Almanya’nın şirketler kabinesi

Avrupa’nın Gündemi’nde bu hafta Almanya’nın yeni hükümeti, Fransa Cumhurbaşkanı Macron’un “sömürgeleri” ziyareti ve İngiltere’de Yeşiller partisine yönelik tartışmalar var.

  • Haber
  • |
  • Basın derleme
  • |
  • 11 Mayıs 2025
  • 14:30

Almanya’da yeni hükümet göreve başladı. Ülke çıkarına politika yapılacağı iddiası, koalisyon sözleşmesi ve hükümet programında zenginlere ayrıcalıklar tanınması, yoksulların ise haklarının kısıtlanmasıyla çürümüş oluyor.

Öte yandan Fransa’da Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron’un nisan sonunda Fransız sömürgeleri Mayotte ve Réunion Adalarına yaptığı “resmi gezi”, Fransa’nın Hint Okyanusu’ndaki askeri ve ekonomik yayılmacılığının yeni bir adımı oldu. Macron’un bu ziyareti, Fransa’nın Hint-Pasifik bölgesindeki askeri varlığını artırma stratejisinin bir parçası. Şu anda Fransa’nın bu bölgede 8 binden fazla askeri var. Gıda güvenliği söyleminin arkasında askerileştirmenin ve çok uluslu şirketlerin önü açılırken halkların kaderi yeniden emperyalist pazarlıklara terk ediliyor.

İngiltere’de yayımlanan Guardian gazetesinden seçtiğimiz makale ise Yeşiller partisinin öne çıkan isimlerinden Zack Polanski’ye dikkat çekiyor.

Yeni Almanya hükümeti kime hizmet ediyor?

Christoph Butterwegge
Telepolis

Yeni federal hükümetin programı, personeli ve projeleri ülkedeki sosyal adalet için pek bir şey ifade etmiyor. Medyanın koalisyon anlaşmasında “sosyal demokrat imzası” izlenimine rağmen, neoliberal zeitgeist nüfuz etmiş durumda.

“Rekabetçilik”, Hristiyan Birlik Partileri CDU, CSU ve sosyal demokrat SPD arasındaki koalisyon anlaşmasındaki anahtar kelime. “Dijital altyapı” başlığı altında, SPD Lideri Lars Klingbeil tarafından başlatılan “Almanya’ya sorumluluk” buna uygun bir şey söylüyor: “Devletten önce pazar’ geçerlidir.”

Neoliberal konum mantığı, askeri sektördeki caydırma mantığına benzer. Birçok kişi her iki kavramı da alternatifsiz ve tutarlı olarak görüyor. Ancak caydırıcılık bir silahlanma yarışına yol açtığı gibi, rekabete olan saplantı da bir vergi yarışına yol açıyor ve en uç durumlarda devletler işverenlere eylemde bulunmaları için ödeme bile yapıyor.

Neoliberal anlatı mantıklı değil çünkü başkalarından bir şeyler kapmayı amaçlıyor. Ancak siyaset herkese fayda sağlamalı ve kimseye zarar vermemeli. Özellikle Almanya’nın sanayisinin ihracat odaklı yapısı göz önüne alındığında, ABD Başkanı Donald Trump’ın düzensiz dış ticaret politikasına (Koruyucu tarifelerin kısaca gümrük yaptırımlarının uygulanması ve geri çekilmesi) iç satın alma gücünü güçlendirerek yanıt vermek daha mantıklı olacaktır.

Olumlu şeyler vadeden pasajlarda bile, metin iktidar partileri ile vatandaşlar arasında tamamen araçsal bir ilişki ortaya koyuyor: “Bu hassas durumda istemeden hamile kalan kadınlara, doğmamış çocuğu mümkün olan en iyi şekilde korumak için kapsamlı destek sağlamak istiyoruz.” Yani etkilenen kadınlar uğruna değil! Tüketiciler için mantıklı bir şey planlandığında bile, bu şirketler düşünülerek yapılıyor: CDU, CSU ve SPD, “Şirketlerin maliyet katkılarını azaltmak için” Seyahat Garanti Fonu aracılığıyla paket turlar için iflas korumasını daha da geliştirmek istiyor. Yani mahsur kalan gezginleri tazminat kaybetmekten korumak için değil!

