Türkiye’de işçi sınıfının tarihi, sadece grevlerle, direnişlerle değil; aynı zamanda bu sınıfın kurtuluşu için mücadele eden devrimcilerin tarihiyle birlikte okunmalıdır. Bu isimlerden biri de, çoğu zaman devletin ve düzenin bilinçli olarak unutturmaya çalıştığı bir devrimcidir: İbrahim Kaypakkaya. O, Türkiye devrimci hareketi içerisinde yalnızca radikal duruşu ve genç yaşta ölümsüzleşmesiyle değil; aynı zamanda Türkiye toplumuna ve sınıflarına dair yaptığı değerlendirmelerle öne çıkan bir isimdir.
İbrahim Kaypakkaya, 1949’da Çorum’da doğdu. Fen lisesini bitirmesinin ardından İstanbul Üniversitesi Fizik Bölümü’nü kazandı. Ama O, kariyer ve kişisel konforun değil, sınıfsız ve sömürüsüz bir dünya idealinin peşinden gitmeyi seçti. 1968 kuşağının yükselen mücadele ruhuyla birlikte, Türkiye’nin sınıfsal çelişkilerini derinlemesine analiz etti. Daha 24 yaşında, 1973’te Diyarbakır Cezaevi’nde ağır işkenceler altında katledildi. Gördüğü tüm işkencelere rağmen sır vermektense ser vermeyi tercih etti.
Kaypakkaya, Türkiye’deki egemen düzenin, halkın değil, patronların, büyük toprak sahiplerinin ve emperyalistlerin çıkarına kurulduğunu söylüyordu. Bu düzende işçiye düşen, sabahın köründe kalkmak, akşama kadar çalışmak ve sonunda yoksulluktan kurtulamamaktı. O, “Bu kader değil, sistemin ta kendisi” diyerek işçileri, emekçileri bu gerçeği görmeye çağırıyordu. Daha 20’li yaşlarının başlarında olmasına rağmen örgütlenme çalışması için gittiği bölgelerin sınıfsal yapısı üzerine değerlendirmeler yazıyordu.
O’na göre, bu düzen sadece ekonomik sömürüyle değil, aynı zamanda ideolojik baskıyla da ayakta duruyordu. Devlet, kendisini “tarafsız” gibi gösteriyor ama işçilerin, emekçilerin her hak arayışını polisle, mahkemeyle bastırıyordu. İşçinin grev hakkını sınırlıyor, sendikayı etkisizleştiriyor, örgütlenmeyi tehdit olarak görüyordu.
1970’li yılların başlarında genç bir devrimci olarak O’nun devletin sınıfsal karakteri üzerine yaptığı değerlendirmeler bugün işçi sınıfının yüzüne her gün yeniden çarpan çıplak bir gerçektir. Devlet, burjuvazinin egemenliğini sürdürmesi için kullandığı bir aygıttan başka hiçbir şey değildir.
Kaypakkaya, “Proletarya, kendi sınıf çıkarları doğrultusunda, kendi bağımsız örgütlenmesini yaratmalı ve burjuvazinin her tür reformist aldatmacasına karşı mücadele etmelidir.” diyordu. İşçi sınıfının mücadelesini düzen sınırları içinde tutmaya çalışan anlayışlara karşı çıkıyor, mücadelenin ekonomik hedeflerin yanında politik hedeflere de yönelmesi gerektiğini söylüyordu. Ezilen halkların mücadelesinin işçi sınıfının eşitlik ve özgürlük mücadelesinin ayrılmaz bir parçası olduğunu savunuyordu. Bu bağlamda, Kürt halkının kendi kaderini tayin hakkını açıkça savunması, dönemin devrimci hareketi içinde onu ayrı bir yere koyuyordu.
O günün koşullarında Kaypakkaya, işçi sınıfı kadar köylülüğün de önemli bir mücadele gücü olduğunu düşünmüş, çalışmalarını daha çok köylülük üzerine yoğunlaştırmıştı. Ama işçi sınıfının tarihsel devrimci rolünü hiçbir zaman geri plana atmadı. İşçi sınıfının sadece “acı çeken” bir sınıf olmadığını, değiştirici gücün en önemli sahibi olduğunu vurguladı. Kaypakkaya, işçilere, köylülere ve ezilen halklara gerçek kurtuluşun, düzenin sınırları içinde değil, onun dışında; devrimci mücadeleyle mümkün olduğunu söyledi.
Bugün işçi sınıfı bu çağrıyı yeniden duymalı, örgütlenmeli, hem ekonomik hem de politik talepler etrafında birleşmelidir. Kaypakkaya’yı anmak, onu sadece bir devrimci olarak hatırlamak değil; onun devrimci mirasını bugünün sınıf mücadelesinde yeniden üretmek demektir.
Emeğin Kurtuluşu’nun 56. sayısından alınmıştır…