Me-ti, ozan Kin'in** dizelerini andı:
İyi adamın sorguya çekilmesi:
Öne çık: Duyduk ki,
İyi bir adammışsın.
Dönmezmişsin bir kez söylediğinden.
Neymiş söylediğin?
Onurluymuşsun, söylermişsin düşünceni açıkça.
Hangi düşünceni?
Yürekliymişsin.
Kime karsı?
Bilgeymişsin.
Kimin için?
Düşünmezmişsin kendi çıkarını.
Kiminkidir o zaman düşündüğün?
İyi bir arkadaşmışsın.
İyi insanlar da var mı arkadaşların arasında?
Dinle şimdi: Biliyoruz
Düşmanımız olduğunu. Onun için
Bir duvar önüne götüreceğiz şimdi seni.
Ama hizmetlerini
Dahası iyi yanlarını da göz önünde tutarak
İyi bir duvar seçeceğiz sana, ve
Seni iyi tüfeklerden fırlayacak iyi kurşunlarla vurup
İyi bir kürekle iyi toprak atacağız üstüne.
Bertolt Brecht
İşçi tulumu giyen şairlerin anlattığı
Karanlık zamanların susmayan şairleri vardır. Onlar bilirler ki insanlar “Demeyecekler: Ceviz ağacı rüzgârda sallandığı sıralar. Ama diyecekler: Badanacı işçileri ezdiği sıralar. Demeyecekler: Karanlıktı o sıralar. Ama diyecekler: Neden şairleri sessizdiler?” Suskunluğun ölçüsü tarihin zorunluluklarına karşı takınılan tavır, sesin yankısı işçilerin tarafında duyulandır onlar için. Hepsi de yaşadığı çağın sınıflar savaşımı tarihinin bir parçası olduğunun tanıklığını yapma tercihinde buluşurlar.
Gözlerinin rengi de bir akşamüstü yürürken hüzünlendikleri yol kenarları da değişir, sürgün oldukları şehirler değiştiği kadar. Ancak yağmurun kokusu nasıl aynı kalıyorsa hasretliklerinden tüten öyle değişmezdir. Dilleri farklıdır, bu yüzden kelimeleri değişir. Ancak kafiyesiz şiirlerine baktığınızda görürsünüz yıkmaya çalıştıkları şey kadar ortaktır anlatmaya çalıştıkları. Hatta imzasız okursanız şiirlerini aynı ellerden çıkmış gibidir anlatılan hikâyeler, sanki aynı gözlerin gördüğü acılardan süzülen... Farklı zindanlara atılırlar ve sorgularda farklı komünist partilere üye olup olmadıkları sorulur. Değişmeyen şey yalnızca zindanların onları neyden uzak tutmaya çalıştığı ve sorguların kime hizmet ettiği değildir, bunlar karşısında davalarına tutarlı bir bağlılık ve koşulsuz direngenlikleri onları diğer tutsaklardan ayırır. Sanatlarını devrimci kılanın kelimelerden ve içerikten de çok öte olduğunu anlatır bize ödedikleri bedeller. Gerçek hayata ve eyleme yansıyan devrimci bir kafanın devrimci bir yumrukla birleşmesidir bu sanatçıları devrimci kılan. Ve onların en büyük acılardan umutlar çıkarsayan bir iyimserlikle, en komik olayları onları yatan durumların trajedisi içinde, en karmaşık olguları en basit haliyle işleyebilen ince bakışları, kabalığa karşı ezilenlerin zarafetini, bugünün dünyasındaki asimetrik bir uyumun karşısında yeni dünyanın uyumsuz güzelliğini yaratabilen estetik ufku ise bu devrimcileri gerçek birer sanatçı kılar.