Ülkemizin dağıtım politikasının temel sorunu, orta sınıfa doğru ilerleyen yoksulluk ve aynı anda birkaç (girişimci) ailede artan servet yoğunlaşması, koalisyon anlaşmasında neredeyse hiç dikkate alınmıyor. “Faydalar” terimi 113 kez kullanılırken, “yoksulluk” kelimesi yalnızca yedi kez ve yalnızca çocuklar, engelliler, Avrupa ve Küresel Güney (gelişmekte olan ülkeler) ile ilgili olarak geçiyor.

“Zenginlik” kelimesi yalnızca iki kez geçiyor, yani ülkemizin “kültürel zenginliği” olarak ve 2025 yılı sonuna kadar yayımlanması beklenen ‘yoksulluk ve zenginlik raporu’nda. “eşitsizlik” üç kez geçiyor ve yalnızca Avrupa ve Küresel Güney ile ilgili olarak. Eğer bu hükümetin en önemli belgesine inanırsanız, bu ülkede zengin ve fakir arasında büyüyen bir uçurum hiç yok.

Beşinci CDU/CSU/SPD koalisyonunun sorunlu temel yönelimi federal kabinenin personel kompozisyonuna da yansıyor: CDU Başkanı Friedrich Merz, ekonomik, enerji ve dijital politikanın, önceki mesleki deneyimleri nedeniyle ortak iyilikten ziyade sermaye sahiplerinin kâr çıkarlarıyla ilgilenen iki işletme menajeri tarafından yönetilmesine izin veriyor.

Sağ eğilimli bir medya girişimcisi, yayıncı ve tanıtımcı olan Wolfram Weimer, medya politikasından sorumlu. Tüm bu atamalar, bakanların topluma ve tüm üyelerine hizmet etmek için yalnızca sorumluluk alanlarında faaliyet gösteren şirketlerin çıkarlarını mümkün olduğunca profesyonel bir şekilde temsil etmeleri gerektiği şeklindeki yanlış doktrinin bir ifadesidir.

SPD’nin kabine üyelerinin CDU ve CSU bakanlarının pozisyonlarına karşı ilerici bir denge oluşturmasını bekleyen herkes hayal kırıklığına uğrayacaktır. Başbakan Yardımcısı ve Maliye Bakanı Lars Klingbeil, hiçbir mesleki uzmanlığa sahip değil ve Sosyal Demokrat Partinin sağ kanadında Seeheimer Çevresi’ni temsil ediyor. Bundeswehr’in (Alman Silahlı Kuvvetleri) büyük bir hayranı ve koalisyon anlaşmasının teknokrat dilinden sorumlu…

Altyapı yatırımları için ayrılan 500 milyar avroluk özel fonun nereye gideceği belirsizliğini koruyor. Bu paranın, örneğin, CDU, CSU ve SPD arasındaki koalisyon anlaşmasında ileri bir tarihte duyurulan zorunlu askerliğin yeniden getirilmesi tasarısını en kısa sürede hayata geçirmek için hastaneleri savaşa hazırlamak ve kreşler yerine kışlalar inşa etmek için kullanılacağından endişe ediliyor.

28 Ekim 1969’da ilk hükümet bildirisiyle dönemin Başbakanı Willy Brandt (SPD) Batı Alman gençliğini heyecanlandırdı. “Daha fazla demokrasiye cesaret edeceğine” ve iç reform politikası izleyeceğine söz verdi. Mevcut Başbakan Friedrich Merz, Brandt’a dilsel bir gönderme yaparak ve politik olarak ondan farklılaşarak, programatik kitabına “Daha Fazla Kapitalizme Cesaret Et” adını verdi ve Almanya’daki genç erkeklere yalnızca kademeli bir askerlik hizmetine dönüş önerdi.

Diğer açılardan da, bu CDU/CSU SPD hükümeti halkın çıkarlarını gözetmeyen bir hükümettir.

