Bugünün dünyasında kamusal alanın estetiği alışıldık şey değil. Hatta bırakın sanatı, çoğu zaman teknik dokunuşlar bile önemsenmiyor. Öyle ya ‘kaldırım mühendisliğine’ atfedilen pejoratif anlamda bile gündelik hayat, ciddiyetsizliği açıklamak için kullanılıyor. Sanat ve estetik, sadece belli bir kesimin ulaşabileceği ve tüketebileceği şekilde tasarlanırken sanki bu kavramlar sadece toplumsal hayatın küçük bir bölümüne sunulan bir ayrıcalıkmış gibi görülüyor.
Mahşeri kalabalığın saatlerini geçirdiği ‘sıkıcı’ yerleri tuvale dönüştürmek ise ‘Ele ayağa düşmek istemeyen’ kimileri için gereksiz bir çabadan ibaret. Hoş, zaten buna ön açacak sistematik bir yapı da ortada yok. O sebeple bir gün içinde en çok vakit geçirdiğimiz mekanlar ya da en çok baktığımız duvarlar tüm kasvetiyle bizi boğuyor. Aksini yapmak istediklerinde dahi söz konusu çabalar eğreti duruyor.
Mesela en basitinden otobüs duraklarını düşünelim. Günlük rutinlerimizin en sık kendini tekrar eden parçalarından. Her biri, birbirinin aynısı tasarımlar. Yine de sabah uykulu akşam yorgun gözlerle istesek de istemesek de baktığımız bu mekanlar en küçük ayrıntısına kadar hafızamızda yer ediyor; Reklam panosunun kenarındaki yırtık bir afişin yerini çok iyi biliyoruz. Biraz zorlasak direğe yapıştırılmış böcek ilaçlama ilanındaki telefon numarasını ezberleyeceğiz. Bir yanı kırık oturak ise kendi durağımızı diğerlerinden ‘farklı’ kılan en büyük özellik...
Oysa kimsenin umursamadığı, zaten belli bir kesimin ayak bile basmadığı bu otobüs durakları farklı bir toplumsal modelde bambaşka bir şekil alabiliyor. Her ne kadar ilk akla metro durakları gelse de Sovyetler Birliği’nde otobüs durakları birer sanat eseri olarak tasarlanır. Bu tasarımlar bizim bildiğimiz ‘duraklardan’ o kadar farklı ki uzaktan bakıldığında karşınıza çıkan şeyin bir otobüs durağı olduğunu anlamak biraz zaman alıyor. Zira nice sanat akımına ve nice kültürel referansa dayanan bu duraklar, sanatı gündelik hayatın bir parçası haline getirmek isteyen amatör ya da profesyonel Sovyet sanatçıların eserleri.
Burjuva-liberallerin ‘tek tip’ ve ‘gri’ olarak resmetmek istedikleri Sovyetler Birliği, bu anlamda bize rengarenk bir atlas sunuyor. Birçok otobüs durağı Sovyetler Birliği’nin yıkılmasıyla birlikte, günümüzün ‘tek tip’ modelleriyle değiştirilmiş olsa da, bugün hâlâ bir şekilde ayakta olan pek çok durak var. Peki bu duraklar bize güzellik ve estetiğe dair neler anlatıyor olabilir? Gelin biraz bu konu üzerine kafa yoralım.
Kültürlerin ve akımların çeşitliliği
Sovyetler Birliği’nde kamusal alanın estetiği, belli bir merkezi politikanın sonucudur. Herhangi bir yerleşim yerindeki duvar mozaiklerinden metro duraklarına kadar özgün ve kendine has içerikler karşımıza çıkar. Her biri farklı bir temada, yer yer farklı sanatsal yaklaşımlarla işlenen metrolar, bunun en yoğun şekilde görüldüğü örnekler.[1] Fakat otobüs durakları bundan daha az önemli değil. Tam tersi, otobüs ağlarının yayıldığı alanın genişliği ve teknik olarak metro istasyonlarına kıyasla çok daha düşük maliyetli oluşu düşünüldüğünde bize binlerce farklı örnek sunar.
