Happening Vietnam: Bir gösteriye dönüştürülen savaş

ABD'nin Çinhindi'deki savaşının estetize edilmesi ve sahnelenmesi üzerine…

  • Çeviri
  • |
  • Dünya
  • |
  • 09 Mayıs 2025
  • 17:30

Vietnam Savaşı’nda “kültür endüstrisi” ilk kez cephede doğrudan rol oynadı. “Vietnam rock’n’roll ve büyük bir barbeküydü” diyen bir gazinin hatırladığı gibi, bu tanımın ABD Ordusu kamplarındaki tonlarca biftekle yapılan barbekülere mi yoksa napalm kurbanlarının yanmış bedenlerine mi gönderme yaptığı belirsizdi.

Paul Virilio, sanayileşmiş savaşta “algının lojistiği” üzerine yaptığı çalışmada, ses ve görüntü teknolojilerinin “herkesin kendi gerçekliğini sahneleyebilmesi” için hizmet verdiğini yazar. Vietnam’da ABD askerleri, radyolar ve kasetçalarlar sayesinde neredeyse her yerde müzik dinleyebiliyordu. Hatta helikopterlerde bile kulaklıkla bu “zevki” tadıyorlardı. B-52(ağır bombardıman uçakları) pilotları için bombaları Iron Butterfly’ın "In-A-Gadda-Da-Vida"(Cennet bahçesinde) parçası eşliğinde bırakmak, birkaç saniye içinde başlayacak cehenneme estetik bir giriş niteliği taşıyordu.

Bu ses manzarası, gerçeklik ile kurgu arasında sarhoş edici bir geçiş yarattı: “Ve artık bu sadece müzik değil, deneyim, film gibi bir yaşam, savaşın kendisinin bir savaş filmi, yaşamın kendisinin savaş olmasıydı” diye yazmıştı "Full Metal Jacket" (tam metal ceket) filminin senaristlerinden Michael Herr, çok satan kitabı Dispatches’ta. Bu durum, askerlerin kendi arkadaşlarının ölümü karşısındaki duygusuzluğunu da açıklayabilir: 1968’de Khe Sanh kuşatmasında bir helikopter nişancısı vurulup düştüğünde, bazı deniz piyadeleri alkışladı.

Kültür psikoloğu Rainer Schönhammer, bu mesafelenmiş algıyı şöyle açıklar: “İzlenen şey garip şekilde yabancılaşır ama basitçe reddedilmez, aksine bir gösteriye dönüşür; bu mesafe sayesinde daha dikkatli izlenir.” Askerlerin şiddetle olan mesafesi, televizyon yoluyla halkın evine girdi. Vietnam, televizyonda ABD askerleriyle özdeşleşmeyi kolaylaştıran ilk savaş oldu; evlerde zaman gecikmeli ama görüntülü olarak izlenebiliyordu.

"Kızılderili ülkesi"

Vietnam müziği ve çarpıcı görüntülerle ABD solunun kültürel hegemonya kurduğu yönündeki inanç, bir efsaneden ibarettir. Savaş karşıtı hareket kısa süreliğine “Çocukları Eve Getirin!” sloganı ve zorunlu askerliğe karşı halk desteğiyle kitlesel bir taban oluşturabilse de Vietnam’ın ulusal kurtuluş mücadelesine destek veren dayanışma kampanyaları geniş kitlelere ulaşamadı. Anti-emperyalist sanat ve karşı kültür, dergilerde savaşan Amerikan askerlerinin zorluklarını dramatize eden fotoğrafların gölgesinde kaldı. Sol kültür ise seks, uyuşturucu ve terk edilmişlik hissiyle ilgili şarkılarla bastırıldı.

Bu isyankar ama eleştirel olmayan müzikler, cephe ile iç cepheyi kültürel olarak birleştirirken savaşı “anlamsız” bir trajedi gibi gösterdi. Bu durum savaşın meşruiyetine karşı değil, yalnızca “yanlış savaş” yapılmasına karşı duyulan tepkiydi. Edebiyat araştırmacısı Jack Zipes, “Herkes, solcular, liberaller, sağcılar; savaşın kendisine değil, yanlış savaşa öfkeliydi” diyordu. Bu tavır, Amerika’nın kendini askeri süper güç olarak görmesinden kaynaklanıyordu. Savaş hep dışarıda yaşanıyordu, çünkü başka halklar hâlâ barış ve özgürlüğe hazır değildi. “Bu yüzden bazı ülkeleri işgal etmek zorundayız” diyordu Zipes. “Savaş bizim ikinci doğamız.” Marvin Gaye’in “What’s Going On” (Ne Oluyor) ve The Doors’un “The Unknown Soldier” (Meçhul Asker) gibi şarkıları, savaşı doğanın kaçınılmaz bir gücü olarak yansıttı; onun siyasi ve ekonomik nedenlerini ise gizledi.