Önceki hükümet tarafından vatandaşlık parası reformuyla ilişkilendirilen iş arayanlar için az sayıdaki iyileştirme ve rahatlama tedbirinin çoğu kaldırılıyor. İş birliği yükümlülükleri ve yaptırımlar “destek ve talep ilkesi doğrultusunda” tekrar sıkılaştırılacak: “Çalışabilen ve makul işi tekrar tekrar reddeden kişiler için yardımlar tamamen geri çekilecek.”

Aynısı konut maliyetleri için bekleme süresi için de geçerlidir: İş merkezi iş arayanların kira veya ısıtma maliyetlerini “orantısız şekilde yüksek” olarak değerlendirirse, bu maliyetler için bekleme süresi kaldırılacak.

Daha önce yoksulluktan hiç korkmamış olan birçok orta sınıf üyesi bile, Ukrayna’daki savaş, ardından gelen enerji fiyatlarındaki patlama ve enflasyon nedeniyle her kuruşu değerlendirmek zorunda kaldı. CDU ve CSU’nun artık bu düzenlemeleri gerekli görmemesi daha da anlaşılmaz.

CDU, CSU ve SPD arasındaki koalisyon anlaşmasındaki mali faydalar ve ekonomiye yönelik rahatlamalar (Bir “Almanya Fonu”nun oluşturulması, restoran endüstrisi için KDV’nin düşürülmesi, zorunlu makbuz gereksiniminin kaldırılması, elektrikli şirket arabaları için vergi teşvikleri için brüt maaş sınırının 100 bin avroya yükseltilmesi ve çok daha fazlası) listesi sonsuz olsa da, sosyal açıdan dezavantajlı olanlar, işsizler ve yoksullar için buna karşılık gelen yukarı doğru hareketlilik sinyalleri aramak boşunadır.

Son yoksulluk raporunun da belirttiği gibi, Alman sosyal yardım sistemi gelir yoksulluğuna karşı giderek daha az koruma sağladığı için, refah devletinin acilen genişletilmesi ve tekrar yoksulluk geçirmez hale getirilmesi gerekiyor.

Ancak yeni hükümetin şirketler için planlanan “süper amortisman” ve kurum vergilerinin azaltılması gibi önlemlerinin yanı sıra, daha sert yaptırımlar, bekleme sürelerinin kaldırılması ve vatandaş parası (sosyal yardım) alanlara sert yaptırımlar gibi önlemler nedeniyle zengin ile fakir arasındaki uçurumun daha da açılacağı görülüyor.

Çeviren: Semra Çelik

Fransız emperyalizmi: Macron, Hint Okyanusu ziyareti sırasında kendini savaş lideri olarak konumlandırıyor

Camille Yomiclo
Revolution Permanente

Macron, Hint Okyanusu’ndaki resmi turunu tamamladı. Hint-Pasifik’in büyük güçler arasındaki rekabetin yeni merkezi haline geldiği bir dönemde, Fransa Cumhurbaşkanı, Fransız emperyalizminin çıkarlarını savunmak ve giderek daha fazla militarize edilen bir bölgede nüfuzunu artırmak istiyor.

Macron, 21 Nisan Pazartesi günü, Hint Okyanusu’ndaki beş günlük resmi turuna bölgedeki iki Fransız sömürgesi olan Mayotte ve Réunion’da başlayarak açılışı yaptı. Turun son durağı Mauritius’tu ve bu ziyaretin bahanesi, 25 Nisan’da Madagaskar’ın başkenti Antananarivo’da gerçekleşen 5. Hint Okyanusu Komisyonu (COI) zirvesiydi. Fransa, Réunion Adası’na sahip olması sayesinde Komisyonun üyeleri arasında yer alıyor (diğer üyeler: Komorlar, Madagaskar, Mauritius ve Seyşeller). Zirvenin resmi teması “gıda güvenliği” olsa da, Fransız emperyalizmi için asıl mesele, kendi sömürgelerini daha fazla militarize ederek Hint Okyanusu’ndaki varlığını güçlendirmekti. Bu hamleler, hem topraklarındaki krizle hem de büyük güçler arasındaki rekabetin bölgedeki Fransız etkisini zayıflatmasıyla ilgili.