Bakmayın adlarının şair, oyun yazarı, düşünür olarak anıldığına. Onlar ki sınıflar savaşında yani ezen ile ezilen savaşında ezilenlerin safını seçtiler, mülk sahiplerine karşı mülksüzlerle bir yürüdüler, patronlar ile işçilerin uyuşmayan çıkarları arasından işçilerin çıkarlarını çıkarları bildiler, işte en az o ezilenler kadar ezildiler ve o işçiler kadar işçileştiler. Ve hepsi kadar mülksüzdüler…
Kalem tutan ellerinde aynı makine yağı, aynı yaralar ve midelerinde aynı açlığın izleri bulunur. Her şeyin parayla takas edildiği bir düzenin “ücretli şairlerden” değillerdir onlar; borçları, ödenmemiş kiraları ve kapılarında izlerini kollayıp homurdanan alacaklıları ile hepimizden biridirler. Bundandır ki anlattıkları şeylere kendileri de yabancı değildirler. Onlar sömürüldüklerinin ve sınandıklarının bilincindedirler. İşte bu yüzden, sömürüldükleri için onları sömüren düzene en samimi ve uzlaşmaz şekilde lanet ettiler. Ve tam da bu yüzden, tarihle sınandıklarının farkında oldukları için yazma sorumluluğunu devrimci sanatta bir silah olarak görüp namluyu doğrulttukları tarafı dikkatle seçtiler.
Huzursuz bir yazarın izinde inatçı sorular
Bunlardan 1893’te doğan biri büyük Sovyet şairi Mayakovski idi. 1902’de Nazım Hikmet doğdu. 1898’te, Bavyera’da doğan kimdi? Onun için ahlak mı ekmekten, yoksa ekmek mi ahlaktan önce geliyordu?[1] “Ne diye öğretiliyordu bu çocuklara Yunanca dilbilgisi, Sezar'ın seferleri, sülfürün formülü, Pi'nin değeri? Alınlarında yazılı olan Flander'lerin kitle mezarlarında neye ihtiyaçları olacaktı bu çocukların biraz kireçten başka?”[2] “Emeğin tüm meyvalarının emek dökenlere düştüğü nerede görülmüştü? Bir yapıdan, onu yapanların kovulmadıkları nerede?” [3] “Şiddetli denir huş ağacını büken fırtınaya. Ya yol işçilerinin belini büken fırtınaya?” [4] “Meyva vermeyen meyva ağacına kısır derler. Toprağı kim inceler?”[5] Ya siz? “Siz gelişiyor musunuz? Olayların akışı içinde misiniz gerçekten? Gelişen her şeye eyvallah mı diyorsunuz? Kimsiniz siz? Kimdir konuştuğunuz? Söylediklerinizden yararlanan kim?” [6] “Halkın ihtiyacı var pişkin, bol ekmeğe, günlük, has ekmeğine adaletin. Madem adaletin ekmeği bu kadar önemli, onu kim pişirmeli, dostlar, söyleyin? Öteki ekmeği kim pişiren?”[7] “İyilik neye yarar, öldürülürse iyiler çarçabuk, ya da iyilik görenler? Özgürlük neye yarar, yaşarsa bir arada özgürlerle tutsaklar?”[8] “Diyorlar ki: Ye ve iç sen! Sevin, neyin varsa! Fakat nasıl yiyip içeyim ki, yediğim bir açın ellerinden kaptığım lokmaysa, bir susuzun sorduğu bardak suysa içtiğim?”[9]
O Marx’ın diyalektik yöntemini -kitleleri devinime geçirmek için bir öğreti olarak eyleme geçmeyi olası kılan sorular ortaya atan, şeyleri hiçbir zaman tek tek ele almayıp birbiriyle benzerlik ve karşıtlıkları içinde ele alan ve sadece ona göre düşünmesi değil ona göre yaşanması gerekli olan Büyük Yöntem[10] olarak yapıtlarında referans vermekte tereddüt etmeden- sanata uyarlayan, “Epik Tiyatro” anlayışı ile klasik burjuva sanat öğretisini yerle bir eden; o insanı uyutan piyeslerin değil ses çıkaran, bağıran, rahatsız eden, soru işaretleri yaratan oyunların yazarı; o şiirde ekmeğin mayasını, kömürün karasını ve savaşta kanı işlemeyi sanatta estetiğin bel kemiği sayan devrimci edebiyatın öncülerinden Bertolt Brecht.
