Kongo üzerinden küresel hammadde çatışması

Kongo ve Ruanda olduğu kadar tüm Afrika da barışa özgürlük ve eşitliğe giden yol emperyalist hesapların boşa çıkarılmasından geçmektedir.

  • Kızıl Bayrak yazıları
  • |
  • Dünya
  • |
  • 13 Mayıs 2025
  • 19:30

"Sömürgeleştirilmiş insanın kaderi, yabancının çıkarları uğruna yeniden yazılmış bir tarihtir."

Frantz Fanon

Kongo Demokratik Cumhuriyeti-KDC (eski adıyla Zaire), Orta Afrika’da yer alan, Sahra Altı Afrika’nın en büyük, Afrika’nın ikinci büyük, dünyanın ise 11. büyük ülkesidir.

Başkenti Kinşasa olan ve 105 milyonluk nüfusuyla dünyanın en kalabalık Frankofon (Fransızca konuşan) ülkesidir. Komşuları arasında Orta Afrika Cumhuriyeti, Güney Sudan, Uganda, Ruanda, Burundi, Tanzanya, Zambiya, Angola ve Kongo Cumhuriyeti bulunuyor. Atlas Okyanusu'na kısa (40 km) bir kıyısı var.

Tarih öncesinden bu yana yerleşim gören bölgeye Bantu halkları 3.000 yıl önce yayıldı. 14–19. yüzyıllarda Kongo Krallığı; iç bölgelerde Luba, Lunda ve Azande krallıkları egemen oldu. 1870’lerde Belçika Kralı II. Léopold’ün desteğiyle Avrupalılar bölgeyi işgal etti. 1885’te Kongo, Léopold’ün özel mülkü ilan edildi. Kauçuk üretimi için zorla çalıştırılan halk, milyonlarca kayıp verdi. 1908’de Kongo, Belçika’ya devredildi. 1960’ta bağımsızlık ilan edildi. Patrice Lumumba başbakan, Kasa-Vubu Cumhurbaşkanı oldu. Ancak emperyalist müdahalelerle Lumumba görevden alındı ve 1961’de emperyalistlerin desteği ile Katangalı gericilerce öldürüldü. Kongo’nun tarihi, sömürgecilik ve direnişin iç içe geçtiği bir mücadele tarihidir.

KDC yeryüzünün en zengin yer altı kaynaklarına sahip ülkelerinden biri olarak, yüzyılı aşkın süredir emperyalist sömürgecilerin hedefinde. 20. yüzyılın başlarında Belçika tarafından bir sömürge olarak yönetilen Kongo, bugün yine bir başka güç odağının, Amerika Birleşik Devletleri’nin planlarının merkezinde yer alıyor. Tarihten bugüne değişmeyen temel olgu ise Kongo halkının kendi kaynakları üzerindeki tasarruf hakkının gasp edilmesi ve bu gaspa, çağın değişen koşullarına uygun biçimde “meşruluk” kılıfı uydurulmasıdır.

Belçika sömürgeciliği döneminde kauçuk uğruna elleri kesilen Kongolular, bugün kobalt, bakır ve nadir toprak elementleri uğruna ölümle burun buruna çalıştırılıyor. Bu madenlerde silahların gölgesinde çalıştırılan “çocuk işçiler” Batının refahı için can veriyor. Emperyalist sistem için Kongo hâlâ bir hammadde deposundan ibaret. İnsan ve insanlık burada madene gömülü.

Bu kez işin başındakiler “farklı”. Eskiden sömürge valileri vardı, şimdi ise çok uluslu şirketlerin CEO’ları var. Köleliği aratmayan bu düzen ise “yatırım”, “güvenlik” “iş birliği” ve “ekonomik kalkınma” gibi söylemlerle hayata geçiriliyor. ABD’nin arabuluculuğunda şekillenen yeni bölgesel anlaşma trafiği, hem sömürgeci böl-parçala-yönet siyasetinin güncel bir versiyonunu hem de Çin’in Afrika’daki etkisini kırmaya dönük stratejik bir hamleyi barındırıyor. Planlanan yapı, görünüşte KDC ile Ruanda arasında süren çatışmayı sonlandırmayı amaçlıyor. Ancak perde arkasında asıl amaç, ABD’nin kendi teknoloji ve savunma sanayisi için kritik olan hammaddelerin tedarik zincirini güvenceye almak var.