Macron, 1975’ten beri Komor Adaları takımadasından koparılmış olan Mayotte’u “Mozambik Kanalı’nda merkezi bir rol oynayabilecek” stratejik bir üsse dönüştürme planını açıkladı. Aynı şekilde, askeri bir limana sahip olan Réunion da önemli bir deniz ulaşım merkezi olarak tanıtıldı. 2016 yılında, Fransız deniz taşımacılığı devi CMA CGM’nin başkan yardımcısı da Maskaren Adalarını tam da bu sözlerle tanıtıyordu: “Avrupa, Asya ve Afrika arasındaki deniz yollarının kesişim noktasında yer alan bu ada, özellikle güçlendirilen deniz ulaşımı sayesinde stratejik bir konuma sahip”.

Macron, Mayotte’un bu kanalın ortasında, lojistik, tıbbi ve ekonomik kalkınma açısından bir merkez olması gerektiğini belirtti. Bu doğrultuda TotalEnergies gibi büyük Fransız şirketleriyle iş birliği yapıldığını, sağlık, güvenlik ve yatırım standartlarının uluslararası düzeyde olacağını vurguladı.

Chido kasırgasının yol açtığı yıkımın ardından Mayotte’u yeniden inşa etme projesi, sömürgeci hamlelerin gölgesinde, adayı askerileştirmeyi ve Mozambik Kanalı ile deniz altı zenginliklerini hedefleyen çok uluslu şirketler için cazip hale getirmeyi amaçlıyor.

Egemenlik ihtilafları

Mayotte’un yanı sıra Fransa, Madagaskar’la da Tromelin Adası üzerinde bir anlaşmazlık yaşıyor. Ancak en büyük anlaşmazlık, Mozambik Kanalı’nda stratejik bir konuma sahip Eparses Adaları üzerindeki egemenlik meselesidir. Bu adalar, 1960’ta Madagaskar bağımsızlığını kazandıktan sonra da Fransız kontrolünde kalmıştı. Eparses Adaları’nın bugünkü değeri, yalnızca askeri değil aynı zamanda enerji kaynakları bakımından da büyük. Bölgede bulunan hidrokarbon rezervleri, Kuzey Denizi’ndeki rezervlere denk.

Hint Okyanusu Komisyonu zirvesinde, Madagaskar Cumhurbaşkanı Andry Rajoelina ile Macron’un bu adalar konusunda oluşturulan ortak komisyonu 10 Haziran’da Paris’te toplama kararı alması önemli bir gelişmeydi. Ancak Fransa, 1979’da Birleşmiş Milletler tarafından Madagaskar’a iade edilmesi istenen bu adalar üzerindeki egemenliğini hâlâ sürdürmekte ısrarlı.

Fransız kontrolündeki Mayotte, Réunion ve Eparses Adaları ile bunların etrafındaki münhasır ekonomik bölgeler (ZEE) sayesinde Fransa, Mozambik Kanalı’nın yarısından fazlasını denetim altında tutuyor. Bu kanal, dünya petrol taşımacılığının yüzde 30’unun geçtiği stratejik bir bölge. Ayrıca, Süveyş Kanalı’ndaki güvenlik krizleri, Mozambik Kanalı’nın önemini daha da artırdı.

Hint-Pasifik stratejisinde Fransız militarizmi

Macron’un bu ziyareti, Fransa’nın Hint-Pasifik bölgesindeki askeri varlığını artırma stratejisinin bir parçası. Şu anda Fransa’nın bu bölgede 8 binden fazla askeri var. Bu bölgede Fransız stratejisinin amacı, Çin’in ve ABD’nin artan etkisine karşı koymak. Fransa, Hint-Pasifik’te kalıcı askeri varlığı olan tek Avrupa Birliği üyesi devlet olup, toplamda beş ayrı komuta bölgesine yayılmış kuvvetlere sahiptir.

Ziyaret sırasında Mayotte’a yeni bir askeri deniz üssü kurulacağı açıklandı. Aynı zamanda, Macron’un ziyareti sırasında “Tulipe 2025” adlı ortak bir askeri tatbikat da yapıldı. Bu tatbikata Hint Okyanusu Komisyonu (COI) üyesi ülkelerden 1500 asker katıldı. Hindistan da kendi bölgesel ortaklarıyla (Mauritius, Madagaskar ve diğerleri) benzer tatbikatlar gerçekleştirdi.