Rock’n’roll’un savaşın başka araçlarla devamı haline gelmesi, Güney Vietnam’daki müzik sahnesinin dönüşümüyle açıkça görülür. ABD’li askerlerin Mekong Deltası’nda Haight-Ashbury havası yaşama arzusu, Saygon’da tuhaf bir hippi dünyası yarattı. CBC gibi Vietnamlı gruplar, saçlarını uzatıp ABD’deki “çiçek çocukları” gibi giyinerek Jefferson Airplane, Janis Joplin ve Jimi Hendrix’in şarkılarını söylüyorlardı. 29 Mayıs 1971’de düzenlenen ve Van Thieu rejimi tarafından desteklenen Saygon Uluslararası Rock Festivali, sahnede savaş propagandası yapılmasına ve gelirin orduya gitmesine rağmen Vietnam’ın “Woodstock”u olarak kutlandı. Bu tür şovlarla Amerikalılar “iyi yerlileri”, yani medeniyeti taklit eden Vietnamlıları ayırt edebiliyordu.

ABD ordusu ve ana akım medya, Vietnam’ı sık sık Kızılderili savaşlarıyla özdeşleştirdi. Tüm Vietnamlılar, diğer Asyalılar gibi, “çekik gözlü” olarak aşağılanıyor; Güney Vietnam Ulusal Kurtuluş Cephesi savaşçıları ve Kuzey Vietnam halkı barbarlaştırılıyordu. Sömürgeci medeniyet şovenizmi, yok edici anti-komünizmle birleşerek “Kızılderili Ülkesi”nde “Kızılların” katledilmesine neredeyse sınırsız bir meşruiyet sağladı.

Propaganda video ve müziklerinde bu düşman imajları en çirkin biçimlerde resmedildi. Karşı kültür ise bu klişeleri romantize etti. Kültür kuramcısı John Hellmann, hippi modasını ve peyote (Halüsinojenik etkileri olan bir kaktüs türü) gibi maddelerin kullanımını, “sınırda beyaz Amerika’ya meydan okuyan asil vahşiye” bir övgü olarak analiz etti. Hem isyancı hem de yerleşik kültürün ortak noktası, gerçek Vietnamlıların görünmez kalmasıydı. Anti-emperyalist sanat, “Victor Charlie”nin yani Vietnam halkının insani yüzünü sergilerken, Amerikan kültürü çoğu zaman Amerikan rüyasının öteki yüzüne bakmaktan kaçındı.

Askeri bakış

Vietnam Savaşı’na yönelik kültürel bakış bugün nostaljiyle örülüdür. Film müzikleri, ABD’li askerlerin poz verdiği, ama Vietnamlıların hiç yer almadığı derlemelerle pazarlanır. Bu şarkılar artık neredeyse yalnızca Hollywood’un Vietnam filmlerinde kullanıldığı haliyle tanınmaktadır.

Bu filmlerde, bireysel travmalarla yüzleşmeye imkân tanıyan ancak savaşın emperyalist bir suç olarak analizini engelleyen narsistik bir gerileme vardır. Francis Ford Coppola’nın Apocalypse Now (Şimdi kıyamet) filmi, Joseph Conrad’ın romanındaki gibi Batı uygarlığının “karanlık kalbine” dokunsa da bunu savaşın estetize edilmesi yoluyla kapitalizmin kültür endüstrisinin faşizan bir bileşeniyle yapar.

Geçmişin gerçekliğini silikleştiren bu yaklaşım zamanla tarihsel revizyonizme dönüştü. 2002 yapımı We Were Soldiers (Bir Zamanlar Askerdik) filminde, daha önce “We Got to Get Out of This Place” (Bu Yerden Gitmemiz Gerekiyor) diyen hippi kültürü yerini kahramanlık destanlarına bırakmıştı. MacKenzie’nin “Lay me doon in the caul, caul groon” (Beni soğuk, soğuk toprağa yatır) dizeleriyle başlayan, ölümün kaçınılmaz kader gibi sunulduğu sahnelerin altına yerleştirildi.

Georg Seeßlen 1989’da savaş filmleri üzerine yazdığı makalede şunu belirtmişti: “Sinema bir savaş makinesi gibi görür. Çünkü başka türlü bakamayacağı için değil, sivil alanda elde edilemeyecek teknolojik sıçramalara dayandığı içindir.” Bu, tüm “kültür endüstrisi” için geçerlidir. Dolayısıyla geçmiş savaşların gerçekliğine değil, gelecekteki savaşlar için seferberliğe odaklanır.

Çeviri: Kızıl Bayrak

Junge Welt - Susann Witt-Stahl / 07.05.2025