Diplomatik maske ve anlaşmaların “görünmeyen” yüzü

Bu doğrultuda hazırlanan anlaşma üç temel dayanaktan oluşuyor. ABD ile KDC arasında maden yatırımlarına izin veren bir anlaşma; ABD ile Ruanda arasında cevherin işlenmesi ve dağıtımını kapsayan bir altyapı iş birliği ve nihayet, KDC ile Ruanda arasında siyasi-askeri uzlaşıyı içeren bir başka anlaşma. 

Bu anlaşmalar tamamlandığında, önümüzdeki 15 yıl içinde toplam 500 milyar dolarlık yatırım hacmine ulaşılması öngörülüyor. Emperyalist sermaye Kongo’nun yer altı zenginliklerini yağmalamak için ayrıntılı bir plan yapmış durumda. Ancak bu planın uygulanabilirliği ciddi belirsizlikler taşıyor. Zira KDC topraklarında faaliyet gösteren 100'ü aşkın silahlı milis grubu bulunuyor ve Birleşmiş Milletler’in 25 yıllık “Barış Gücü” müdahalesi kalıcı bir çözüm üretememiş durumda. Ayrıca M23 adlı silahlı örgütün Ruanda tarafından desteklenmesi, çatışmayı sürekli diri tutan bir faktör olarak öne çıkıyor. ABD'nin buradaki rolü ise ikircikli: Bir yandan barış müzakerelerine ev sahipliği yaparken, öte yandan M23’ün güçlenmesine katkı sağlayan askeri teknolojiyi dolaylı olarak temin eden Batılı sistemin merkezinde duruyor.

Washington'un önerdiği “çözüm formülü”, Ruanda’nın M23’ten desteğini çekmesi ve karşılığında KDC’nin sınır güvenliği konusunda garanti vermesi üzerine kurulu. Ancak bu, sadece geçici bir istikrar illüzyonu. Çünkü asıl mesele, bölge ülkelerinin egemenlik haklarının dış müdahalelerle sistematik biçimde aşındırılmasıdır.

Bugün Ruanda'da kurulacak işleme tesisleri, esasen Kongo’dan gasp edilen cevherin Batı sermayesince işlenmesini sağlayacak. Böylelikle ABD, sadece Çin’i bölgeden dışlamayı değil, aynı zamanda Afrika’nın iç çelişkilerini kullanarak hegemonik konumunu tahkim etmeyi amaçlıyor.

Bu emperyalist oyun, klasik sömürgeciliğin güncellenmiş bir versiyonu olarak “devlet destekli haraç mafyası” biçiminde işliyor. ABD, askeri baskı ve diplomatik manipülasyonla bir yandan KDC’yi Ruanda’ya, öte yandan Ruanda’yı ABD’ye bağımlı hale getiriyor.

Böylece her iki ülke de birbirine karşı koz olarak kullanılıyor. Teslimatlar aksarsa M23 yeniden sahaya sürülüyor. Ruanda fazla taleple gelirse ABD musluğu kısıyor. Bu, emperyalizmin bölgeye sadece istikrarsızlık ve yoksulluk getiren klasik taktiğidir.

Tüm bu gelişmelerin KDC’nin iç siyasetindeki gerilimle birleşmesi, durumu daha da karmaşıklaştırıyor.

Eski Cumhurbaşkanı Joseph Kabila ile mevcut lider Félix Tshisekedi arasındaki çekişme, özellikle M23’ün yeniden sahaya sürülmesiyle birlikte “içeriden sabotaj” ihtimalini gündeme getiriyor. Kabila’nın senatörlük dokunulmazlığının kaldırılması ve kendisine bağlı ofislerin basılması, iktidarın onun yeniden sahneye çıkmasını engelleme çabası olarak görülüyor.

Sonuç olarak, emperyalist sistemin Afrika üzerindeki tahakkümü sadece ekonomik değil, aynı zamanda siyasi ve toplumsaldır. ABD, Ruanda ve KDC arasında kurulan üçlü denklem, kıtadaki doğal kaynakların emperyalist merkezlere akışını kurumsallaştırmayı hedeflemektedir.

Jean-Paul Sartre’nin dediği gibi, "Sömürgecilik bir sistemdir: İnsanları köleleştiren, sonra bu köleliği haklı çıkarmaya çalışan bir düşünce sistemidir."

Emperyalistlerin güdümünde gerçekleşen ve yatırım anlaşmalarını garantiye almaya çalışan barış görüşmelerinin Afrika halklarının ihtiyaç ve sorunlarına yanıt üretemeyeceği açıktır. Kongo ve Ruanda olduğu kadar tüm Afrika da barışa, özgürlük ve eşitliğe giden yol emperyalist plan ve hesapların boşa çıkarılmasından geçmektedir.