Mozambik Kanalı, bugün Çin, Rusya, Hindistan ve ABD gibi büyük güçlerin rekabet alanı haline geldi. 2022’de Fransız Uluslararası İlişkiler Enstitüsü (IFRI) tarafından yayımlanan bir rapor, bu rekabetin şiddetlendiğine işaret ediyordu. Çin, Doğu Afrika’da birçok altyapı projesine yatırım yaparak (liman, otoyol, demir yolu gibi) bölgedeki etkisini artırıyor. Madagaskar’da Fransa’nın yerini Çin almış durumda. Hindistan ise bölgedeki Hint diasporası üzerinden ve savunma anlaşmaları yoluyla etkisini artırıyor.

ABD ise daha sessiz bir şekilde ekonomik ve güvenlik anlaşmalarıyla bölgedeki etkisini güçlendiriyor. Rusya, Wagner grubu aracılığıyla Mozambik’te güvenlik hizmetleri sunarken, diplomatik olarak da Komorlar ve Madagaskar’ı destekleyerek Fransa’nın konumunu zayıflatmaya çalışıyor.

Bu tablo, Hint Okyanusu’nun kontrolü için büyük güçler arasında yoğun bir rekabetin yaşandığını gösteriyor. Fransa, bu rekabet karşısında bölgedeki askeri varlığını artırarak emperyalist çıkarlarını korumaya çalışıyor. Ancak, Madagaskar ve Komorlar gibi eski sömürgelerin yanı sıra, Mayotte gibi doğrudan Fransız idaresinde olan topraklardaki iç sosyal ve politik krizler de Fransa’nın bölgedeki egemenliğini tehdit etmeye devam ediyor.

Çeviren: Ali Rıza Yıldırım

İngiltere: Yeşiller gerçekten solun, reform tarzı popülistleri olacaklarsa, Zack Polanski onların adamı olabilir

Owen Jones
The Guardian

(İngiltere’de iktidarda olan) İşçi Partisi “Yeşiller Partisi bir işe yaramadığı için olağanüstü şanslı”… Birkaç gün önce bir gazetede alıntılanan isimsiz bir bakanın alaycı değerlendirmesi böyleydi. Bu değerlendirme Yeşiller’in talihi konusunda aşırı acımasız görünebilir: Ne de olsa son seçimlerde bir milletvekilinden dört milletvekiline yükseldiler, bu süreçte bir İşçi Partisi gölge kabine bakanını görevden aldılar ve şu anda 181 konseyde 859 meclis üyesine sahipler. Ancak Başbakan Keir Starmer’ın hükümeti görevdeyken bile -özellikle yaşlı ve engellilere devlet desteğindeki kesintiler nedeniyle- Nigel Farage’ın aşırı sağcı Reform Partisinin kendisini halkın hayal kırıklığının ana kabı olarak konumlandırmasıyla Yeşiller anketlerde netleşti.

Bu nihayet değişebilir mi? Partinin lider yardımcısı olan ve Londra meclisinde yer alan Zack Polanski, stratejide bir vites değişimini temsil eden bir sunumla en üst görev için bir teklif başlattı. Polanski bir yolculuğa çıktı: Bir zamanlar liberal demokrat bir aktivist olan Polanski artık partinin solunda yer alıyor ve açıkça tanımlanmış sol-popülist bir mesaj sunuyor. Bu bir isyan değil -partinin ultra-demokratik ethosu her iki yılda bir liderlik seçimi yapılmasını zorunlu kılıyor, ancak Polanski açıkça parti düzenine meydan okuyor. Bana Yeşiller’in “Zenginliğe ve güce meydan okuyacak” ve bunu yaparken “Gerçekten, gerçekten net ve özür dilemeden” konuşacak birine ihtiyacı olduğunu söyledi.