Bizler Brecht’in -sanatından esirgemediği diyalektik yöntemi ve tarihsel materyalizmi temel alan- kuramını esas alarak bir giriş yapmayı seçtik onu andığımız bu yazıya. Onun mirasını kendimizce yansıtmak... Yani onu anlatırken sade onu anlatmayı değil, onun hep peşinde koştuğu “başkasını” da ele almayı. Sadece onun sanatını değil, onun sanatının temsil ettiği değerleri işlemeyi. Sadece onun zamanını değil onun tuttuğu yeri tarihselliği içinde göstermeyi. Ve okurken merak ettirmeyi; bir sonraki sahne için kafasında soru işaretleri oluşturmak istediği seyirci, bizim satırlarımızı okurken bir sonraki paragrafa geçme heyecanıyla satırları takip eden okuyucudur. Brecht’in hakkını vermeye çalışan bir anlatıcı olabilmenin hakkını veremesek de onun hakkını verdiği şeyleri anlatma çabasındaki ısrarımız dik başlı Brecht’ten bize kalan en önemli yadigârdır belki de. Ne de olsa “bir başına savaşmayansa öldürülen, daha kazanmamış demektir düşman...”[11]
Bilim çağına tanıklık eden bir çift gözün gördüğü
Bin dudak ilençle solur bin yumruk, vahşi bir öfkeyle sıkılırken, dünyanın bir başka ucunda bir sevincin gök kubbede parçalandığını, bin dudağın eski bir duayı söylediğini ve gecenin geç saatlerinde sayarken telgraf telleri savaş alanındaki ölüleri, her iki yanda, yalnız anaların ağladığını gördü. Ne için olduğunu bilmeden ölüm siperlerine para için koşan askerlerin ardında bıraktıkları anaları. Hiçbir şeyi olmayan kendileri gibiler yiyecek satılan yerlerde görünmezlerse bundan böyle hiçbir şeye ihtiyaçları yok sanılır, oysa buralara gelip de hiçbir şey satın almazlarsa haberleri olur diğerlerinin hiç değilse diye ekmeğin yanına peksimetler koyup, lahananın yanına da pırasa, hesabı çıkarttıkları vakit karıştırıp küçük para kesesini tutuk parmaklarıyla, “yeterince param yok” diyerek tüm müşterilerin gözleri önünde dükkânlardan çıkan anaları…
Odunlarla leşler arasında boz bulanık kanal boyu minicik bir kül kedisi dolaşır durur ya hani, entarisi pazen, atkısı sarı, gözleri göller gibi kara, ne parası pulu, ne yapacak işi, bozkırdan esen rüzgârla koca kente gelen kadınları gördü: Ne iskarpinleri vardı, ne gömlekleri ve bilmezlerdi dua etmesini bile. Fabrika kapılarından içeri giren işçiler gördü ve kapıların yüksek olduğunu ama dışarı çıktıklarında bükülmüştü belleri. O zaman her fabrika avlusuna ve her odaya yıl sayısını işaretledi sığırlarını damgalayan çobanlar gibi. Ananın oğluna neler söylediğini, işçiye neler buyurduğunu patronun, nasıl yanıt verdiğini karının kocaya, tüm yalvaran sözcükleri, tüm buyuran sözcükleri, yaltaklanan sözcükleri, aldatan sözcükleri, yalan söyleyen, bilmeyen, güzel ya da yaralayan... Kağıda bunları döktü ve gösterebilmek için gördüklerini, başka halkların, başka çağların oyunlarını okudu. İngilizlerce nasıl sunulduklarını inceledi büyük feodal kişileri ve inceledi zengin kişileri, ahlakçı İspanyolları, o harika duyguların ustaları olan Hintlileri ve aile kurumunu gösteren Çinlileri.[12] Doğu'dan Batı'ya içinden kan damlayan çay, savaş yaralıları ve altın gelen köprüleri.