Bu sebeple bugün Özbekistan’da bir çölün ortasında, Kafkaslarda bir dağ köyünde, Kuzey Kutup çizgisinin ötesinde ya da Rusya’nın uçsuz bucaksız topraklarında bir yerlerde her biri diğerinden farklı binlerce otobüs durağı bulunuyor.
Sovyetler Birliği gibi sayısız dilin konuşulduğu, yüzlerce etnik kimliğin yaşadığı bir ülkede otobüs durakları da bu kültürel dokunun birer yansımasıdır. Yani Kırgızistan’ın yerel motifleri bazen bir başına, bazense Sovyetler Birliği’ndeki farklı sanat akımlarından esinler taşıyarak bir yerlerde karşımıza çıkabiliyor. Bunun en önemli nedeni otobüs duraklarını tasarlayan sanatçıların ya da mimarların çoğunlukla o bölgeden oluşu. Hal böyle olunca metro istasyonlarına oranla kıyaslanmayacak bir çeşitlilik ile karşılaşıyoruz.
Sadece kültürel arka plan değil, aynı zamanda sanatçıların benimsediği ya da ilgi gösterdikleri akımlar sebebiyle birbirine hiç benzemeyen durakları görebiliyoruz.
"Kimse ‘hayır yapamazsın’ demedi"
Sovyetler Birliği ülkelerindeki otobüs duraklarını son yıllarda dünyaya duyuran isimlerden biri Kanadalı Fotoğrafçı Christopher Herwig. Toplam 12 yıl boyunca yaptığı çalışmalarla bir sürü otobüs durağının izini sürer ve son derece çarpıcı fotoğraflar çeker. Herwig “Daha önce kamusal yapılara bu kadar çeşitli yaratıcı ifadelerin uygulandığını görmemiştim. Tasarımcılar hayal güçlerinin sınırlarını zorladılar. Geri durmadılar ve hatta bazen, belki de çok bile ileri gittiler!” ifadeleri ile şaşkınlığını boşuna açıklamıyor, mesela bazı otobüs duraklarının en önemli bileşeni yani çatısı bile yok!
Sovyetlerdeki bu tasarımlara öncülük etmiş isimlerden biri olan Gürcü Sanatçı Zurab Tsereteli, şöyle söylüyor:
“Otobüs durakları sanat içermeli, sadece çerçeve, cam ve oturak değil. Hayır, insanlar bundan zevk almalı. Neden bazılarının çatısı yok, neden şöyle yapıldı, beden böyle yapıldı... bunlara yanıt veremem. Bu onların sorunu. Ben bir sanatçı olarak her şeyi sanat ile yaparım. Kimse de kalkıp ‘Hayır yapamazsın’ demedi. Alkışladılar, ödüllendirdiler. İşte o kadar! Otobüs durakları, şüphesiz sanatsal düşünce olarak bu beklenmedikti. Öylesi mekanlarda kimin aklına gelirdi? Sanat her zaman ön sıralarda olmalı.”
Otobüs duraklarının ön plana çıkmasının bir de teknik boyutu var. Belaruslu Otobüs Durağı Tasarımcısı Mimar Anton Sardarov şöyle açıklıyor:
“Benim mimaride odaklandığım konu yollar. Bu çok dikkat çekici bir konu. Çünkü yollar sadece seni bir noktadan öbürüne götürmeye yaramamalı, aynı zamanda insana bir zevk vermeli. Peki neden otobüs durakları? Biz sosyalist bir dünyada yaşadık ve sosyalist bir dünyada bireysel ulaşım teşvik edilmez. Bu yüzden bireysel ulaşım fazla gelişmemiştir, öyle yüksek seviyelerde arabalarımız olmadı. Fakat iletişim ve ulaşım bir gereklilikti. Tüm sistem otobüs hatları üzerine kuruldu, onlar ülkeyi bir araya getiriyordu. Yol sistemi üzerine çalışan biz yol mimarları yılda 1-2 kez bir araya geliyorduk.”
Ticari kitle kültürü ve sosyalist kültür
Az önce sözünü ettiğimiz Fotoğrafçı Herwig’in konuyla ilgili bir de belgeseli var. Değerli aktarımları bizimle paylaşıyor olsa da Herwig’in meseleye baktığı ‘açının’ son derece sorunlu olduğunu söylemek gerekiyor; Kanadalı Fotoğrafçı, antikomünist dogmaları çalışmasının merkezine koyuyor. Bu otobüs duraklarındaki incelikli sanatı ‘Her şeyin kontrol altına alındığı totaliter bir ülkede birey olarak insanların sanat ile aradığı yardım çığlığı’ olarak değerlendiriyor.
