Türlü türlü cehennem tasvirleri bulunmakta dini kitapların hepsinde. Belki de bunların en güzel tasvirini Marx yapıyor Kapital’de, cehenneme giden yolları da tarifleyerek. Modern sanayinin o çok meşhur olgusu ile başlayalım. Modern sanayinin gelişmesi çok da masum olmadı. 1800’lerde sanayinin başkentinde “otomatik atölyelerde” çocuklar kırbaçlarla çalıştırılıp, öksüz yurtları ile anlaşmalar yapılıyordu. Ağır ve ilkel çalışma koşulları nedeniyle birçok çocuk ve işçi makine başlarında, ahırlarda, sokaklarda ölü bulunuyordu. Makineler anlamında gelişme 1825’ten sonra grevlerin bir ürünü olarak ortaya çıktı. 1831’de Lyon’dan, 1838’den 1842’ye varana değin İngiliz Chartist hareketi vb. her önemli grev sonrası yeni bir makine üretildi. Sermaye açısından zaman ve para her şey, insan ve daha doğru tabirle işçi hiçbir şeydir. Marx “Felsefenin Sefaleti”nde işçinin patron için ne ifade ettiğini tanımlıyor: “... Ücretlerin asgarisi de sürekli olarak düşmektedir. Bu ücretler insanı yaşamak için çalışmak zorunda bırakmakla başlattıkları işi, ona bir makine hayatı yaşatmakla tamamlıyorlar. İşçinin varlığının basit bir üretim aracı olmaktan başka bir değeri yoktur ve kapitalistin de ona davranışı buna göre olmaktadır.” (Felsefenin Sefaleti,218)
1800’lü yıllardan 2010’lu yıllara varana dek sistem birçok aşama geçirdi. Sermaye için elde edebileceği en fazla kâr için birçok şeyi “yitirmeyi” göze aldı. İstikrar söylemleri sonrasında hep krizlerle karşılaştı. Özünde emek ile sermaye arasındaki çelişki keskinleşerek bir dizi gelişme aşamalarından geçti/geçiyor. Marx’ın 1800’lerde “otomatik atölye” diye adlandırdığı işçi cehennemleri bugün emperyalist kapitalist sistemin sömürü vahşetinin bir uzantısı olarak yine yaşanıyor. Bangladeş, Hindistan, Çin, Güney Kore vb. işçi sınıfı ve patronlar arasındaki çelişkinin çok keskin yaşandığı ülkelerden birkaç tanesi. Bu ülkeler, çalışma koşullarının 1800’lü yılları aratmadığı ve toplum çapında en çok intiharın yaşandığı, sömürünün en azgınca kendini dışa vurduğu ülkeler aynı zamanda. Elbette bu bir tesadüf değil.
Hayatı sorgulamak?
Geçtiğimiz günlerde Güney Kore’den bir haber verdi BBC. “Dünyada intihar oranlarının en yüksek olduğu ülkelerden biri olan Güney Kore’de bazı şirketler çalışanlarının stres sorununa ilginç bir tabut-terapi yöntemi uyguluyor. Başkent Seul’deki sıradan bir işyeri binasının büyük bir odasında bir şirket çalışanları, kendileri için temsili cenaze töreni yapıyorlar.” (BBC’nin sitesinden alınmıştır.)
Haberin yapıldığı şirketin genel müdürü Park Chun-woong, “Şirketimiz daima çalışanlarını eski düşünme biçimlerini değiştirmeye teşvik edegeldi, ama pek sonuç alamadık” diyor. Ve bunun amacının hayatın anlamını sorgulamak olduğunu anlatıyor, kanserli veya ölümden hasarla kurtulmuş insanların hikayelerini anlatarak bir terapinin ardından tabuta girdiklerini söylüyor. Aynı haberde bir işçi ile yapılan röportaj patronların çabasını çok açık biçimde gösteriyor. Cho Yong-tae tabuttan çıkarken, “Birçok hata yaptığımı farkettim. Bundan sonra çok daha hevesle çalışmayı ve ailemle daha çok zaman geçirmeyi umuyorum” diyor. Sermayedarların amacı zaten çok açık. Tabut örneğinin dışında uygulanan toplu zorla kahkaha atma seanslarından birçok uygulama ile işçileri çalışma yaşamına bağlamaya çalışıyorlar. Güney Kore’de işçilerin yaşam koşullarının ağırlığının boyutunu fark eden(!) patronlar bir saatlik öğle uykusu formülasyonu geliştirdiler, ancak işçilerin işe bir saat erken gelmelerini veya daha geç çıkmalarını isteyerek.
Sermayenin azgın sömürüsü karşısında emekçiler için pek fazla bir yol yoktur. Bir tanesi bugün çoğunlukta olan gerçekliktir ki, bu da bir yol değildir. Yoksulluk, yokluk, çaresizlik birleştiği oranda ve insanların boğazına çöktüğünde tamah kültürüne ve onun toplumda yansıması olan “değer”lere sığınır. Güney Kore’de sistemin yapmaya çalıştığı ise “zaten mezarlara gönderiyoruz biz işçileri, en azından gerçekten öldürmediğimize dua etsinler” mantığıdır.
Emekçilere yaşam koşulları ile cehennemi yaşatanlar öldürülen her işçinin de katilidirler. Ne var ki bu katliamlar ister intihar yoluyla olsun, isterse iş cinayetlerinde; işçi sınıfını bitirmeye yetmeyecektir. “Yok olan siz binlerce işçi, umutsuzluğa kapılmayın! Gözünüz arkada kalmadan ölebilirsiniz. Sınıfınız yok olmayacaktır. Bu sınıfın sayısı her zaman, kapitalist sınıfın onu tümüyle ortadan kaldırma korkusuna kapılmaksızın katliamdan geçirmesine yetecek bollukta olacaktır.” (Felsefenin Sefaleti,218)
Emekçilerin sermayenin vahşiliği karşısında esas yolu ise direnmeye, örgütlü mücadeleye gider ki, bu alanda gücünü fark eder ve gerçekten hayatın anlamını bulur. Güney Kore’de ise intiharların oranı kadar mücadelenin de arttığı bir süreç yaşanmaktadır:
Nisan ayında 2 bin 800 işyerinden yaklaşık 260 bin işçi emeklilik sistemini de kapsayan hak gaspına karşı sokaklara çıktı. Eylemlere 60 bin kamu emekçisi ve 10 bine yakın eğitim emekçisi katıldı. Aralık ayının başında ise sokağa çıkan işçilere devlet azgınca saldırdı, bir kişiyi başından yaraladı ve 51 kişiyi gözaltına aldı. Ardından ise devlet sendikaları, lokalleri, büroları basarak birçok teknolojik alete el koydu ve eşyaları kullanılamayacak hale getirdi. Kore Sendikalar Konfederasyonu Başkanı Sang-gyun Han’ı tutuklama kararı çıkarttı.
* Behçet Aysan şiirinden alıntıdır...