Zulümler yağmur gibi yağmaya başladığında dört kez kendisine bir şey verilen bir kapıyı beşinci kez çalan bir dilenci gibi, yarasından kan boşanan ve doktoru bekleyen biri gibi, gişe çoktan kapalıyken önemli bir mektup taşıyan son haberci gibi ortaya çıkıp zulümleri haber verenlerin tanık olduğunu gördü. Arkadaşlarının yavaş yavaş katledildiğini bildirdiklerinde çığlıkların göklere ağdığını -yüz kişiydi katledilen- ama bin kişi katledildiğinde ve ölümlerin sonu gelmediğinde bir sessizliğin kapladığını ortalığı. Çekilen acılar dayanılmaz olunca duyulmadığını artık hiçbir çığlığın. Ve çığlıkların da yaz yağmuru gibi yağdığını…
Aynı zamanda Moskovalı işçilerin 27 Nisan 1935'te büyük metroya sahip oluşlarını gördü. Harca batmış ter içindeki iş giysilerini göstererek gururla delikanlıların ve kızların tünellerden çıktığını güle oynaya. Emeğin bir karışının bile karanlıkta kalmadığı bol ışıklı tüneller boyu yüz değil, bin değil, seksen bin işçi heyhat! Ve dünyada başka hiçbir demiryolu yapımında bu kadar çok işçinin çalışmadığını. Ve dünyada başka hiçbir demiryolunun bu kadar çok sahibi olmadığını. Bu yapı harikası, bunca kentte bunca zamandır kendinden önceki hiçbir yapının görmediği şeyi görürken onu izleyen Brecht anlatıyordu coşkuyla: “Yapının işçileriydi yapının sahipleri.” [13]
İşçi ordusunun neferlerine yemek ve su taşıyan anaların ve çocukların ak süt kadar temiz ellerini, sömürücülere karşı birlik olup da savaşan işçilerin güçlü kollarını tutuşturdu ellerine. Belki bu yüzden beyazdı biraz da Brecht’in kelimeleri. Ve kızıldı adeta sayfalardan yansıyan ışık, Moskova’dan sonra Berlin’de sallanan en onurlu savaşın en hak edilmiş bayrağı gibi: ‘Almanya'da kahverengi veba günlerinde bir makine fabrikasının çatısında birdenbire bir kızıl bayrak dalgalandı, özgürlüğün yasadışı bayrağı! Sürüyorlar duvara doğru işçi tulumu giyen kim varsa, ve bağlıyorlar iplerle nasırlı yumrukları, ve sorgularından sonra dövülmüş insanlar çıkıyor barakalardan sendeleyerek, kanlar içinde. Adını söylememişti bir teki bile çatıya bayrağı çeken adamın.” [14]
Her şeyin anlamını sorguladı: “Çözüverdi duvardaki eski Çin perdesinin ipini, ve açılan perde gösterdi bize bir sıra üzerinde oturmuş olan kuşkucu adamı. Ben, dedi bize o, kuşkucuyum. Kuşku duyarım iyi yapıp yapmadığımızdan günlerinizi yutan işi.” [15] Bir sıra neferi sadeliğinde yer tuttu işçi sınıfı mücadelesinde; alkıştan nefret etti, omuzların üstüne çıkmayı reddetti. Oysa belki izlediği düşünürler kadar büyük bir düşünürdü, fakat teşekkür edenleri hoş gören kendinden memnun tebessüm yer etmedi dudaklarında. O yalnıza işçi sınıfına ve bu saflarda savaşanlara gülümsedi, fotoğraflarda hep gördüğümüz o ağız dolusu, o sıcacık tavrıyla. Tüm bunlara rağmen daha ilerisi, daha yenisi için hep çalıştı, yetinmedi bulunduğu yerde kalmakla. Çağının bilimini yansıtmak yükümlülüğünün altına girdi, tiyatroyu, oyunculuğu, senaryoyu ve sahnedeki her şeyi bir terzi gibi emekle kesip biçti, yeni kelimeler keşfettikçe heyecanlanan bir çocuğun konuşmayı öğrenmesi gibiydi onun için yazdığı bir oyunu yeni teknikleri ışığında yeniden düzenlemek. Bir bilim insanının araştırma tutkusuyla araştırdı sosyalist sanatın gerekliliklerini de Çin tarihini de. Tüm insanlığın kurtuluşu için işçilerin haklı davasındaki gerekliliği yaşadığı dönemin penceresini aşarak gördü. Böylece paylaşım savaşlarının karanlık çağında yaşayan bir çift gözün hakkını verdi. Kentlerdeki çok renkli kaderlerin iz sürücüsüydü o.
