgütlenme ve mücadele hattı kurup kurmayacağıdır.
Bu yapılmadığı ölçüde bu sözleşmeyi kim sattı sorusunun etrafında dönüp durmanın gerçek bir anlamı yoktur. Kaldı ki bu sorunun cevabı tartışma gerektirmeyecek kadar açıktır. Topu birbirlerine atıp dursalar da tüm şube yönetimleri ve genel merkez bu teslimiyetten doğrudan sorumludur. Ve muhakkak hesap vermelidirler. Hem sorumluluk alıp koltuklara oturup hem de suçu başkalarında arayarak kaçmaya kimse kalkmamalı!
Önemli olan tek tek kişilerle değil genel olarak bu kişileri yaratan anlayışla hesaplaşma cüreti göstermektir. Ama bu kişilerle hesaplaşmadan önce kendimizle hesaplaşmayı başarmalıyız. Onlara yetki ve sorumluluk veren ama gerektiği gibi denetlemeyen, ortaya sürdükleri bahanelere inanmadığımız halde göz yuman, yeri geldiğinde onlardan kopuşmayı göze alamayan, bunun gereklerini yerine getirmeyen biz işçileriz.
TÜPRAŞ işçisi, her şeyden önce bu sürecin yenilgisini umutsuzluğa dönüştürmemeli. Aksine, yenilgiyi derhal aşılması gereken bir eşik olarak görüp harekete geçmelidir. Tüm rafinerilerde fiili ve meşru mücadeleyi esas alan, kararlı biçimlere kavuşturulmuş, işçi demokrasisinin yerleştirildiği yeni bir sendikal anlayışın gerekliliği her yönüyle tartışılmalıdır. Taban inisiyatifini geliştirmek için mücadeleci işçiler yan yana gelmeli, örgütsüz ve dağınık tablo bir an önce toparlanmalıdır. Ünite ünite komiteler kurulmalı ve bunun üzerinden rafineriler arasında koordinasyon sağlanmalıdır. Hiç de üç sene beklemek zorunda değiliz! Örgütlülüğümüzü ve iç bütünlüğümüzü sağladığımız gibi, bizden ve ailelerimizden çalınanları geri almak hiçte zor olmayacaktır. İşçi sınıfı aldığı yenilgilerden öğrenir öğrendikleriyle yeni mücadelelere atılır. Tüpraş’ta artık yeni dönem başlamıştır. Bu döneme ya biz işçilerin mücadelesi damga vuracak ya da sırtımızdaki kölelik zincirleri daha da kalınlaşacaktır. İkisi arasında orta bir yol yoktur.
Petrokimya İşçileri Birliği
12.05.25