8 Mayıs 1945: 80 yıl önce Nazi faşizmini yenen irade

8 Mayıs 1945 yalnızca bir anma günü değil, günümüzün silahlanma, militarizm ve emperyalist savaşlara karşı gelişen mücadeleler için de tarihsel bir pusula olmalıdır. Faşizmin sadece geçmişte yenildiği, ancak bugün farklı biçimlerde yeniden üretildiği unutulmamalıdır. Zira kapitalizmin egemen olduğu bir dünyada faşizm tehlikesi her zaman günceldir.

  • Kızıl Bayrak yazıları
  • |
  • Dünya
  • |
  • 08 Mayıs 2025
  • 08:00

"Faşizm, kapitalizmin en saldırgan biçimidir."

Georgi Dimitrov

Tarihte bazı günler yalnızca takvim yapraklarında değil, halkların kolektif belleğinde, mücadele tarihinde ve sınıflar savaşımının derin hafızasında yerini hep korur. 8 Mayıs 1945, tam da böyle bir gündür. O gün Hitler faşizmin Sovyetler Birliği liderliğindeki komünistler, ezilen halklar ve işçi sınıfın tarafından uğratıldığı kesin yenilgiyi simgeler. Bu gün emperyalist propaganda merkezleri tarihi nasıl çarpıtırlarsa çarpıtsınlar, bu büyük zaferden emperyalizme pay biçmeye çalışsınlar, 8 Mayıs hala başta Sovyet halkları olmak üzere komünistlerin ezilen halkların insanlığı faşizm belasından nasıl kurtardığının tarihi yazmaya devam etmektedir.

***

Faşizm, kapitalist sistemin yaşadığı derin bunalımın ürünü olarak ortaya çıktı. ABD ve İngiliz emperyalizmi, yükselen faşizmi Sovyetler Birliği’ne karşı kapitalist dünyanın saldırı üssü olarak gördüler. Ve faşizmin yükselişine ve kara Avrupa’daki yayılmacı politikalarına karşı gerçekte hiçbir şey yapmadılar. Onların esas derdi, sosyalist dünyanın öncüsü olan Sovyetler Birliği’ni Naziler eliyle yıkmaktı.

ABD ve İngiltere başta olmak üzere Batı’nın, Nazizmin yayılmacı faşizmine göz yumması, 1938 Münih Anlaşması’nda Hitler’e verilen ekonomik ve siyasi tavizlere kadar uzanır. Batılı devletlerin faşizmle yaptığı iş birliğinin utanç belgesi olan bu anlaşma, Nazizmin yayılmacı politikalarının önünü açmış, Almanya’nın bir dizi alanda stratejik üstünlük elde etmesini sağlamıştır.

Savaş, 1 Eylül 1939'da Nazi Almanyası’nın Polonya'yı işgaliyle başladı. Hitler, Sovyetler Birliği’ne saldırdığında kesin bir zafer kazanacağından emindi. İlk dönem elde ettiği başarılar bu inancı güçlendirmişti. Fakat onlar, yalnızca Kızıl Ordu’yu değil, bütün Sovyet halklarının da karşılarında bulacaklarını hesaba katmamışlardı. Savaşın kaderini belirleyen dönüm noktası, Sovyetler’in Stalingrad’da Nazi ordularını durdurup sonrasında ezmesiyle başladı. Ardından Kursk Savaşı'nda tarihin en büyük tank muharebesi yaşandı. Moskova önlerine ulaşan Nazi ordularına karşı eşi benzeri görülmemiş bir direniş gösterildi. Leningrad, 900 gün boyunca Naziler tarafından kuşatıldı ama teslim olmadı. Bu savaşta Sovyetler Birliği 27 milyon insanını kaybetti. Kadın, çocuk, yaşlı demeden on milyonlarca insan, faşizmin barbarlığına karşı direnirken yaşamını yitirdi. Bu sayı, ikinci emperyalist paylaşım savaşında öldürülen toplam 52 milyon kişinin yarısından fazlasına tekabül ediyor. Buna bir o kadar da yaralı, sakat kalmış insanı eklediğimizde, insanlık tarihinin en büyük direnişiyle karşı karşıya olduğumuzu görürüz.

Tarih 8 Mayıs 1945’i (Sovyetlerle olan saat farkından kaynaklı 9 Mayıs) gösterdiğinde, insanlık büyük bir karanlığın üzerine güneş gibi doğan bir zafere tanıklık etti. Nazi faşizmi, Sovyetler halkının insanüstü bedeller ödeyerek kazandığı kesin bir zaferin ürünü olarak tarihin çöplüğüne atıldı. Bu zafer yalnızca bir askeri başarı değildi. Eski düzene, kapitalist dünyaya karşı sosyalist yeni dünyanın; Kızıl Ordu ve Sovyet halkları şahsında dünya işçi sınıfı ve ezilen halklarının da başarısıydı. Nazi savaş makinesini ezerek Berlin'e zafer bayrağını diken, halkların öz gücüne dayanan sosyalist Sovyetler Birliği idi.

Oysa savaşın ilk dönemlerinde ABD ve İngiltere’nin başını çektiği emperyalist devletler, Nazi Almanyası’nın Sovyetler Birliği’ni yok etmesini el ovuşturarak izlemişlerdi. Bu barbar savaşın iki tarafı yıpratarak zayıflatmasını umuyorlardı. Ne de olsa Sovyet sosyalizmi, kapitalist dünyanın esas düşmanıydı ve faşizm, sosyalizmin imhası için uygun bir araç olarak görülüyordu. Ancak Sovyet halkları Stalingrad’dan başlayarak Kursk’a ve nihayet Berlin'e kızıl bayrak dikerek o eşsiz tarihsel iradeyi ortaya koyup oyunu tersine çevirdi. Nazi Almanyası’nın kaçınılmaz sonu görünür hale geldiğinde, yani faşizmin yenilgisi artık kesinleştiğinde, Batılı güçler “Normandiya Çıkarması”yla tarih sahnesine “müttefik” olarak çıktı.