Epik tiyatronun ahlaksal tutumu
“Yeni düşünüş ve duyuş biçiminin büyük insan kitlelerinin ruhuna gerçek anlamda işlemeyişinin bir nedeni, doğanın sömürülmesi ve boyunduruk altına alınmasında pek başarılı olan yeni bilimlerin, egemenliğini kendilerine borçlu yeni sınıf, yani burjuvazi tarafından engellenmesidir.”
Siyasal amaçlı tiyatro düşüncesi, Brecht’in epik-diyalektik tiyatro kuramı ile yeni bir anlatıma kavuşmuştur. Brecht’in temel sorusu sanatın işlevi üzerinedir ve bu konuda cevabı net olacaktır: “Sanatın konusu dünyanın yoldan çıkmış olduğudur.” [16] Brecht, var olanın sürdürülmesine hizmet eden ticari tiyatro karşısında bir değişimi gözetir. Böylelikle sanatın nasıl konumlandırılacağına dair teorik tartışmaların çağında, bilgisini pratiğe döker. “Savunduğu tezler, Brecht için, gerçekte tek başlarına önem taşımıyordu her zaman, uygulamada değerlendirilebilirlik açısından kaleme alınmışlardı.” [17]
Brecht tiyatro için en soylu işlevi “eğlendirme” olarak tanımlarken savunulmayı eğlence kadar az gereksinen bir şey yoktur diye eklemekten çekinmez. [18] Onun klasik tiyatro için temel bir sorun tanımı da bu saptamadan beslenir: “Haz duyma biçimimiz, çağ dışı olmaya başlamıştır.” Brecht bilim çağı toplumunun insanına yakışan bir eğlence anlayışının peşine düşer, epik tiyatro buna hizmet eden tiyatronun ta kendisi olacaktır. Bilimin yararlarını tekeline alan burjuva karşısında, Brecht’in hedefi, öğrenme ve öğretme sürecinin iç içeliğinde teknolojik gelişmeyi ve bilimsel bilgiyi, basit bir eğlencelik olarak değil, kolektif olarak üretimden alınacak bir zevk halinde izleyebilmektir
“Epik tiyatro bir nedeni olmadıkça” düşünmeyen ilgili kitlelere yönelir. Bu deyim düşünme yetilerini koşula bağlı kullanan kitleler için geçerlidir. [18] Brecht bu kitleleri hiçbir zaman gözden uzak tutmamış, aksine sanatını her zaman bu kitle için yaratmıştır. Pekiyi bilim çağının çocukları olarak doğaya ve topluma karşı tiyatroda takınacağımız eğlendirici ve üretken tutum nasıl olacaktır? Bu tutum Brecht için kesinlikle eleştirel niteliktedir. Böylesi bir tutum bir ırmak karşısında ırmağın akışının düzene sokulmasından, bir yerden bir yere gitme karşısında taşıtların ve uçakların yapımından, toplum karşısında toplumu köklü biçimde değiştirmekten oluşur. İnsanların toplu yaşamalarını yine ilgili kişileri, yani toplumu değiştirmekle yükümlü olanları tiyatrosuna davet ederek eğlenme işini unutmamalarını kendilerinden rica etmektedir Brecht. Böylelikle dünyayı diledikleri gibi değiştirebilmeleri için beyinlerine ve kalplerine eğlenceyi buyur eder. “Yalnızca sanatımızı çağın gerektirdiği biçime sokabilme isteği, bilim çağı tiyatromuzu o saat kentlerin kenar mahallelerine çekip götürecektir. Ancak şunu kesinlikle biliyoruz ki, bu insanlar tiyatromuza asla ilgisiz kalmayacaklardır, çünkü doğa bilime uzakmış gibi görünmeleri, doğa bilimden uzak tutuldukları içindir yalnız.” [19]
Yabancılaşma ve dördüncü duvarın yıkılması
“Yabancılaştırma tarihselleştirmedir.”