O halde sormak lazım, bugün kimse kimseyi kontrol etmiyor da o yüzden mi sanatsal üretim tekdüze oluyor? Yoksa sanat sadece ‘Her şey kontrol altına alındığında’ bir ‘çığlık’ olarak ortaya çıkar?
Yine de bu yaklaşımın asıl sorunu Herwig’in tüm dünyayı kendi burjuva-liberal lensinden okuyor oluşu. Yani öylesine kalıplaşmış ön kabullerle meseleye yaklaşıyor ki kamusal alanın sosyalist bir toplumda nasıl bir sanatsal yansıma yarattığını kendi değerlerinden yalıtarak değerlendiremiyor. Neden bugün emekçilerin, yoksulların yaşadığı yerlerdeki hiçbir kamusal alanda sanatın s’sine rastlanmadığı gerçeğini sorgulamıyor.
Aslında buna yanıtı Belaruslu Mimar Sardarov gayet net bir şekilde veriyor:
“[Sovyetler Birliği] Totaliter bir rejimdi, kötüydü vesaire diyebilirsiniz, eyvallah. Ama tüm bunlara rağmen gerçek bir kültürün filizleri de yeşerdi. Şimdilerde çoğu zaman kitle kültürü ile öldürülüyoruz. Çünkü kitle kültürü ticari bir kültür. Böylesi bir ticari kültür de pop müzik gibi özetlenebilir. Pop müzik benim zamanımda The Beatles’dı, The Rolling Stones’du. Tamam, o zamanlar ilk kez ortaya çıkıyordu. Ama şimdi bir standarta dönüştü. Hiçbir yenilik, hiçbir yeni fikir yok. Varsa yoksa ’60’lardan ’70’lerden eski fikirler... Sadece mimaride değil, müzikte de böyle.”
Gündeliğin estetiği
Bugün karşımıza çıkan ‘güzellik’ ya da ‘estetik kaygısı’ kamusal olmaktan çok uzakta. Sınıflı toplum yapımızın sivri piramidi nasılsa, toplumların sanatla ilişkisi de öyle belirleniyor. Elbette her halükarda işçi sınıfı kendi sanatını yaratıp yaşıyor. Ancak muktedirlerin sanatı kime reva gördüğü, hayatın her alanında olduğu gibi toplumsal düzenin kimliğini yansıtarak belirleniyor.
Sovyetler Birliği’nde sanat ve hayat, kimilerince asılsız bir şekilde ‘tek tip’ olmakla suçlanırken, dünyayı burjuva-liberal lenslerle okuyanlar günümüzün gerçekliğini de kendilerini çevreleyen ayrıcalıklar dünyasından ibaret zannediyorlar. Oysa bu ayrıcalıklar dünyası da dahil olmak üzere, kapitalizmin pazar haline getirip, sanatı nasıl tek tipleştirdiği gözden kaçırılıyor.
Sovyetlerde günlük hayatın nasıl estetik hale getirildiğini görmek ise belki hiç düşünmediğimiz eksiklikleri bize hatırlatıyor. Emeğin sömürüsüne dayalı gündelik yaşamlarımızın kasvetini yaşaya yaşaya bazı şeylere alışıyoruz. Fakat bu duraklara baktığımızda ne kadar ‘basit’ olursa olsun, sanatın günlük yaşamdan dışlanılamayacağını görüyoruz. Bu sebeple kimilerine ‘kaba’ gelen ‘otobüs durağı’ gibi mekanlar dahi, sermayenin seri üretim zihniyetinden sıyrılınca herkesin ruhunu besleyebiliyor.
Çünkü gündelik olan da güzeldir. Yeter ki o güzelliği görecek sınıfsal gözlere sahip olalım.
[1]https://www.gazeteduvar.com.tr/moskova-yazilari-bir-sonraki-istasyon-sosyalist-gercekcilik-makale-1686500
Evrensel / 17.05.25