AKP-MHP rejimi, kendi sefil bekasını güvence altına almak adına çürümüşlüğün tüm sınırlarını aşmakta beis görmüyor. Son dönemde devlet aygıtları, önceki yıllardan daha pervasız bir şekilde çürümüşlüğü derinleştirmek ve milyonları baskı altına almak için kullanılıyor. Amacı ise, dinci-faşist rejimi sağlamlaştırıp kalıcı hale getirmek.
Bu sürecin önemli ayaklarından birini yargı aygıtı oluşturuyor. Saray rejiminin elinde bir aparat haline getirilen yargı, son yıllarda muhaliflere yönelik saldırıları genişletmiş ve "adalet" ile "hukuk" gibi kavramları, tam zıt anlamlarda kullanmayı “kural” haline getirmiştir. Düzen karşıtı en demokratik tepkiler bile uzun hapis cezalarıyla karşılanırken, devletin kullandığı tetikçiler “cezasızlık” ile ödüllendirilmektedir. Rejim, saraya biat edenlere “suç işleme serbestisi” tanıyor. Zira en ağır suçları işleyenler bile, sarayın emriyle kararlar veren yargı aparatı tarafından cezasızlık ya da düşük cezalar verilerek korunmaktadır.
***
Şaibeli 15 Temmuz darbe girişiminin ardından kendi darbesini gerçekleştiren AKP, ülkeyi OHAL yasaları ile yönetmeye başlamış, yargıyı rejimin emir kulu haline getirmiştir. Bu durum, devletin kendi yasalarını hiçe sayan ve milyonlarca insana korku salan bir iklim yaratma politikasını pekiştirmiştir. Devletin kalın suç dosyasındaki karanlık sayfalardan bir olan Sivas Madımak Katliamı davası, düzen yargısının ne kadar yasa/kural tanımaz hale getirildiğini bir kez daha ispatlamıştır. Şeriatçı canilerin bir kısmı yıllar önce bizzat Tayyip Erdoğan tarafından affedilmişti. Oysa AKP şefinin böyle bir af yapmasının insani ya da ahlaki bir temeli yoktur. Son günlerde ise, "otuz yıllık tutukluluk süresi" bahanesiyle geriye kalan katiller de birer birer tahliye edilmeye başlandı.
***
2 Temmuz 1993’te Sivas’ta Pir Sultan Abdal Şenlikleri'ne katılmak için toplanan aydın, sanatçı ve Alevilere yönelik gerçekleştirilen saldırıda, 33 kişi yakılarak ya da dumandan boğularak hayatını kaybetmişti. Madımak Oteli’nin içindekilerle birlikte yakılması sırasında ve sonrasında dönemin hükümeti ve güvenlik güçlerinin sergilediği tutum, emrin devletin derin katlarından verildiğini kanıtlar nitelikteydi.
Katiller dönemin DGM’leri (Devlet Güvenlik Mahkemesi) tarafından yıllar boyunca korundu. 28 Şubat sürecinde tutum değiştiren iktidar, şeriatçı tetikçileri yargılamaya başladı. Ancak 2002’de emperyalistler ve sermaye tarafından işbaşına getirilen AKP bir kez daha katilleri korumaya aldı. 2023 yılında ise Anayasa Mahkemesi’nin aldığı kararla katliam davası sanıklarının tahliyesinin önü açıldı. Geçtiğimiz günlerde 17’si serbest bırakılırken, kalanları da serbest bırakmak için hazırlık yapılıyor.
Vahşi bir katliamın tetikçiliğini yapan kişilerin serbest bırakılması, iktidar el değiştirse bile devlet mekanizmasının tetikçilerini koruyup kolladığını ispatlıyor. Dönemin başbakanı Tansu Çiller katliamdan aydınları ve Alevileri sorumlu tutarken, AKP şefi Tayyip Erdoğan ise el ovuşturarak insan yakanları sokaklara salmaktadır.
Devletin bu katliamcı geleneğinin gereklerini ilk elden yargı yerine getirse de iktidarın pervasızlığını kolaylaştıran başka nedenler de var: Alevi hareketi ve aydınlar bölünmüş durumda. Düzen muhalefeti ise sandığı işaret etmenin ötesine geçmeyen tutumunu sürdürüyor. Düzeni zorlayan bir toplumsal muhalefet de henüz gelişmedi.
HTŞ’ye bağlı cihatçı teröristler Suriye’deki Alevileri katledip sürgün ederken, AKP iktidarı ve medyadaki beslemeleri tekfirci Colani’nin borazanlığını yapıyor. İğrenç mezhepçi söylemi Türkiye’de Alevilere karşı da kullanan rejim ve beslemelerinin, “siyasal Alevilik” diye bir şey uydurup dört koldan servis etmeleri bu tehdittin Suriye ile sınırlı olmadığına işaret ediyor.
***
Sermaye devletinin varlığı ve temsil ettiği sınıf iktidarı, kendisine hizmet eden bir “adalet” ve “hukuk” sistemi şekillendirmiştir. Bu yapının bir parçası olarak yargı hem devletin çürümüşlüğünü hem katliamcı geleneğini sürdürmesi için çalışmaktadır. Madımak davası, yalnızca geçmişte yaşanan bir katliamın savunulmasıyla kalmamış, saray rejiminin yargı eliyle bir intikam meselesine de dönüştürülmüştür.
Tüm bunlara rağmen umutsuz olmamak gerekir. Zira devletin ve onun baskı araçlarının derin bir çürüme içinde olmasına duyulan öfke ve adalet arayışı, milyonların bilinçlenmesi ve mücadeleye katılmasının önünü açabilir. Milyonların mücadele ve örgütlenme yolunu seçerek sesini yükseltmesi, bu zorbalığın sona ermesi için en önemli adım olacaktır. Tarihsel deneyimler ve direniş geleneği, bu karanlık dönemin bir şekilde sona ereceğini göstermektedir. Bilinmelidir ki, adaletin gerçek anlamda tesis edilebilmesi, ancak sömürü ve eşitsizliğe dayalı bu sistemin yıkılması ve yerine işçi sınıfı iktidarının, yani sosyalizmin inşa edilmesiyle mümkün olacaktır.
S. Sancar