Brecht tiyatroya ilişkin ilk gözlemlerinde seyirciyi ve oyuncuyu nasıl algılamış, bu iki tarafta nasıl bir eksiklik görmüş de tiyatrodaki bu iki temel unsur üzerinden yeni bir ilişki geliştirme gerekliliğini epik tiyatro için olmazsa olmaz saymıştı? Brecht tiyatronun klasik durumunu çok basit örneklerle açıklar. Günümüzdeki tiyatrolardan birinin kapısından içeri girip oyunların seyirci üzerindeki etkisine bir göz atar. Burada gördüğü nedir? Put gibi oturmuş insanlar, hepsi de acayip bir durumda, ya alabildiğine kendilerini zorlayarak kaslarını gerer ya da alabildiğine bir yorgunluk içinde gevşeyip sarkar kasları. Aralarında bir iletişim yoktur. Gözleri açıktı açık olmaya ya, bir şey algıladıkları yoktur pek. Uyuyan insanlar bir araya toplanmıştır sanki, “ama öyle bir uyku ki tedirgin düşler görürler….Ve büyülenmiş gibi sahneye bakar dururlar hep; Ortaçağ’a özgü bir yüz ifadesidir bu, cadıların ve din adamlarının kol gezdiği bir dönemden kalmadır.”[20] Tiyatro alanı içinde bu şekilde donuklaştırılan izleyici kitleleri, adeta “efsunlanmış” bir halde salonları terk ederken salona girdikleri zamanki bilinçleri ile salondan çıktıkları zamanki bilinçleri arasında aslında hiçbir fark yoktur. Çünkü klasik tiyatro, kitlenin aklına değil, yalnızca duygularına ve tutkularına hitap eder. Eski Yunan’da bir hekimlik terimi olarak, zararlı maddelerin vücuttan atılması anlamında kullanılan Katharsis sözcüğünü, doğrudan sanata uygulayan Aristoteles olmuştur: “Tragedyanın ödevi, uyandırdığı acıma ve korku duygularıyla ruhu tutkulardan temizlemektir.” [21] Oysa Brecht’in öncülüğünü yaptığı bilim çağı tiyatrosu “akla hitap eden” sanatın ürünü olacaktır ve Katharsise karşı yabancılaştırmayı sahnenin orta yerine atacaktır!
Anlatıldığına göre Galile, günlerden bir gün Pisa’daki katedralde salınım durumuna geçen bir avizeyi gözlemlemiştir. Galile’nin “böyle bir şeyi beklemezmiş, bunu aklı almazmış gibi” avizenin salınımlarını izleyen ünlü bakışını, Brecht, yabancılaştırmanın kökeni olarak görür. Bilim çağının bakışıdır bu; üretken, uyanık, pek doğal görünüp herkesçe benimsenen doğruları sarsıcı bir bakış. Brecht’in yapmaya çalıştığı bu bakışı insanların toplu yaşamalarına ilişkin görüntülerin provoke edici gücüyle seyircilere benimsetmektir. Brecht, “yabancılaştırma” kuramıyla epik tiyatronun en temel öğesini belirlemiş ve oyuncu-seyirci ilişkisinde çığır açacak bir düzenlemeye girişmiştir.