Gerçekte ise bu adım, savaşın en kanlı cephelerinde mücadele eden Sovyet halkının meşru zaferine ortak olma, onu gölgeleme ve kendi siyasal çıkarları için kullanma çabasından ibaretti. Normandiya, Sovyetlerin tek başına kazandığı zaferi emperyalist “ortaklık” maskesiyle sulandırma; savaşın son perdesine dahil olup zafer pastasından pay alma operasyonuydu. Bunun kadar önemli olan bir diğer kaygı ise Kızıl Ordu’nun Avrupa’da daha geniş alanlara ulaşmasını engellemekti. Bu yüzden 8 Mayıs 1945 yalnızca bir savaşın sonu değil, aynı zamanda emperyalist ikiyüzlülüğün de simgesidir. Sovyetler Birliği'nin bu zaferi yalnızca Nazi ordularını mağlup etmekle kalmamış, dünya halklarına başka bir dünyanın mümkün olduğunu da göstermişti.

Emperyalist merkezler dahil olmak üzere, dünya genelinde işçiler, emekçiler ve ezilen halklar, Sovyetlerin yükselttiği kurtuluş mücadelesine büyük bir sempati duydular.Savaş sonrası Doğu Avrupa’da birbiri ardına kurulan “Halk Cumhuriyetleri” ve dünya genelinde sömürgeciliğe karşı başlatılan Ulusal Kurtuluş Mücadeleleri, Eski Dünya’nın yüreğine korku saldı. “Komünist tehlike”, ABD önderliğindeki emperyalist kampı hızla Soğuk Savaş’a ve antikomünist cepheler inşa etmeye itti. Çünkü 8 Mayıs’ın gerçek galibi olan sosyalizm düşüncesinin ve onun taşıyıcı olan SSCB in önü alınmalıydı.

Emperyalist savaş aygıtı NATO, bu ihtiyacın ürünü olarak 1949’da kuruldu ve kurulduğu günden bu yana dünya işçi sınıfına ve ezilen halklara karşı bir savaş ve iç savaş aygıtı olarak görev yaptı. Emperyalist dünyanın kanlı politikalarının uygulayıcısı oldu. Bu politikaların güncel örneklerinden biri de hâlen sürmekte olan Ukrayna savaşıdır. Tarih adeta “tekerrür” etmektedir. Üç yıldır Ukrayna üzerinden süren savaş, yalnızca Rusya ile NATO arasında değil, geçmişin hesaplarının bugünün jeopolitiğiyle yeniden yazıldığı bir çatışmadır.

Putin yönetimi, Stalin önderliğinde kazanılmış büyük tarihsel prestiji bugün kendi çıkarları doğrultusunda üstelik tarihsel gerçekleri sıklıkla çarpıtarak işlemeye çalışıyor. Oysaki bugünkü Rusya ile Sovyetler arasında iktisadi, sosyal ve siyasal hiçbir bağ yoktur. Yapılmaya çalışılan, Sovyet sosyalizminin onurlu geçmişinin yeri geldiğinde Putin rejimi tarafından milliyetçi bir propaganda malzemesi olarak kullanılmasıdır.

Son dönemde Almanya’da da tehlikeli bir tarihsel paralellik dikkat çekiyor. İki dünya savaşına neden olmuş bu ülke, ikinci emperyalist paylaşım savaşından bu yana görülmemiş düzeyde bir silahlanma bütçesiyle yeniden militarist bir yörüngeye girmiş durumda. “Savunma” adı altında silahlanmaya ayrılan devasa bütçeler, Almanya’nın yeniden büyük bir savaş macerasına girişebilecek askeri güç oluşturma arayışında olduğunu açıkça göstermektedir. Öyle ki dünün “barış güvercinleri” olan sosyal demokratlar ve Yeşiller’in savaş çığırtkanlığı karşısında, Hitler artığı faşist AfD, “barış yanlısı” bir tutumla siyaset sahnesinde beklenmedik bir güç kazanmıştır. Hitler faşizminin siyasi mirasçısı olan bu parti, ülkede ikinci büyük siyasal güç hâline geldi. Göçmen düşmanlığı, antikomünizm ve tarihsel inkâr politikaları, Almanya’da faşist dalganın yeniden yükseldiğini göstermektedir.

Tüm bu tablo göstermektedir ki 8 Mayıs 1945 yalnızca bir anma günü değil, günümüzün silahlanma, militarizm ve emperyalist savaşlara karşı gelişen mücadeleler için de tarihsel bir pusula olmalıdır. Faşizmin sadece geçmişte yenildiği, ancak bugün farklı biçimlerde yeniden üretildiği unutulmamalıdır. Zira kapitalizmin egemen olduğu bir dünyada faşizm tehlikesi her zaman günceldir. Emperyalist savaşlar, sömürü düzeni ve halklara düşmanlık politikaları karşısında, 1945’te Berlin’e kızıl bayrak diken iradeye bugün her zamankinden çok ihtiyaç var. Bu irade, sınıf mücadelesinin devrimci öznesinde, enternasyonal dayanışmada ve anti-emperyalist/anti-kapitalist cephede yeniden hayat bulmalıdır. Bertolt Brecht’in dediği gibi, "Tarihi yapan halklardır. Ve halkların iradesi, hiçbir zorbalık karşısında sonsuza dek bastırılamaz." 8 Mayıs'ın mirası yalnızca geçmişe değil, geleceğe dönük bir tarih yazımının da çağrısıdır aynı zamanda.