Polanski mevcut eş liderleri, yeni seçilen Milletvekilleri Carla Denyer ve Adrian Ramsay’i eleştirmemeye özen gösteriyor ama sanırım partinin iletişim konusunda bir sorunu olduğunu kabul ediyor…

Mothin Ali işçi sınıfından bir Yeşiller üyesi örneği: Leeds’te meclis üyesi ve aynı zamanda partinin en yüksek profilli Müslüman temsilcisi. Polanski’yi “doğal bir iletişimci ve doğal bir halk insanı” olarak görüyor, ancak partinin “Her zaman oldukça orta sınıf hissettirdiğini” ve “Kendisini biraz yersiz hissettiğini” kabul ediyor. Ona göre bunu değiştirmek, Yeşiller’in yaklaşımını değiştirmek ve “Odadaki sevimli kişi olmaya çalışmamak” anlamına geliyor. “Mesajımızı iletmek için belirli grupları üzmekten endişe etmemize gerek yok.” Bu kesinlikle Yeşiller için önemli bir meydan okumadır. Farage, Donald Trump gibi, müdahaleleriyle yangın fırtınalarına neden olmaktan, ardından gelen öfkeyi kullanmaktan ve bir santim bile taviz vermeyi reddetmekten zevk alıyor gibi görünüyor. Bunun sonucunda da her yıl ulusal siyasi tartışmaları kendi alanına çekmeye zorluyor…

Teorik olarak Yeşiller, 39 seçim bölgesinde İşçi Partisinin ardından ikinci gelerek İşçi Partisi için büyük bir tehdit oluşturabilir. Bu başarıyı daha da etkileyici kılan şey, bu seçim bölgelerinde çok az kampanya yürütülmüş olmasıydı, İşçi Partisinden hayal kırıklığına uğrayan pek çok seçmen, adaylarının kim olduğunu bilmeden Yeşillere oy verdi. Ancak Muhafazakar Partinin, Reform UK tarafından potansiyel olarak yerinden edilmesiyle birlikte, İşçi Partisinin yeni bir mesaj verme riski ortaya çıkıyor: Yeşillere verilecek bir oy Farage’ı başbakanlık konutuna yerleştirme riskini taşıyor. Polanski’nin buna cevabı “ulusal bir halk hareketi”, yani aktivistleri yerel topluluklara yerleştiren ve güçlü, sarsılmaz bir seçmen tabanı oluşturan kitlesel bir üyelik hareketi.

Gerçekten de, uzun süredir Muhafazakar Partili seçmenlerin eski siyasi yuvalarını nasıl terk ettiklerini gördük; ve İşçi Partisi seçmenlerinin önemli bir kısmı, engelli yardımlarını kestiği veya İsrail’in Gazze’deki soykırım savaşını desteklemeye devam ettiği için partiyi asla affetmeyebilir. Polanski için asıl zorluk kesinlikle görünürlük. Medya ortamı her zaman düşmanca olacaktır, ancak Yeşiller’in korkunç sosyal medya stratejisi kaybedilmiş bir fırsatı temsil ediyor: Sadece bunu profesyonelleştirmek, mücadeleci bir yaklaşım ve mesaj disiplini ile birleştiğinde kesinlikle çok şey ifade edecektir. Almanya’da solcu Die Linke, son seçimlerde kendisini aşırı sağcı AfD’nin tek tutarlı muhalifi olarak konumlandırarak tahmin edilen siyasi ölümden kurtuldu, benzer şekilde, Polanski saldırılarının çoğunu Reform’a odaklarken, İşçi Partisi Farage’ın söylem ve politikalarına saldırıyor.

Polanski’nin kendini kanıtlaması gerekecek: Daha önce hiçbir parlamento seçimini kazanmadı ve partilere toplam güçlerine göre sandalye veren liste sistemi nedeniyle Londra meclis üyesi. Ancak Garbett onun “Londra ve ulusal kampanyalarımızın önemli bir parçası” olduğunu ve kazanan adayları desteklemek için ülkeyi dolaştığını vurguluyor. Kampanya gayretine kesinlikle ihtiyacı olacak. İşçi Partisinin solunda giderek büyüyen bir hayal kırıklığı tabanı var: Ancak şu anda bu taban parçalanmış ve morali bozulmuş durumda. Polanski, Yeşiller’in bunu tersine çevirmek için en iyi şansı, ancak bu kolay bir iş olmayacak.

Çeviren: Sarya Tunç

Evrensel / 11.05.25