Y-Efekti dediği bir müdahele sayesinde bir oyunu baştan sonra değiştirebilmektedir Brecht. Günlük yaşamdan seçilen bir karakter epik oyunculuk sayesinde büsbütün şaşırtıcı bir kimliğe bürünebilmekte, hepimizin hafızalarına belirli kalıplarla yerleştirilmiş toplumsal olaylar epik öyküleştirme (dramatizasyon) ile sahneye öyle aktarılabilmektedir ki, izleyen herkes olaya ilişkin bilgisinden şüpheye düşebilmektedir. Brecht’in amacı tam da budur. Yani yabancılaştırma sahnede yansıtılanı tanımaya olanak kılmakta fakat sahnede olup biten ne varsa göreceleştirmekte, değişebileceğini göstermekte, herkesçe bilinip kabul gören tabu özelliklerinden sıyırıp almaktadır. Brecht olay ve kişileri, tarihsel yani kalıcılıktan ve monotonluklarından uzak bir açıda sahneye çıkarmaktadır. Yabancılaştırma sonucunda seyirciler:
- Acaba hep böyle miydi bakalım?
- Ama hep böyle mi kalacaktır bu?
- Koşullar değişirse, olay ve kişiler de değişmez mi peki?
sorularını yöneltecektir ve
-Ben de olsam öyle davranırdım, demek yerine örneğin diyecektir ki:
- Ben de o koşullarda yaşasaydım, ben de öyle davranırdım. [22]
Yabancılaştırma efektiyle amaç, toplumca etkilenebilir ve dönüştürülebilir olayların üzerindeki aşinalık damgasını söküp atmak ve onları izleyicinin yani toplumun müdahalesine açık hale sokmaktır. Bu da devrimci sanatın toplumu dönüştürücü gücünün -ve aynı zamanda amacının- kurama ve pratiğe en güzel yansımalarından biri olması açısında devrimci sanat literatürüne Brecht’in önemli bir armağanıdır.
Brecht sınıflar savaşını sanat cephesinden kuramsallaştıran en önemli isimlerden biridir. Brecht’e göre bir görüş ve amaçtan yoksun hiçbir şey yansıtılamaz sahnede. Bir papağan ya da bir maymuna benzemek istemeyen oyuncu, çağının toplumsal yaşamı konusundaki bilgisine sahip olmak zorundadır; bunu da sınıflar arasındaki savaşa kendisi de katılarak edinir. Brecht tiyatrosu izleyiciyi sahneye taşıyarak ve oyuncuyu sahneden indirerek aralarındaki “dördüncü duvarı” yıkmaktadır. Sahneyi sokaklara, oyuncusunu sınıflar savaşına taşımasıyla da tiyatrosuna sınıfsal bakışını katışıksız olarak yansıtmıştır.
Sanatı ezilen kitlelere dünyanın değişebilir olduğunu anlatmak için bir araç olarak kullanmak, Brecht’e göre sanatın anlamını aşağılamak da yüceltmek de değildir, yalnızca sanatın en yalın haliyle anlamını bulmasıdır. Ücret işi düzene sokulsun diye sanatı alıp en yücelerde bir yerlere koyanlara karşı Brecht tok bir sınıf tutumu alır; o yaşamı boyunca insan soyu için en yüce kararların gökyüzünde değil, yeryüzündeki savaşımların sonucunda verildiğini savunacaktır. Bu yüzden o, devrimciliği politik angajmanlardan, sanat anlayışını ise burjuva ideolojisinden ödünç alan pek çok sanatçının karşısında gerçek bir devrimcidir, sanatı ise kuramsal arka planı ve sınıfsal özü ile devrimci bir sanattır. [23] Brecht’in epik tiyatrosu kendini çok şey üreten, ama elverişsiz koşullar içinde yaşayan geniş halk kitlelerinin hizmetine sunmuş bir tiyatro olarak bugün devrimci kültür mirasının en kalıcı değerlerinden biri olarak sahiplenilmeye ve gelişmeye devam etmektedir. Ancak burjuvazi de kendi cephesinden Brecht’in tiyatro alanında yarattığı değerleri bugün salonlara sıkıştırarak, gişelerde müşterilerine satarak yağmalama girişimindedir. Sermaye sahiplerinin ve onların hizmet ettiği sosyete alıcıların karşısında kendi sahnelerimizde, okullarımızda, mahallelerimizde, sokaklarımızda ve fabrikalarımızda, epik tiyatroyu işçi ve emekçi kitlelerine sunmaya ve onun anlamlandırdığı ve miras bıraktığı şekliyle yaşatmaya devam etmek devrimci bir sorumluluktur.
* Bertolt Brecht’in aynı adlı eserlerinden alınmış iki başlık. 1938-40 yılları arasında kaleme aldığı oyunu Sezuan’ın İyi İnsanı’nda kurgusal Sezuan şehrinde iyi insan olmanın aslında mümkün olmadığı gösterir.
** Bertolt Brecht “Me-Ti: Tarihte Diyalektik” kitabında karakterler aracılığıyla bir anlatıcı olarak düşüncelerini belirtir. Kitabın karakterler listesinde Ozan Kin’in karşılığı Brecht’tir.
Kaynaklar:
Seçme Şiirler, Çevirenler: A. Kadir-Gülen Aktaş, Yön Yayınları, İstanbul,1992
Halkın Ekmeği, Çevirenler: A. Kadir-Asım Bezirci, Evrensel Kültür Kitaplığı, İstanbul, 1997
http://siir.gen.tr/siir/b/bertolt_brecht/
1- Brecht Bertolt, Üç Kuruşluk Opera, “İnsan Neyle Yaşar?”, 1928.
2- Brecht B.,“Kentin Varoşlarından Gelen Yoksul Arkadaşımız”
3- Brecht B. “Moskova'lı İşçilerin 27 Nisan 1935'te Büyük Metroya Sahip Oluşları”
4- Brecht B., “Şiddet Üzerine”
5- Brecht B., “Kısırlık Üzerine”
6- Brecht B., “Kuşkucu”
7- Brecht B., “Halkın Ekmeği”
8- Brecht B., “İyilik Neye Yarar?-I”
9- Brecht B., “Bizden Sonra Doğanlara-I”
10, Brecht B., Me-Ti: Tarihte Diyalektik, Çev. Ahmet Cemal, Günebakan Yayınları, İstanbul,1974, sf.82,113,152,167.
11- Brecht B., “Bir Barış Savaşçısının Ölümü Üzerine”
12- Brecht B., “Oyun Yazarının Türküsü”
13- Brecht B., “Moskovalı İşçilerin 27 Nisan 1935'te Büyük Metroya Sahip Oluşları”
14- Brecht B., “Almanya’dan Rapor”
15- Brecht B., “ Kuşkucu”
16- Brecht B., Sanat Üzerine Yazılar, “Shakespeare Üzerine Notlar”, Çev. Kamuran Şipal, Cem Yayınevi, 1990, sf.182
17- Grimm Reinhold, “Novum Organum’dan Küçük Organon’a”, “Üç Türlü Yabancılaştırma, Basel, 1961, sf.45
18- Brecht B., Sanat Üzerine Yazılar, sf.10
Benjamin Walter, Brecht’i Anlamak, “Üretici Olarak Yazar”, Metis Yayınları, İstanbul, 2000, sf.
19-20- Brecht B., Sanat Üzerine Yazılar, sf. 17-19
21. Aristoteles, Poetika, Remzi Kitabevi, İstanbul, sf. 42
22. BrechtB., Tiyatro için Küçük Organon, sf. 24.
23. A. Aras, “Dünyayı Değiştirme ve Dönüştürme Eyleminin Sanatçısı”, Kızıl Bayrak, 19 Ağustos 2000
http://www.tkip.org/anasayfa/kueltuersanat/yazi/article/29/bertold_brecht_proleter_sanatin_cal.html